Nihayet yorgun ve uykusuz bir halde memlekete ulaşıyoruz. Artık köydeyiz. İlk iki gün gece uyuyor, gündüz uykulu geziyorum. Kendime geldiğimde, sonsuz ve sorunsuz bir dünyanın kapısından içeri girmiş oluyorum. Burası bir rüya...
Şişli’de bir yazıhane vardı. Caminin yan sokağında. Yakın zamana kadar köye giden otobüse oradan binerdik. Artık Topkapı otogarından biniyoruz. Yetmişlerin sonu. Hep sabah otobüsüne bilet alınıyor. Babam aydınlıkta yolculuk etmeyi seviyor olmalıydı.
Kıyamet gibi bir kalabalık. Gelenler ve gidenler. Türlü satıcılar. İşte Taşköprü otobüsü. Bazen de Boyabat otobüslerini tercih ediyoruz.
Babam bagaj işini hallediyor. Köydeki komşulara vermek için paket çay, kesme şeker ve kalıp sabun almış. Yükümüz fazla.
Koltuğumuza oturuyor, otobüsün hareket saatini bekliyoruz. Bir adam elinde tepsiyle hızlı bir şekilde içeri giriyor ve herkese limonata dağıtıyor. Almak istemeyenlere ısrarla uzatıyor. Her seferinde otobüs firmasının ikramı sanıyor ve alıp içiyoruz. On dakika sonra boşlarla beraber paralar da toplanıyor. Tüh.
Araba tutsa da cam kenarında yolculuk etmeyi seviyorum. Daha o yaşlarda, tabiatı seyretmek hoşuma gidiyor. Akıp giden evler, ağaçlar, insanlar. Yaklaştıkça uzaklaşan dağlar… Tam İstanbul’dan kurtulduk derken geri dönüyoruz. Harem otogarı. Büyük sıkıntı.
Sonunda İstanbul’dan çıktık. Pendik ve Tuzla’dan başka yolcular da biniyor. Güzergâhın devamı şöyle: Darıca, Gebze, Hereke, Sapanca, Akyazı, Hendek, Düzce, Bolu, Gerede, Karabük, Araç, Kastamonu ve Taşköprü.
O yıllarda, Taşköprü ve Boyabat otobüslerinde çalışan muavinlerin belinde tabanca olurdu. Çekinir, doğru dürüst su bile isteyemezdik. Seslenince gelen ses: “Ne va, ağasının?” Otobüslerde sigara içmek serbest. Koltukların arkasında sabit küllükler bulunuyor. Yolculuk boyunca otobüsün içi duman doluyor. Bazen söyleniyor biri: “Az için, bebek var!”
Otobüsümüz Söğütlüçeşme dinlenme tesislerinde mola veriyor. Söğüt ağacının gövdesinden gelen su her defasında hayrete düşürüyor beni. Annemin yolluk olarak hazırladığı haşlanmış yumurta ve patatesleri yine yemiyoruz. Babam taskebabı ısmarlıyor. Annem söylenip duruyor.
Bolu dağı yolumuzu kesip bizi yavaşlatıyor. Çıkmakla bitmiyor. Adım başı uyarı levhası. Önümüzde ağır yük taşıyan bir kamyon varsa, otobüs durma noktasında ilerliyor. Dışarıdan orman havası yerine yanık yağ ve mazot kokusu geliyor. Camları kapatıyoruz. İyice bunaldık. Yolcular buldukları her şeyi yelpaze olarak kullanmaya çalışıyor.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda Bolu dağı bana ne kadar görkemli gelirdi. Meğer bizim köyün rakımı bile bu dağın iki katı imiş. “Çözülmüş bir sırrın üzüntüsü” içindeyim. Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın önünden geçiyoruz. Her defasında ilk kez görüyor gibi bakıyorum. Hava sıcaklığı belli olacak derecede hemen artıyor.
Araç üzerinden Kastamonu il sınırlarına girmiş oluyoruz. Küçük bir ilçe. Askerlik şubesi ve hemen biten ana caddesi. Aklımda bunlar kalmış.
