Vampir edebiyatı, halk söylencelerinden kitap sayfalarına, oradan çizgi roman karelerine, beyazperdeye taşınan heybetli bir külliyat. Romantizmden post-modernizme envai çeşit feleğin çemberinden geçmiş bu şaşırtıcı ve dişli edebiyat türü, bugün her kesimden okuyucunun aradığını bulabileceği bir yamalı bohça. Anlatmaya ilk ilmekten başlayalım.
Vampir miti sadece Avrupa kıtasına özgü bir mit değil. Kana susamış bir halde mezarından çıkan yaratıklar, Güney Amerika’dan Transilvanya’ya epey geniş bir coğrafyada iş görüyor. Vrykolakas, vampir, strigoi, chupacabra sayısız isimlerinden sadece birkaçı. Ancak, vampirler belki de kadim canavarlar içinde modern zamanlara en iyi ayak uydurmuş, toplumsal hafızadaki imgelemini her daim yenilemiş ve değişen dünya ile birlikte varoluşlarını değiştirmiş tek tür. Söylencelerde geceleri avlanan, çirkin ve çürüyen yaratıklar olarak tasvir edilen vampirler, 18. yüzyılda edebiyat dünyasının ilgisine mazhar olduklarından beridir karizmalarını epey bir yükseltti. Buna bir de 1913’te Robert G. Vignola’nın yönettiği The Vampire(Vampir) filmiyle başlayan beyazperdenin büyüsü eklenince, mezarlıkların iğrenç yaratıkları bir anda ölümüne çekici bir fetiş nesnesi haline geldi. Popüler kültürün alıp yeniden biçim verdiği diğer canavarların tümü de –kurtadam, ejderler, periler- vampirin başarısı ardından bu dünyaya adım atan karakterler oldu.
Halk söylencelerinde, çocukları korkutmak için Slavlardan, Meksika yerlilerine pek çok annenin dilinde var olsalar da, vampirlerin bir kahraman olarak edebiyat sahnesine girmesi 18. yüzyılın sonlarına denk geliyor. Dönem manidar: Sanayi devriminin hızını aldığı, sömürgeciliğin filizlendiği, değişen sosyo-ekonomik yapıyla birlikte Avrupa’da bir yandan müthiş bir zenginliğin bir yandan da görülmemiş bir sefaletin başa baş gittiği yıllar. Edebiyat ve sanatta ise romantizm rüzgarları esiyor, genç yazarların, ressamların başını döndürüyor. Tüm bu fırtınanın tam ortasında, kan emici vampirlerin bilinçsiz bir kötülük timsalinden çıkıp göz kamaştıran ancak içten içten çürüyen birer aristokrat suretine bürünmeleri pek de şaşırtıcı değil hani.
