Macar yazar ve eleştirmen Dezso Kosztolanyi, Tarlakuşu’nda insanın çok sahici bir yerini kaşımayı çok iyi beceriyor. Esasında trajik bir durumu çok dozunda bir humorla ve adım adım işleyerek müthiş bir ifade gücüyle anlatıyor.
Tuhaf, insan cidden ve hakikaten tuhaf bir varlık. Diyelim bir heves çok para verip bir ayakkabı aldı da ayakkabı ayağını vurdu. Ayakkabı bana olmadı diyemez de en sevdiğim en rahat ayakkabım budur diye diye yıllarca nasırıyla gezer. Bir davette mecburen sevmediği bir yemeğe iltifat eder de yıllarca en sevdiği yemek odur diye önüne koyarlar da koyarlar. El mecbur o yemeği sever sonra ya da şöyle söyleyelim, o yemeği sevdiğini kendine telkin eder. Eder ki bir gün olur da sever gerçekten. Aynı kategoride olmasa da benzeri bir kendini kandırma halini hasta refakatçilerinde görürüz. Bir yakınınız serviste yattıysa, gece diğer hasta yakınlarıyla hastanenin kantininde bayat çaylar içerken “bizim hastamız iyi olacak” dediklerini duyarsınız. “Doktorlar iyi konuşuyor, çıkarız birkaç güne”. Daha da fenası ise kalıcı bir hastalığı, bir marazı olan birine refakat edenlerin, onların bakım verenlerinin halidir. Bakımını üstlendikleri kişinin üzerine öyle bir düşerler ki, gözleri adeta başka bir şeyi görmez. Yüzleri hep güler, hep olumlu cümleler kurarlar. Bakıma muhtaç kişi dünyanın en güzel, en özel şeyidir onlar için. Üzerine titrerler, pamuklara sararlar. Ama kendilerine bile itiraf edemedikleri şeyler vardır. Ah! Ah başlarını alıp gidiverseler, ah demeye dilim varmıyor ama ezkaza bir kaza oluverse ya da Allah’a kolay değil mi, bir mucize oluverse? İnsan işte, tuhaf, cidden ve hakikaten tuhaf bir varlık.
Nietzsche’nin köle ahlakı
Macar yazar ve eleştirmen Dezso Kosztolanyi, Nebula Kitap tarafından Modern Klasikler serisi kapsamında basılan Tarlakuşu’nda tam da bu hali, daha da fazlasıyla şerh ediyor. Olaylar 1899 yılının Eylül ayının ilk haftasında Macaristan’ın bir taşra kasabasında geçmektedir. Tüm hayatları yaşı geçkin kızlarının etrafında şekillenen, düz ve mutantan bir yaşantıya gönül eğmiş anne ve baba, kızları Tarlakuşu’nu bir haftalığına kırsaldaki dayısını ziyarete gönderirler. Tarlakuşu’nun yokluğuyla önce hüzünlenip boşluğa düşseler de çabuk toparlarlar. Çünkü o gidince boşluğunun bıraktığı yere koca bir hayat doluverir. Önce restoranda yemek yerler, kızlarının yaptığı yavan ve tatsız yemeklerden sonra yahniler, tatlılar dolduruverir midelerini. Ahbaplarıyla sohbet ederler, yerler, içerler. Hatta tiyatroya bile giderler, kasabanın dedikodularını dinlerler. Baba delikanlılık arkadaşlarıyla felekten bir gece çalar. Anne yıllardır dokunmadığı piyanosunu açar. Tarlakuşu’nun yokluğunda önce ürkek ve mesafeli olarak yaklaştıkları o canlı hayata giderek daha cesurca tutunurlar.
