Nietzsche, Ecco Homo’da bambaşka bir bağlamda ele alsa da çok sahici, herkesi, hepimizi derinden ilgilendiren bir soru soruyordu: Kişi nasıl kendi olur? İnanç sistemleri, ideolojiler, modalar, spritüal akımlar bu soruya alternatif yanıtlar vermeye çalışıyor. Etiketler çağında ve vitrinde yaşadığımız şu günlerde bu sorunun cevabını hashtagler ve filtreler veriyor vermesine ama gerçekle görünüş arasındaki uçurum derinleşerek kişiyi bir yanılsamalar bütününe ve etiketler bulutuna dönüştürerek insanı görünenin arkasındaki boşluk hissiyle baş başa bırakıyor. Yani sorumuz halen güncelliğini koruyor: Kişi nasıl kendi olur, kimliğini nasıl kurar, kendiliğini nasıl cari hale getirir? Bizi belirleyen bakışlardan kaçmak ve otantik bir kendilik kurmak mümkün müdür? Deleuze ve Guattari’nin yaklaşımıyla belirlenmekten kaçmak, sürekli değişen, dönüşen bir varlık biçimi kurmak sahip olabileceğimiz en otantik kimlik midir? Kişi, kendisine iktidar aygıtları tarafından dayatılan kimliklerden kaçabilir mi? Bu soruları felsefe bağlamında sonsuza dek uzatabiliriz elbet. Ancak kestirmeden gidip Carlos Fonseca’nın Türkçeye çevrilen romanı Hayvan Müzesi’ni okuyarak hem bu sorularla yüzleşip hem de müthiş bir anlatıya kendimizi bırakabiliriz. Ben olsam ikincisini seçerdim, çünkü filozoflar okuma deneyiminin aynı zamanda keyif verici, büyüleyici ve çarpıcı olabileceğini çoğu zaman atlıyorlar. Anlatının gücüne inanan filozofsa nadirattan. Şahsen ben, uzunca bir süredir edebiyatçıların uzun ama leziz cümlelerini filozofların bitimsiz ama kuru cümlelerine tercih ediyorum.
Carlos Fonseca’nın Hayvan Müzesi kendilik ve kayboluş üzerine devasa bir anlatı inşa ediyor. Önce temelden başlayıp romanın konusuna bu satıların okurunu aşina kılmakta fayda var. Anlatıcımız Karayipli bir müzebilimci. Meşhur bir moda tasarımcısı olan Giovanna Luxembourg ile hayvanların biçim değiştirme davranışları üzerine ortak bir proje geliştirmek üzere davet alıyor. Fakat zamanla sohbetleri projeden uzaklaşıyor, dallanıp budaklanıyor, bir aşamadan sonraysa proje silinip gidiyor. Bilirsiniz “saplantılı biri için en etkili sakinleştirici paylaşılan bir saplantıdır.” Projenin akim kalmasının üzerinden yıllar geçtiğinde, anlatıcımız moda tasarımcısının vefat haberini alıyor ve ona bıraktığı zarflarla baş başa kalıyor. Bundan sonrasıysa anlatıcının o zarflardaki fotoğraflara ve mektuba bir anlam verme çabası olarak ilerliyor. Basitçe ifade edersek, anlatı Giovanna Luxembourg’un “aslında” kim olduğunu, onun hikâyesini, anne ve babasının hikâyeleriyle iç içe geçerek bize parçaları birleştirme imkânı sunuyor. Ancak kimliklerin değişkenliğini, akışkanlığını, başka biri olma, kaybolma ya da anonimleşme çabasını irdeleyen bir romanın bunu basitçe ifade etmediğini akılda tutmak gerek. Konuyla uyumlu bir şekilde anlatı da karışmış bir yumağı söker gibi ilerliyor: Tam oldu sanırken yeni bir düğümle karşılaşıyorsunuz, ipin ucu bazen kaçsa da size tekrar tutup başlayacak başka bir düğüm öbeği bırakıyor.
Bir kurtuluş umudu
Giovanna’nın bıraktığı zarfların izinden giden anlatıcı, ünlü bir fotoğrafçı olan Yolav Toledano ile karısı oyuncu Virginia McCallister’in New York’un bohem hayatından kaçarak birden kayboluşlarının izini sürüyor. Oyunculuğun doğası gereği hep maskelerle yaşayan bir kadınla fotoğrafçılığın doğası gereği görüneni dondurup sabitlemeye çalışan bir çiftin kaçışı aslında bir anlam arayışının, bir kurtuluş umudunun yolculuğu. Gelgelelim, Güney Amerika’nın ormanlarına kaçan çift bir ütopya değil yinelenen bir yıkımla karşılaşıyor. Güney Amerika’nın derinliklerinde bir vaha değil terk edilmiş koloniler, uyuşturucu müptelası beatnikler buluyor, gurular değil kaçakçılarla; orman değil çöp yığınlarıyla karşılaşıyorlar. Görüyoruz ki daha önce tüm yollar denendi ve tüketildi: Kendinden kaçmak da mümkün değil insanın doğaya ve kendine yapıp edebileceklerinden de. Ailenin hikâyesi burada tekrar dallanıyor: Baba Yolav Toledano ölümü beklediği pasif bir uzlet haline çekildiği bir anonimliği seçiyor. Anne Virginia McCallister ise bir kimlikten diğerine atladığı, kendini ve dünyayı dönüştürdüğü aktif bir kimliksizlik halini seçiyor. Tekrar Nietzsche’ye başvuralım: Hayatını bir sanat eserine dönüştürmeyi var olmanın en yüce hali olarak tanımlayan Virginia McCallister kendi hayatını bizzat bir sanat olayına, dünyayla içli dışlı, hatta onu manipüle ederek hukukun sınırlarını zorladığı bir kendilik biçimine çeviriyor.
Yeni yorum gönder