Vampirlerin edebiyat yolculuğu Robert Southey’in 1797 tarihli Yok Edici Thalaba isimli şiiriyle başlıyor. Bu şiirde vampirimiz henüz bir yan rolde görünse de kariyerinde epey büyük bir basamak atlamış oluyor. Ardından, romantizm trenine her daim atlamaya hazır ve nazır Almanya’dan bir katkı geliyor: Heinrich August Ossenfelder’ın 1748 tarihli Der Vampir adlı şiiri. Şiir biraz 'Ya benimsin ya toprağın' tadında. Sevdiceği tarafından reddedilen vampir kahramanımız genç kızı “Gece gelir, kanını içerim,” diyerek tehdit ediyor. Şiirin tümüne yayılan hafif erotizm ise vampir edebiyatının ana temalarından birinin öncüsü. 1773 tarihli Lenore (Gottfried August Bürger) ise her ne kadar mezarından dönen kahramanı vampir olmasa da, vampir edebiyatı üzerinde önemli bir iz bırakan, Bram Stoker’ın Dracula’sında alıntılanan bir köşe taşı. Vampir edebiyatını çöp addedenlere özel bir örnek daha verip bu bölümü kapatalım: Türün ilk örneklerinden biri olarak Goethe’den 1797 tarihli Corinth’li Gelin:
Zorla mezarımdan kalkıp dolanıyorum
Tanrı’yla çoktan kopmuş bağı arayarak
Kaybettiğim damadımın peşinde
Kalbindeki yaşamın kanını içerek
Bereketli 1800’ler
19. yüzyılın başı, bildiğimiz anlamıyla vampir edebiyatının çiçek açtığı dönem. Lord Byron’un 1813 tarihli epik şiiri Giaour (Gavur), oryantal romanlarının ilki ve vampirlere değinen erken dönem kurgulardan biri. Alt başlığı Bir Türk Masalı’ndan Esinti olan Gavur, Hasan’ın haremindeki Leyla’nın Gavur’a aşık olduğu için öldürülmesini ve intikam arayışındaki Gavur’un sahibini öldürüp yaptıkları yüzünden “En sevdiklerini kanını içerek öldüren bir vampir” olarak lanetlenmesini anlatıyor. Yayınlandıktan iki yıl sonra 14. baskısını yapan Gavur, döneminin en popüler öykülerinden biri oluyor. Yani aslına bakarsanız, günümüz vampirlerinin tadı kaçmış 'aşk' motifleri ilk örneklerde de mevcut. Ancak asıl mesele bu aşk öykülerinde değil. En baştan söyleyelim, derdimiz alttan akan karanlık ve derin öykülerden soyutlanarak vampirlerden birer Don Juan çıkaran, tehlikesiyle sevdiğimiz bu ürpertici kahramanları yıkayıp paklayıp 'annelerimizin seveceği' türden muhallebi çocuklarına dönüştüren Stephanie Meyer ve şürekasıyla. İşte tam da bu nedenle, bir 'nereden nereye' dökümü yapıyoruz.
Vampir mitinin bildiğimiz kalıplara dökülmesi ve vampirizmin erotik bir öğe olarak hayallere girmesi ilk olarak Polidori’nin 1819 tarihli Vampir isimli kısa öyküsüyle başlıyor. Öykünün baştan çıkaran vampiri Lord Ruthven’in Lord Byron’a olan benzerliği ise edebiyat dünyasının o dönemki en lezzetli dedikodularından biri. Hakkını vermek gerekir, adı pek bilinen bir yazar olmasa da Polidori, bugün bile paraya para dedirtmeyecek bir fikir buluyor: Ölümsüz, sonsuz haz vaat eden ve çekiciliğine karşı konulamayacak bir kahraman. Mezarlık kokusuna erotizmin tekinsizliği eklendiğinde, korkuyla karışık arzunun karşı konulmaz karışımı elde edilmişti. Gerçi o zamanlar bir 'best-seller' müessesesi ve bu işin suyunu çıkaracak bir Hollywood bulunmadığı için Polidori ne büyük bir keşif yaptığını anlayamadan, 26 yaşında, depresyondan bir deri bir kemik kalmış ve dağ gibi bir kumar borcuyla bu dünyaya veda etti.
1847’de, vampir edebiyatının beşiği İngiltere’de bugünün vampir yazınındaki ana hatları ortaya koyan ve sonradan epeyce tekrar edilen temaları barındıran bir öykü yayınlandı: Vampir Varney (Varney The Vampire). Servetini kaybetmiş bir aristokrat ve vampirlikle lanetlenmiş bir zavallı olan Varney ile birlikte ilk kez besin tercihi dışında normal, sempati duyabileceğimiz türden, sivri dişleri, insanüstü gücü ve hipnotize etme yeteneği olan nurtopu gibi bir vampir doğmuştu. Varney yerine Kont Dracula’nın modern zamanların efsanesi olmasının nedeni ise, ilkinin epey kafası karışık ve kurgudan bihaber bir yazar tarafından, ikincisinin ise göz kamaştırıcı bir yetenekle yazılmış olmasıydı. İlk önceleri 3 kuruşluk broşürler olarak tezgahlara düşen ve 1847’de kitap olarak basılan Varney, 876 sayfa, 660.000 kelimelik uzunluğu ve bir türlü bağlanamayan kurgusu ile edebiyat tarihine geçti.