Tarlakuşu hiçbir ayırt edici özelliği olmayan, neşesiz, cıvıltısız bir kız kurusu ama sabırlı, tutumlu, temiz ve titiz bir kız. Nietzsche’nin köle ahlakı diye kavramsal çerçeveye oturttuğu halin ete kemiğe bürünmüş hali. Tarlakuşu, varlığıyla da ailesine bu erdemleri dikte ediyor. Midesi kaldırmıyor diye yavan yemeklere gönül eğiyorlar, başı ağrır diye tiyatroya gitmiyorlar, tam tamına erdemli ama heyecansız bir hayatı sürdürüp duruyorlar. Tarlakuşu’nun yokluğu ise anne ve babanın hayatı olumlayan efendi ahlakına, dünyadan kam almaya kapı aralıyor. O tutumlu insanlar keyiflerince para harcıyorlar, Tarlakuşulu hayatlarında gereksiz, israf veya günah olarak gördükleri küçük kaçamaklar yapıyorlar. Gelgelelim, Tarlakuşu’nun yakında dönecek olması Demokles’in kılıcı gibi başlarının üzerinde sallanıp duruyor. Tarlakuşu içlerine işleyen vicdanlarının sesi. Fakat, babanın eve zil zurna sarhoş döndüğü gecenin sabahında, üst bilincin de ortadan kalkmasıyla kendilerine itiraf edemedikleri şeyleri dillendirmeye başlıyorlar. Tam bir katharsis!
Okuması tam bir şölen
Bu kısa romanda Kosztolanyi insanın çok sahici bir yerini kaşımayı çok iyi beceriyor. Üzerine titredikleri kızlarının bir haftalığına evden ayrılacak olmasıyla gözleri doluveren anne babanın yerine ah tren bir kaza yapıvermiş olsa diye içinden geçirmelerine giden yolu öyle güzel seriyor ki, okuması tam bir şölen. Anne babanın önce ürkek ardından doludizgin bir şekilde hayatı olumlamalarını dile getirirken satırlar su gibi akıp gidiyor. Etraflarını kınayan bakışların ee daha da ne olmuş diyen bakışlara dönüşünü anlatırken mizah dozu yükseklere çıkıyor. Diğer yandan, itiraf sahnesinde birbirlerinden güç almaya çalışmaları çok çok sahici bir yerden konuşuyor. Kızlarının dönüşünü beklerlerken trenin gecikmesiyle yükselen gerilim, anne babanın ruh halindeki gelgitleri, kendileriyle hesaplaşmaları müthiş. Kızlarının sağ salim dönmesini istemekle trenin kaza yapmış olmasını içten içe dilemelerin arasındaki salınımı verdiği bölüm adeta bir psikanaliz seansı niteliğinde.
Romanın sonunda Tarlakuşu’nun elindeki kafeste bir güvercin, öyle özellikli değil basbayağı alelade hatta çirkin bir güvercinle gelmesi, Kosztolanyi’nin şairliğinden gelme bir metafor gücü olarak yorumlanmaya müsait. Kafesindeki o basbayağı güvercin Tarlakuşu’nun ta kendisi. Kitabın arka kapağında Peter Esterhazy’nin yaptığı yorumla da örtüşüyor bu durum: “Çirkinliğiyle, can sıkıcılığıyla, saldırgan iyilikseverliğiyle Tarlakuşu, biziz. Bu kadar katı, bu kadar öngörülebilir, bu kadar kişiliksiz olan bizim hayatlarımız. Tarlakuşu ebedidir. Ondan kurtuluş yoktur. Bizim küçük kuşumuz, daima eve döner” diyor Esterhazy. Kitabın son sahnesinde Tarlakuşu da kendisiyle yüzleşiyor. Gelgelelim, kendinden kaçmak ne mümkün!
Kosztolanyi esasında trajik bir durumu çok dozunda bir humorla ve adım adım işleyerek müthiş bir ifade gücüyle anlatıyor. Özgün metni bilemem ancak, çevirmen Erdal Şalikoğlu’nun da bu romanın Türkçedeki başarısında bir katkısı olduğunu söylemek yerinde olur sanırım. Aksamayan, tatlı tatlı akan bir metin var elimizde. Metin lezzetli olsa da bize söyledikleri demir leblebi. Yutabilene aşk olsun.
Yeni yorum gönder