Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Kirli işler arasında




Toplam oy: 1202
John le Carré, hem açıklamaları hem de romanlarıyla hep tartışılan bir isim oldu. Bu tartışma elli yıldır sürerken, birçok başyapıt çıkarmayı da ihmal etmedi.

Herhangi bir ülkenin istihbarat örgütünde görev almış bir yazarın yazdıklarına salt edebiyat olarak bakmanın ne kadar doğru olduğu tartışılır. Yazarın gerçekleri ne kadar anlattığı, neyi dışarıda bıraktığı ve diğer bütün etik soruları yazardan ve eserinden bağımsız olarak düşünmek zor. Sinemaya da sıkça uyarlanan isimlerden “eski casus” John le Carré’nin altı yıl önce yayımlanan Aranan Adam kitabından perdeye aktarılan Anton Corbijn imzalı A Most Wanted Man’in vizyona girmesiyle bu meseleler de tekrar aklımıza düştü ister istemez.

 

Le Carré’nin kendi ülkesindeki istihbaratçılar ve devletin bekasını düşünen kesim tarafından sevilmediği geçmiş yıllarda gündeme gelmişti. Eski meslektaşı John Bingham, “Eskiden arkadaşımdı, ama şimdi yaptığı her şeyden ve gizli servise karşı söylediklerinden nefret ediyorum,” sözlerini sarf ettiğinde le Carré, “Bingham, gizli servis ile ülkeyi sevmenin eşdeğer olduğuna inanıyor. Bense bu bağlılığın sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bazı durumlarda gizli servislerimiz düşman olarak görülen ülkeler kadar tehdit oluşturabilir,” diyerek kendisini savunmuştu. Diğer yandan, ülkesi için casusluk yaptığını açıkladığı dönemde ajanlığı “Kendimi rahip gibi hissediyorum,” gibi cümlelerle ifade etmesi de le Carré’yi tartışılan bir isim yapmıştı. O gün bugündür le Carré iki tarafa da yaranamıyor belki ama politik gerilim türünün en usta isimlerinden biri olduğu da bir gerçek.

 

 

Sinemaya da uyarlanan ilk kitabı Soğuktan Gelen Casus, sadece le Carré’nin değil türün de en iyilerinden... Romanın beyazperde uyarlaması da yine çok etkileyici. Martin Ritt tarafından yönetilen dört başı mamur filmde başkarakter İngiliz casus Alec Leamas, görev için geldiği Doğu Almanya’da ülkesi tarafından kullanıldığını anlıyor ve kendisini piyon gibi görenlerle mücadele etmeye başlıyor. Sistemin içinden sistem dışı bir karakter yaratan, son derece gerçekçi, sert ve karanlık bir tonla hikayesini anlatan le Carré, ajanları basit birer piyon olarak göstererek büyük oyunu, güç-çıkar ilişkisine taşıyor hikayeyi... Leamas’a, “Biz küçük, sefil, perişan herifleriz sadece...” dedirtmesi boşuna değil. Bunu yaparken “ulusal güvenlik meselesi” üzerinden sert eleştiriler getirse de, birçok alaycı diyalog ile istihbarat birimlerinin var olma nedeni olan “düşmanları” da olumsuzlayarak durumu bir nebze eşitlemeye çalışıyor.

 

Soğuktan Gelen Casus’un ardından iki hikayesi televizyon için kullanılan yazarın Casus Kim (The Deadly Affair) ismiyle perdeye uyarlanan ikinci kitabı Call for the Dead oldu. Türü iyi bilen yönetmenlerden Sidney Lumet’nin yönettiği Casus Kim, üzeri kapatılmaya çalışılan bir intihar sonrasında kendini şüphe ve sorularla dolu bir serüvenin içinde bulan Charles Dobbs’un hikayesini anlatıyor. Soğuktan Gelen Casus gibi bir klasik sayılmasa da Lumet’nin usta işi dokunuşlarıyla romandaki detaycı ve gerçekçi tonu yakalamayı başarıyor.