Artık yol açılmıştı. 1872’de yayımlanan Joseph Sheridan Le Fanu’nun Carmilla’sı vampir edebiyatının önemli köşe taşlarından biri oldu. Bu kez baş vampirimiz bir kadındı (ne kadar münasip!). Bu kitap, ardından gelen lezbiyen vampir fikirlerinin de başlangıcıydı ve dönemi için büyük bir devrimdi. Her ne kadar yazar, vampirinin cinsel yönelimini o dönemden beklenecek bir ketumlukla ortaya serse de, anlatıcı ve Carmilla arasındaki lezbiyen çekimin aşikar olduğu öykünün çok satan bir hikaye için gerekli herşeyi barındırdığını söylememize gerek yok: Güzel kadınlar, gerilim ve karanlık arzular. Pek sevgili Hollywood da bu birleşimi gözden kaçırmayacak ve Carmilla, vampir filmlerinin hamisi prodüksiyon şirketi Hammer’ın Karnstein Üçlemesi’nin (The Vampire Lovers 1970, Lust for a Vampire 1971, Twins of Evil 1971) temeli olarak kült filmler tarihine geçecekti.
1897 ise gotik edebiyat için de vampir mitolojisi için de bir dönüm noktası oldu. Üstad Bram Stoker’ın konuya el atması ile bugün bildiğimiz tüm vampir klişelerinin atası Dracula yayımlandı. Şaka değil, Stoker’ın bu muhteşem romanı neredeyse kendi başına bir mit sayılabilir; bugün sokakta on kişiye vampirlerle ilgili soru sorsanız, verecekleri cevaplar halk hikayelerine değil Stoker’ın Dracula’sına dayanır. Soğuk, ulaşılmaz ve ölümüne cazip kontun sınır tanımayan popülerliğe ulaşması ise elbette beyazperdenin de işe el atmasıyla mümkün oldu.
Beyazperdeden yayılan hipnotik güç
Sinema, neredeyse doğar doğmaz kendine oyun arkadaşı olarak vampirleri seçmişti. Ancak ilk örnek olan The Vampire (1913) bir kan emici değil, daha çok bir femme fatal öyküsüydü ve ilhamını Rudyard Kipling’in 1897 tarihli The Vampire isimli şiirinden alıyordu. Kipling, bu şiiri dönemin ünlü sanatçılarından Philip Burne-Jones’un aynı adlı tablosu üzerine yazmıştı. Kadın haklarının siyasi gündemin ateşli konularından biri olduğu, oy hakkı mücadelesinin kızıştığı (İngiltere’de 30 yaş üstü ev sahibi veya evli kadınların oy hakkına kavuşması için daha 20 yıl vardı) bir dönemde, vampir, femme fatale ve şeytan kadın imgelerinin arkadaşların bilinçaltına işlemesi tesadüf değildi elbette, tıpkı ilk modern vampir edebiyatının başlangıcı sayılabilecek Carmilla’nın bir lezbiyen vampir öyküsü olması gibi.
Ellere var da bize yok mu?
Her ne kadar Hollywood’un her türüne el atsa da, Yeşilçam vampirlere pek yüz vermedi. Yine de Kont Dracula’nın cazibesine yenildi. Türk sinemasının biricik vampir filmi, Mehmet Muhtar’ın 1953 tarihinde çektiği Dracula İstanbul’da mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken nadide bir eser. Efsanevi kontu Atıf Kaptan’ın canlandırdığı, öykünün orijinali ile aynı olduğu ve jenerik müziği fazlasıyla Süpermen’e benzeyen filmin sonu ise şahane: Güzin ve Azmi’nin evinde imam bayıldı bundan böyle sarımsaksız pişecektir!