Kastamonu’da mutlaka otogara uğruyoruz. Yarım saat kadar burada oyalanıyoruz. Hısım akraba ve konu komşu için çekme helva, kel simit alınıyor. Bunlar yoksa, gelenek tamam olmaz.
Son bir yolumuz kaldı. Kastamonu ile Taşköprü arası yarım saatten biraz fazla sürüyor. Muavinin çağrısıyla beraber tekrar otobüsteyiz.
Bu güzergâhtaki küçük kasabaları artık ezbere biliyorum. İlk olarak karşımıza Göl kasabası çıkıyor. Eski isminin Gölviran olduğunu ve zamanında yüksek sayılabilecek bir nüfusa ev sahipliği yaptığını sonradan öğreniyorum elbette.
Göl kasabası, aile içinde ara sıra konuşulurdu. Çünkü yakın akrabalarımızdan biri burada çoban durmuştu. Acaba rahatı yerinde miydi? Garip düşmüş müydü? Bir görmek lazımdı.
Kastamonu Şeker Fabrikası’nın önünden geçerken, babam, her defasında farklı bir akrabanın ismini anar ve cümlenin sonunu hep aynı sitemle bağlardı: “Şuraya bi aldıramadık.” Alatarla, ilimiz ile ilçemiz arasındaki son büyük yerleşim yeri. Fakat bu ismi kimse kullanmaz, herkes oraya Germeç derdi. Burada namlı akrabalarımız vardı. En çok da Numan Amca’yı severdim. Otobüsün camından dikkatle bakıyorum.
Belki onu görürüm. Gerçi gördüğüm hep kendir bağları, balyaları olurdu. Bilmek, büyümekle beraber geliyor. Elli yıl öncesine kadar Alatarla’nın resmi ismi Germeç Pazarı imiş. Germeç, hem bir Türk boyu, hem de ip anlamına geliyor.
Böylece kendir balyalarını oradan alıp şuraya bırakabiliyorum. Babam, Kastamonu - Taşköprü yolunda, isimlerine dilimin dönmediği köyleri gösteriyor sürekli. Alamaşişli, Alamakayış gibi. Sıklıkla parmağını bir yere doğru uzatıp anlatıyor: “Şehri halan dağın böğründeki o köyde oturuyor. Satı Kadın şu tepelerin ardından gelin geldi. On üç yaşında şuradaki köye aksataya gittim.”
Nihayet yorgun ve uykusuz bir halde memlekete ulaşıyoruz. Otobüsten sağ salim inmenin halsiz sevinci. Fakat yolculuğumuz henüz bitmedi. Baba ocağına ulaşmak için yirmi kilometre daha gitmemiz gerekiyor. Sürekli yokuş yukarı çıkan tozlu bir yol. İlçeden köye düzenli işleyen herhangi bir araç bulunmuyor. O vakitler kimsede doğru dürüst vasıta yok. Traktörü olan parmakla gösteriliyor. Arkasından “kesin gömü bulmuştur” diyorlar
Bir keresinde vasıta bulamadık. Gecenin bir yarısı oldu, öylece meydanda kalakaldık. Taşköprü merkezde bir akrabamız varmış. Onlara misafir olduk. Evin hanımının soğuk davranışı ve gözlerini üstümüzden ayırmayışı hâlâ aklımdan gitmez. Kırk yıl oldu ama unutmadım.
Köye hangi vakit girersek girelim, sabah veya akşam, hep aynı karşılama bizi beklerdi: Üstümüze doğru koşan dağ köpekleri. Öyle ki arabanın önüne kendilerini atarlardı. Artık köydeyiz. İlk iki gün gece uyuyor, gündüz uykulu geziyorum. Kendime geldiğimde, sonsuz ve sorunsuz bir dünyanın kapısından içeri girmiş oluyorum. Burası bir rüya... Raziye Kadın gibi garip isimler taşıyan yaşlı kadınlar, buldukları her yerde beni öpüyor ve aralarında anlaşmış gibi daima aynı şeyi söylüyorlardı: “A yavrum, görmeyeli amma büyümüşsün.” Bir diğer konu da kime çekip çekmediğim hakkındaydı.
Çeyrek asır sonra şunu yazdım: “Suya çekmişim ben, bilmem…”.
Yeni yorum gönder