Her sıradan okur gibi, kitabevinin raflarından bir kitap seçip kasada parasını ödedikten sonra, o kitabı önce okuyor ardından kendi kitaplığıma koyuyorum. Bu esnada bin yıllar boyunca güçlükle tamamlanmış bir döngüyü, basitçe yerine getirmiş oluyorum. Barış koşullarında yaşamanın ve kültür endüstrisinin mümkün kıldığı bu basit eylem, bir zamanlar silah tehdidi altında, gizli gizli yapılıyordu. Hâlâ zaman zaman gerçekleşen elim olaylar, bu baskının neye benzediğini hatırlatıyor. Savaş zihniyetini aşamamış insanların kültür üretimini nasıl etkileyebileceğini acıyla anlıyoruz. (Charlie Hebdo’da hayatını kaybeden veya yaralanan meslektaşlarımızın savaşa programlanmış insanlar tarafından vurulduklarını ürpererek gördük. Bu esnada bir alışveriş merkezinin ya da havaalanının "lounge" salonunda bir elektronik cihaz vasıtasıyla, Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri romanına göz atmak ve kimseye zarar vermeden alışverişe ya da yola devam etmek de mümkündü oysa.)
Peki, bugünün “barış” koşullarında, kültür endüstrisinin üretim, aktarım, sunum ve değerlendirme mekanizmaları nasıl işliyor? Bu soruyu değerlendirmek için, konuya ilişkin kitaplara göz atmakta fayda var. Her sene böylesi kitaplar yayımlanıyor (mesela Umberto Eco ile Jean-Claude Carrière’in bizde Can Yayınları’ndan çıkan Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın adlı söyleşisi) ve ben 2014’ün Kasım ayında yayımlanmış bir kitabı aklımda bu soruyla ele (aslında elektronik cihazlarıma) aldım: Tim Parks’tan Where I'm Reading From: The Changing World of Books (Nereden Okuyorum: Kitapların Değişen Dünyası).
Tim Parks çok kimlikli çağdaş bir usta. İtalya’da yaşayan Parks, hem ustalıklı bir roman yazarı hem de İtalyan kültürünü Anglosakson dünyasına anlatan bir kültür elçisi, hem Alberto Moravio’dan Italo Calvino’ya, Antonio Tabucchi’den Roberto Calasso’ya önemli isimlerin yapıtlarını aktaran bir çevirmen hem de Milano’da dil ve çeviri dersleri vererek kültür zanaatkarları yetiştiren bir hoca. 1954’te Londra’da doğdu, Cambridge ve Oxford’da okudu, ama 1981’den beri İtalya’da yaşıyor ve bir İtalyanla evli. Kitaplara ilişkin 60 yıllık hayat tecrübesini konuşturduğu denemelerini, önce New Yorker, New York Review of Books gibi dergilerde yayımlattı, ardından cihazımın ekranına yansıyan Where I'm Reading From kitabında topladı.
Neden, kime, ne karşılığında... Yazmaya değer mi?
Tim Parks, yazmanın ve okumanın amacını sorgulayarak giriyor kitaba. Neden yazıldığını (para, kariyer, şöhret, konum, iktidarı değiştirmek, dünya barışını sağlamak, sağaltım ya da oyalanma gibi saymakla bitmeyecek motivasyonları akla getiriyor hemen), kime yazıldığını (yazma esnasında etrafta olmasalar da, satış rakamlarına bakınca veya imza günlerinde, okuma toplantılarında ya da okur yorumlarında beliren o hayali ortalamayı hatırlatıyor), ne karşılığında yazıldığını (yeni koşullarda gittikçe azalan maddi ve manevi karşılıkların farkındayız; ama geçen zamanla birlikte, takip edilecek yepyeni yazarlar ve okunacaklar listesine eklenecek yepyeni yapıtlar ortaya çıkıyor) mutlak cevaplar bulmaya çalışmadan sorguluyor.
Türkiye’de altına hücum dönemindeyiz; okuma-yazma öğrenmiş kalabalık bir nüfus ve her geçen gün daha fazla okuyup yazıyor. Her ne kadar hâlâ alfabemizi ve dillerimizi tartışıyorsak da, birikim (ya da yığılım) artıyor ve kimisi yüksek ölçekli, kimisi dar kalıplı yapıtlar ortaya konuluyor durmadan. Yazan, çeviren, yayına hazırlayan, tanıtım yazısı yazan, eleştiren, kitapları raflarda veya sitelerde satışa sunan insanların sayısı da artıyor. Bir bakıma korkutucu bir enflasyon; ne de olsa her okur aslında yalnız başına ve kalabalıkların içinden neyi seçeceğini doğal olarak şaşırıyor. Yine de, gittikçe genişleyen bir okur-yazar evrenine (piyasasına) sahip olduğumuzu söyleyebiliriz.
Ama Anglosakson yayın piyasasının (son dönemde hakkını veremese de, küresel yayın piyasası da oldu) taşları yerine oturmuş, pazarı genişlemiş, okurları ve yazarları artmışsa da zirveyle etekleri arasındaki mesafe çok dik; yani az sayıda büyük yazarın, çok sayıda istekli ile aracının bulunduğu ve kitlelere hitap eden bir kitabın okura ulaşana dek kırk kapıdan geçtiği bir alan burası. Bugün küresel yayın piyasasına yapıt sunmaya alışmış Jonathan Franzen, Will Self gibi yazarların bile gelişmelerden ürküp tezgahların daralacağını iddia ettikleri, kimi zaman tavırla kimi zaman gösterişle, bildiğimiz biçimiyle romanın sona erdiğini ilan ettikleri koşullarda, Tim Parks gibi çok kimlikli birinin sorgulamaları sağlıklı perspektifler sağlayabilir. Zaten Parks da, nitelikli edebiyat denebilecek alanda, küresel piyasanın gün geçtikçe Anglosakson zihniyetin ve ortalama bir İngilizcenin hâkimiyeti altına girdiğini öne sürüp, ödüllerden edebiyat temsilcilerine, editörlerden eleştirmenlere alıştığımız aktörleri sorguluyor. Dünyanın çok geniş bir kısmının piyasaya girebilmek için, neden kendi özgünlüklerini terk ederek aynı kalıpları tekrarlamak ve tükenişe katkıda bulunmak zorunda kaldığını da, bir bakıma cesaretle irdeliyor. (Mesela birkaç noktada, Orhan Pamuk’un kendisine özgü, büyük bir yazar alanı yaratmasına rağmen son romanlarıyla kendi dilinden ve doğduğu ortamdan uzaklaşıp sanki küresel okura yöneldiğine değiniyor; edebi olanın özgün olanla ilgisi bulunduğu dönemden çıkılıp sadece kalıplara uyan yazarların yayılabildiği bir döneme geçildiğinden hayıflanıyor.)
Elbette Tim Parks gibi isimler, karamsar tablolar öne sürerek, kültür endüstrisinin çöküşünü muştulamaya çalışmıyorlar; sordukları pek çok soruya negatif yanıt vermek yerine, kendi tercihleri doğrultusunda bir çıkış yolu sunuyorlar aslında. Küresel romanın sıkıcılaştığından bahsederken de, edebiyatın zorunlu olmaması gerektiğini iddia ederken de, bazı dillerde yazılanların ötekilere aktarılmasının engellerini gösterirken de ümitsizliği değil, yapılması gerekenleri vurguluyor hep. Her şeye rağmen fırsat çok!
* Görsel: Ali Çetinkaya
Yeni yorum gönder