1922’de ilk gerçek vampir filmimize kavuştuk. F. W. Murnau’nun Nosferatu, eine Symphonie des Grauens (Nosferatu: Bir Korku Senfonisi) filmi Alman yapımıydı ve Kont Dracula’nın uyarlamasıydı. Ancak Alman yapım şirketi kitabın haklarını alamadığı için vampir yerine Nosferatu demiş, başkahramanın adını da Kont Orlok olarak değiştirmiş ve telif haklarında biraz yan çizmişti. Böylelikle, sinema tarihinin ilk edebiyat uyarlamalarından biri telif dertleriyle birlikte doğdu. Film şirketi, Bram Stoker’ın dul eşinin açtığı davayı kaybettiğinde iflas etti ve mahkeme filmin tüm kopyalarının yakılması kararını verdi. Neyse ki kurtulan kopyalar vardı ve Nosferatu sonraki yıllarda kült filmler arasına girdi. 1979’da yine Alman yönetmen Werner Herzof, bu ilk vampir filmine özel bir saygı duruşu olarak Nosferatu’yu yeniden çekti ve Kont Orlok’u karakterin kendi kadar tekinsiz bir aktör canlandırdı: Klaus Kinsky.
Universal 1931’de Dracula‘yı beyazperdeye taşıdı ve koyu Macar aksanı, mıknatıslı gözleriyle Bela Lugosi ilk “Hollywood kontu” oldu. 1950’lerin ikinci yarısında ise yine Stoker klişelerine sıkı sıkıya bağlı Hammer Korku Serisi ortaya çıktı. Bu kez kontumuz, çekiciliğine bugün bile direnemeyeceğimiz Christopher Lee’ydi. Dracula, şöhret basamaklarını tırmanmaya başlamıştı. Uzun yıllar boyunca B tipi filmlerin biricik kahramanı olan vampirlerimiz, bu süre boyunca kendilerine has bir hayran kitlesi oluşturdu. Ancak sinemada 1800’ler etkisi sürerken, edebiyatta yeni bir çığır açılıyor ve 1970’lerle birlikte yeni bir tür vampir doğuyordu.
Yeni bir çağ: Post-modern vampirler
1970’ler vampir edebiyatı –ve dolayısı ile sineması- için kritik bir dönem oldu. 1970’lere gelene kadar, vampir öykülerinde iyi ve kötünün diyalektik karşıtlığını okumuştuk. Kont Dracula’ya bile insan hayatındaki acıları için üzülürken, vampir döneminde kötülüğün tüm hasletlerini yüklemiştik. Ancak, 1970’lerde başka bir dünya vardı artık. New-age çoktan doğmuş, hippiler çiçekli miraslarını bırakmış, post-modern bir dünya vuku bulmuştu. Vampir mitine de bir haller oldu.
Anne Rice, 1976’da Interview with the Vampire (Vampirle Görüşme) romanını yayımladı. İlk kez, vampirlerimizi “acıların çocuğu” kıvamında okuyorduk. Pişmanlık duyan, kuşkulu, kendiyle ve dünyayla derin dertleri olan ve daha çok insani duygular sergileyen kurbanlardı onlar. İlk kez burada vampirliğinden memnun olmayan depresif bir vampirle (Louise) ve şizoid Lestat’la karşılaştık. Romanın alt metninde, arkaik “iyi iyidir, kötü de kötü”den ötesini, seçim yapma özgürlüğünü, pişmanlıkları okumak mümkündü ve herşey dönemin ruhuna uygun olarak griydi. Siyah ve beyaz, saf iyi ve saf kötü yoktu. Örneğin ikinci kitap Vampire Lestat (Vampir Lestat), kötü bildiğimiz Lestat’ın bile iç çekişmelerini gözler önüne seriyordu. Anne Rice, vampir edebiyatının seyrini değiştirmişti. Vampirle Görüşme, sadece edebiyat dünyasında türünü bir üst kasta taşımakla kalmadı, 1994 yapımı film uyarlamasıyla da vampirleri B tipi filmlerden 224 milyon dolar hasılatlı bir filmin başrolüne çıkardı. Tom Cruise, Brad Pitt ve Christian Slater gibi döneminin en ünlü oyuncularını bir araya getiren film, Kirsten Dunst’ı da fazlasıyla yetenekli bir çocuk oyuncu olarak sinemayla tanıştırdı.