 

Sonraki uyarlama Casuslar Mücadelesi (The Looking Glass War) ise, yine Sovyetler Birliği ile Batı arasındaki soğuk savaşın fonunda geçen sıkı bir gerilim. Frank Pierson imzalı filmin roman kadar etkili olmadığını söyleyebiliriz. Hatta, Batı’nın düşman olarak kodladığı fikirleri/ülkeleri en az kapitalizm kadar tehlikeli gören bir bakışın filme sızdığını ve böylelikle bireye yaslanarak devletleri kirli işler bakımından genellemeye çalıştığını söyleyebiliriz.

 

 

 

 

Casuslar Mücadelesi sonrasında (1970-90 arasında) hiçbir le Carré kitabı sinemaya uğramadı. Bu sürede Smiley’s People, Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy), The Perfect Spy gibi çarpıcı işleri sadece televizyona uyarlandı. 1990 yılında ise, yani soğuk savaşın bitimine bir yıl kala, yine bir soğuk savaş hikayesi perdeye geldi. Le Carré’nin en çok satan kitaplarından biri olan ve -bir başka usta- Tom Stoppard’ın uyarladığı, Fred Schepisi’nin yönettiği Rus Evi (The Russia House), le Carré uyarlamaları arasında Batı/Amerikan bakış açısına net bir şekilde sahip olmasıyla ayrılıyor.

 

2000’li yıllar ise le Carré’nin romanlarını perdede daha sık gördüğümüz dönem oldu. Tabii, dünya değişince ülkeler, mekanlar, hikayeler de değişmeye başladı. Panama Terzisi (The Tailor of Panama), çapkın bir İngiliz ajanın sürgün edildiği Panama’da gerçeği arayışını; Arka Bahçe (The Constant Gardener) ise Kenya’da, yine kirli bürokratik işler ve diplomatik sırlarla dolu bir hikayeyi anlatıyordu. 2011’de izlediğimiz Köstebek’in ise, Soğuktan Gelen Casus ile birlikte le Carré uyarlamalarının en iyisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha önce televizyona da uyarlanan hikaye, İngiliz İstihbarat Teşkilatı içinde Sovyetler Birliği için çalışan bir “köstebek” ajanın olduğu şüphesi üzerine kuruluyor. Tomas Alfredson’ın yönettiği film, dönemin politik atmosferini kusursuz bir şekilde görselleştirerek kitabın hakkını vermeyi başarıyor. Köstebek’i izlediğimizde le Carré’nin gerçekçilik konusunda ne kadar titiz olduğunu, ayrıntılara düşkünlüğünü ve harekete ihtiyaç duymadan gerilim yaratmaktaki ustalığını bir kez daha görüyoruz.

 

Yeni düşmanlar

 

Son olarak, usta yazarın temel yapı ve meselesi bakımından aynı olmakla birlikte dönem itibariyle farklı olan hikayesi Aranan Adam da sinemaya uyarlanmış oldu. Soğuk savaş sonrası komünizm korkusu yerine yeni düşmanlar yaratıldı ve günümüzde bu düşmanın adresi hep Ortadoğu oldu. Aranan Adam da, le Carré’nin vazgeçemediği temalar etrafında dönüyor; kitabın çıkış noktası da aslında bunu açık ediyor. Le Carré, 11 Eylül sonrası oluşan güvenlik-özgürlük paradoksuna dair bir roman yazacakken Guantanamo’da sebepsiz bir şekilde esir tutulan Murat Kurnaz’ın hikayesine rastlıyor. Ve bu “gerçek” hikayeyi Aranan Adam’a taşıyor.

 

John le Carré, başta da belirttiğimiz gibi, hem açıklamaları hem de romanlarıyla hep tartışılan bir isim oldu. Bu tartışma elli yıldır sürerken birçok başyapıt çıkarmayı da ihmal etmedi. Peki le Carré, sistemi gerçekten deşiyor mu, yoksa deşiyor gibi mi yapıyor? Kirli ilişkileri ortaya dökerken daha iyi bir modele işaret ederek devleti ideal olarak mı gösteriyor? Sistemin defolarını gösterirken “düşman” ilan edilenlere devlet ideolojisini dışarıda bırakarak bakabiliyor mu? Derdi sadece hikaye anlatmak mı yoksa güvenlik-özgürlük çatışmasına dair bireyi öne çıkaran bir sözü var mı? Ve, soruna dair gerçek soruları soruyor mu?

 

 

 


 

 

 

* Görsel: Sinan Arık

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.