Stevenson’ın öyküsü bir paradoksun malzemesiyle yazılmıştı; içinde bulunduğumuz, deneyimlediğimiz kapitalizm-krizinin paradoksuyla. Sistem baş aşağı gidiyor, batıyoruz ve yine de devam ediyoruz. Neo-liberalizm ülkelerin düze çıkması için ‘borç‘ formülünü öneriyor, eğer Çin’de kredi kartı kullananların sayısı ve harcamalar artarsa, daha çok borçlu tüketici olursa, para/akış sistemi yeniden dengesine kavuşacak.
1891’de yayımladığı öyküde genç bir adam, Keawe, günlerden birgün Hawaii’deki evinden ayrılıp yollara düşer, bir gemiye atlayıp yeni kapitalizmin liman şehri San Francisco’ya gelir. Burada ışıklar içindeki olağanüstü bir evde tanıştığı adamdan her arzusunu yerine getirecek bir şişe satın alır. Freud’un bahsettiği wish-fulfillment; kapitalizmin wish-fulfillment mekanizmaları. Arzular itinayla ama yok ediliş pahasına gerçekleştirilir. Şişeyi bir noktada elden çıkarmak şarttır ve buradaki hayati nokta, (temel tecimsel ilişkinin tam tersini yaparak) şişeyi aldığınızdan ucuza satmaktır. Bu düzen, şişe artık satılamayacak hale gelinceye kadar sürecek; şişenin son sahibinin kaderi ise lanetlenmek ve cehennem ateşlerinde yanmak. Tedirgin edici tehlikelere karşın binlerce yıldır şişe el değiştirip durur, Stevenson şişenin sahipleri arasında asker Napoleon’u sayar öncelikle. Sonra da Britanya Emperyalizmi’nin sembolik taşıtı HMS Endeavour gemisinin eski kaptanlarından kâşif James Cook’u. Kapitalizmin askeri/coğrafi öncüleri ‘şişeyi elden çıkardıklarında yıkılırlar’ çünkü Stevenson’ın sembolik şişesi bir lanet olduğu kadar bir harekete-geçiren’dir de.
John Singer Sergent’ın Robert Louis Stevenson tablosu
Keawe’nin seçenekleri nelerdir? Bir zamanlar ‘milyonlarca dolar’ değerindeki şişeyi 50 dolara bir Amerikalıdan almıştır; birgün Hawaii’de sular içinde görüp âşık olduğu kadını elde edebilmek için, elden çıkardığı şişeyi iki dolara satın almaya razı olur. Bunun anlamı şişeyi kimseye satamayacağıdır -çünkü alıcı, bundan böyle mutlaka lanetlenen kişi olacaktır. Fakat kapitalizmde çareler tükenmez. Dolardan daha kesin ve dünyaya egemen para birimleri vardır; Britanya’nın sterlini ve (bugün olmayan) ‘farthing’i (çeyrek peni) şişeyi elden çıkarmak için yeni imkânlar sunar. Eşi Kokua’yla birlikte Fransız sömürgesi Tahiti’ye gidip şişeyi satmaya çalışırlar. Şişeyi kendisini elde etmek için aldığını bildiği için pişmanlık duyan Kokua en sonunda yaşlı ve hasta bir adamı ikna edip ondan şişeyi satın almasını sonra da kendisine satmasını ister. Öykünün sonunda Britanya para birimi de tükenmiştir ve kendisini lanetten kurtarmak için Kokua’nın şişeyi aldığını öğrenen Keawe, bir mucizeyi beklemeye başlar.