1970’lerin ikinci mirası: Blade
1970’lerde bir diğer önemli vampir teması doğdu. Çoksatar çizgiromancı Marvel tarafından ilk Blade yayımlandı. Blade bir vampir-insan karışımı, bir gündüz-yürüyendi ve sıkı bir vampir avcısıydı. Blade, “kendinden dertli” vampirler familyasının nadide bir örneği olarak okunabilir. Çizgi-roman, daha sonraları video oyunu olacak, televizyon serisine dönüştürülecek, beyazperdeye uyarlanacak ve Wesley Snipes’ın başrolünü oynadığı film, türün severleri tarafından başyapıtlardan biri kabul edilecekti. Gündüz yürüme teması ise, 2000’li yılların grotesk vampir-kurtadam film serisi Underworld’de vampirlerin biricik arzusu olarak tekrar karşımıza çıkacaktı.
Miniklere vampir öyküsü
“Vampirler her zaman korkutucu değildir.” Bu cümle, 1979’da yayınlanan Küçük Vampir (Der Kleine Vampir) isimli çocuk romanının mottosuydu. Korku öyküleri okumaya çok meraklı küçük Anton’un penceresinden gelen minik vampir Rüdiger’le olan dostluğunu anlatan, insanın içini ısıtan serilerden biri Küçük Vampir. Ve Enyd Blyton’un Gizli Yediler’i ile birlikte bir kuşağın başucu kitabı…30’dan fazla dile çevrilen ve 10 milyondan fazla satan serinin 2000 yılında filmi de çekildi.
Sıra dışı bir fetiş nesnesi: Vampir
Anne Rice ile birlikte başlayan değişim vampir mitolojisinin önünde bambaşka bir kapı açtı ve 1800’lerin sonunda kurulan vampir klişeleri 1990’larda bir bir sarsılmaya başladı. Vampirler artık korkulan değil, özenilen, istenen birer fetiş nesnesiydi. Aslına bakılırsa, 1992’de efsanevi yönetmen Francis Ford Coppola kendi Dracula’sını çektiğinde başımıza gelecekleri anlamalıydık. Coppola her ne kadar Stoker’ın karanlık dünyasına sadık kalsa da başrol oyuncusunu Gary Oldman olarak belirlediğinde bir nesil kadınların düşlerine vampirleri katmış oldu. Filmin müziklerinden Annie Lennox’un Love Song for a Vampire (Bir Vampir İçin Aşk Şarkısı) ise, ardından gelecek olan dönemin habercisiydi.
Vampir mitinin bu kadar tutuluyor olmasının bir nedeni de, elbette 'kan içme-kanının içilmesi' ritüelindeki açık erotizm. Özellikle film endüstrisinin bu erotizmi sonuna kadar kullandığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Kurban ve avcı arasındaki bu yaşam ve ölüm (birinin yaşamı diğerinin ölümü) döngüsü romantikleştirildiği kadar gerçekçi de. Ve elbette, hayli pornografik. Bu pornografi gözden kaçırılmayacak, tam tersine 90’larla birlikte iyice yükselişe geçecekti.
1993’te Laurell K. Hamilton’un bir nefeste okunan Anita Blake serisinin ilk kitabı Suçlu Zevkler yayımlandı. Vampirler, kurtadamlar ve bir animatörün (zombi diriltici) baş döndürücü maceralarına tanık olduğumuz seride, 1990’lara uygun düşecek şekilde bireysel hak mücadelelerine tanık oluyorduk. Bu kez vampirler modern dünyamıza girmiş ve toplumun önüne çıkarak haklarını (işletme kurma, vatandaşlık vb) arıyorlardı. Bu, bir anlamda Anne Rice’ın Lestat’la başlattığı “dolaptan çıkma” hareketinin devamı da sayılabilir. Bu seriyle birlikte vampir miti, “öteki” metaforunu başka bir gözle okumayı mümkün kıldı. Vampirler, özgürlükler ülkesinde haklarını arayan “ötekiler”di artık. Göçmenler, ezilenler, hak arayanlar ve vampirler. Bir kez daha söyleyelim mi: Ne kadar münasip!!!
Anita Blake serisi daha önce görülmemiş derecede erotik öğeler içerir. Hatta serinin bazı kitapları neredeyse yaş sınırı alacak denli pornografik sahnelerle dolu. En hafif deyişle kışkırtıcı serinin vampir avcısı ufak tefek esmer güzeli Anita Blake, çevresindeki tüm vampirlere, kurtadamlara, bilimum likantropa (şekil değiştirici) ve envai çeşit kötü adama diz çöktürüyor. Bu arada arap saçına çevirdiği aşk hayatıyla da okuyucunun ilgisini daim kılıyor. Anita Blake: Bir Vampir Avcısı, bol kan ve şehvetten müteşekkil bir serinin başrolünü kadın kahramana vermesiyle de önemli ancak bu kadın kahramanın gittikçe 'erkekleşmesi' gibi ufak bir sorundan da paçasını sıyıramıyor. Anita’nın testesteron seviyesi seriye eklenen her yeni kitapta yükseliyor. Serinin onuncu kitabı Zincirlenmiş Narkissos kelimelerin şehvetine (mecazi anlamda da değil üstelik) fazlasıyla kapılmıştı, 16. kitap Karakan’a geldiğimizde ise artık yolun sonunu açıkça görmeye başladık. Serinin şimdilik 21 kitabı olduğu düşünülürse, Anita’nın geleceği hakkında endişelenmemiz doğal elbette.
Hamilton’ın tekniğini bambaşka bir üslupla tekrarlayan diğer örnekse Charlaine Harris’in Anthony Roman Ödülü kazanan Güneyli Bir Vampir serisi. Harris’in ABD’nin en sıkıntılı (evet, Mayıs Sıkıntısı tadında) Güney’inde geçen seri, çarpıcı bir kara mizahla bezeli. Öteki metaforunun sonuna kadar kullanıldığı romanın mekan olarak ötekileri en zor kabul eden, muhafazakarların kalesi Güney’den küçük bir kasabayı seçmesi de son derece manidar. Serinin HBO yapımı dizi uyarlaması da karanlık atmosferi ve baş döndüren müzikleri ile kitapların etkisini ikiye katlıyor. Ancak dizi, yine aynı tuzağa düşerek üçüncü sezonuyla birlikte daha çok seks daha az öyküyle kalbimizi kırıyor.
Türler ötesi bir film: Plan 9 From Outer Space
Plan 9 From Outer Space, kült yönetmen Ed Wood’un, beyazperdenin ilk, kalbimizin son Dracula’sı Bela Lugosi ile son yaptığı projeydi. Vampir uzaylıların dünyayı ele geçirme planını anlatan filmde başrol Ed Wood’un hayranı olduğu Bela Lugosi’nindi. Ancak Lugosi, filmin ilk çekimleri sırasında hayatını kaybetti. Ancak bu, sinemanın az biraz kaçık çocuğu Ed Wood’u durdurmadı. Lugosi’nin görüntülerini filmin başında kullanan Wood, devamındaysa yüzünü sürekli pelerinle kapatan bir dublör kullandı. Dublörün Lugosi’den 15 cm uzun olması dert değildi, önemli olan niyetti elbette. Filmin afişinde durumu “Almost Starring: Bela Lugosi” (Neredeyse Oynuyordu) diye duyuran Wood, filmin sonunda ise Lugosi için sinema tarihinde ilk kez “Special Ghost Appereance” (Özel Hayalet Oyuncu) kategorisini yarattı. Bu titr, efsane Kont Dracula’nın şanına yaraşırdı.
1990’ların son sürprizi ise Buffy. Vampir mitine yeni katkı, bu kez dizi sektöründen geldi ve ilk kez ruhu olan bir vampirle, Angel ile tanıştırıldık. Tam “Daha neler olacak bakalım,” derken 2000’lerle birlikte vampir soslu Barbara Cartland romanları devri başladı ve vampir edebiyatı tam da bu noktada şirazesinden çıktı.
İdeal erkek: Yakışıklı, duyarlı, asil, entelektüel, vampir!
2000’lerin vampirleri yeni bir ideal erkek tipi yarattı. Duyarlılar, süper güçleri var ve ölümsüzler. Yine zamanın ruhuna dönersek, tüketimin hızlandığı, gençlik iksirlerinin çoğaldığı, insanların hep genç görünmek için paralar saçtığı ve “halinden memnun” olmanın lanetlenip hep “yeniliklerin peşinde” koşmanın kutsandığı, her tür içeriğin seyreltilerek ambalajın parlatıldığı bu dönemin vampirleri de karanlık sulardan çıkıp “elmas gibi parlayacaktı” elbette.
Bu akımın öncüsü, 2003’te ilki yayınlanan Alacakaranlık serisinin yazarı Stephanie Meyer oldu. Alacakaranlık serisi çarçabuk okunan ve pek akılda kalmayan dört kitaptan oluşuyor. Stephen King’in bu seri hakkında “ J.K. Rowling (Harry Potter) ve Meyer arasındaki temel fark Meyer’ın iki kelimeyi biraraya getirememesi,” dediğini de ekleyelim. Evet öykünün pek bir derinliği yok, sıradan bir aşk hikayesinin vampirlerle süslenmiş hali ama ortalama okuyucuyu tam kalbinden vuracak bir şeyi var: Tutkulu bir aşk. Buna bir de serinin Hollywood uyarlamasındaki başrol oyuncusu Robert Pattison’un 7’den 70’e kadınlar üzerindeki şaşırtıcı (gerçekten çok şaşırıyorum sevgili okuyucu) etkisini ekleyince, bu yavan serinin nasıl olup da 100 milyondan fazla sattığı ve 37 dile çevrildiğini anlamaya başlayabiliriz. Stephanie Meyer’ın serisi, özellikle kadın kahramanı Bella’nın son derece edilgen olması nedeniyle feminist örgütlerden de epey tepki aldı. Gerçi yazar kitapların kadın kahramanın ağzından anlatıldığını söyleyerek kendini savunmaya çalıştı ama pek de inandırıcı olmadı.
Meyer’ın açtığı yolda yüzlerce farklı kitap yazıldı. 2000’lerin vampirleri artık maalesef Barbie bebekleri gibi: Görüntü var, ses yok!
Neyse ki 2000’ler romantik vampirlerle sınırlı kalmadı. Füzyon mutfağının moda olması gibi, füzyon vampirler de türedi. Seth Grahame-Smith’in 2010’da yayımlanan Vampir Avcısı Abraham Lincoln, Kim Newman’ın 1992’de Dracula Günlükleri ile açtığı yolda ilerleyerek alternatif tarih kurgusu için bir örnek daha yarattı. Gerçi, Dracula Günlükleri, verdiği referanslar ve atıfları ile profesyonel vampir edebiyatı takipçilerini bile bildiklerini baştan okumak zorunda bırakan sıradışı bir kitaptı. Grahame-Smith’in, Abraham Lincoln’ün vampir avcısı olduğu dünyası ise filmi çekilsin diye düşünüldüğü fazlasıyla belli bir öykü ama ne yapalım, zamane çocukları artık 'çok işlevli', kitabını da, senaryosunu da bir çırpıda çıkarıveriyor aradan. Öykünün sinema uyarlaması, bu yıl Timur Bekmambetov ve Tim Burton’ın ortak yapımcılığında gerçekleşti. Gerçi, bunca yıl vampirlerden uzak durmuş Tim Burton’ın 2012’yi vampir yılı seçmesi hepimizi heyecanlandırdıysa da, geçtiğimiz haftalarda gösterime giren Barnabas Collins (Karanlık Gölgeler) uyarlamasındaki performansını göz önüne aldığımızda, umudumuz Bekmambetov’un filmde daha fazla sözünün geçmiş olması.
Isırsak da mı saklasak...
Başta da söyledik, vampir edebiyatı artık her tür okuyucunun aradığını bulabileceği bir yamalı bohça. Türün gerçek meraklıları için karanlık ve tekinsiz örnekler kadar, aşk romanı müptelaları için de alternatif tarih meraklıları için de 'vampirli kitap' bulmak mümkün. Ancak “Ben vampirimi olduğu gibi severim,” diyenlere özellikle selam ediyor ve uyarıyoruz: Çoksatar müessesi vampirleri keşfedeli çok oldu. Sular durulana kadar beklemek lazım.
En koyu karanlık: Barovia
Edebiyatın bu dişli karakterlerini anlatırken, karanlıkların en 'has' prensini unutmak olmaz. Fantastik rol yapma oyunlarından edebiyata geçen Strahd von Zarovich, ülkesine kanla bağlı bir kontken, şeytani güçlerle yaptığı anlaşmayla ülkesini sislerin, tekinsiz bir varoluşun içine çeker. Ravenloft'un Barovia'sı, 'damardan' bir vampir öyküsüdür ve türün sevenleri için kaçırılmaması gerekir.
Birincisi siz yazar, sanırım bu sayfayı alacakaranlık fanlarının bulup bu yazıyı okumayacağını sanıyorsunuz. Fakat size şunu söyleyeyim eğer kitapları okuduysadınız(!) dikkatli bir biçimde okuyup o hikayenin içine girseydiniz bu tip bir yorum yapmayı düşünmezdiniz .İkincisi de lütfen şu barbie bebek meselesini ortadan kaldırın çünki çok saçma zaten eğer bir vampire aşık olucaksan tipli bir şey olması gerekir değil mi? Bella gidip drakulaya mı aşık olsun ha?
Damla Hanım yazınız gerçekten çok güzel, vampirlerin popüler kültür tarafından barbie bebekler haline getirilmesi konusunda birçoğumuzun içindeki tepkiyi yansıtmışsınız. Size alternatif bir vampir kurgusu tavsiye etmek isterim seveceğinizi düşündüğüm. İlgilenirseniz eğer;
http://www.thebookofnod.com/
http://www.imdb.com/title/tt0115232/
Ahmet Bey,
Belirttiğiniz adrese son sayımızın gönderimi gerçekleşecektir.
Ayrıca; SabitFikir'e bu linkte belirtilen adreslerden ücretsiz olarak ulaşabilirsiniz. http://www.sabitfikir.com/haber/sabit-fikiri-nereden-bulacaksiniz
Sevgiler,
sabit fikir'i adresime göndermemi istemek çok mu yüzsüzlük olacak? şansımız deneyeyim dedim... esenlikler.
(Özel bilgileriniz yorumdan kaldırılmıştır.)
Yeni yorum gönder