120 yıl önce yayımlanan bu öyküyü Borges çok seviyordu. Kütüphanesinde Stevenson’ın öykülerinin yer aldığı cildi ‘bütün kitaplarından ayrı bir yerde’ tuttuğu söylenirdi. Stevenson’ın Yeni 1001 Gece Masalları başlıklı öyküleri Chesterton’ın Bay Perşembe’sine olduğu kadar Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes serisine de ilham kaynağı olmuştu; Ada Geceleri Eğlenceleri başlıklı kitapta yer alan Şişenin Cini’nin akla meselleri getiren yapısı ve kabuslardan çıkan mantığını Borges hayranlıkla okuyordu. Bugün yeniden bu öykünün akıldışı mantığına dönmemiz gerekiyor.
2004 yılında, henüz David Foster Wallace kendini asmamışken, uzun bir uçak yolculuğu sırasında kendimi California Claremont’daki Pomona Üniversitesi’nde ders veren bir felsefe ve mantık profesörünün koltuk komşusu olarak buldum. Yolcular üzerine gözlemlerle başlayan sohbet kısa sürede profesörün hayranlık duyduğu Vladimir Nabokov’a ve en sevdiği kitabı Solgun Ateş’e, sonra da eski bir arkadaşı olduğunu anlattığı Mary McCarthy’nin bu kitap için yazdığı ünlü önsöze geldi. Mantık paradoksları çözerek yaşayan profesör, sözü hızlı bir biçimde Nabokov’dan Stevenson’a getirdi ve Şişenin Cini’ni okuyup okumadığımı sordu. Öyküdeki paradoks, akılcı bir dünyada, iktisadın akılcı kurallarına göre düşünürken akıldışı olanı hesaba katmayı unutuşumuzdan kaynaklanıyordu; oysa bir tutam akıldışılık, her tür problemi altüst edebilirdi.
Edinburgh’lı saygın mühendis bir ailenin oğlu olan Stevenson (dedesi ve babası deniz feneri mühendisleriydi ve hayatlarını ışık ve aydınlatma tekniklerine adamışlardı) için ailesinin çizdiği yol, mühendislik olmuştu ama oğullarının ‘akıldışı talebi’ni hesaba katmamışlardı. Mühendislikten hukuk okuyacağını söyleyerek paçayı kurtardıktan sonra Stevenson kendini Kıta Avrupası’na attı ve Fransız sembolist şairleri ve Dostoyevski’yi hayranlıkla okuyarak gittikçe uzaklaştığı kasvetli ülkesini geride bırakarak Samoa adasına gitti.. Keawe’yle aynı soydan geliyordu; işçi sınıfının meraklı üyeleri olarak hayatlarını çalışarak geçirdiler.
Robert Louis Stevenson’ın Samoa’nın Vailima kasabasında 1893 yılındaki doğumgünü partisi (Stevenson, soldan beşinci sırada)
Stevenson’ın fotoğrafı, Samoa’da çekilmiş. Burada yerlilerin ona taktığı isim Tusi Tala’ydı (‘öykücü’). Joseph Conrad’ın Albay Kurtz’ünün tam tersine, yanında Britanya emperyalizminin ideolojisini getirmek yerine onu aşmanın hayalleriyle bu adada kurduğu yaşantısında Şişenin Cini gibi öyküler, meseller yazıyordu. Bu öyküyü de ilk defa Samoa dilinde yazmıştı. Dr Jekyll ve Bay Hyde gibi popüler bir kitabın yazarı neden ölmeden üç yıl önce, sadece bir adada yaşayanların konuştuğu bir dille bir öykü yayımlar? Kapitalizmin yeni krizine ve çözümü kredi kartı harcamalarıyla borç sistemlerinde arayan büyük çaresizliğimize bakarken, sahneye yine akıldışı çıkıyor. Öykünün sonunda beliren bir gemi marineli, mucize bekleyen Keawe’den şişeyi zorla satın alır. Sarhoş mudur yoksa deli mi? Şişenin Cini’nin sonunda akıldışının ziyaretine tanıklık ederken Wallace’ı ve küresel kapitalizmin sonunu düşünmememek ve şunu sormamak elde değil -yıkım, küresel veya kişisel olarak büyük bir hızla yaklaşırken, ne ‘yapacağız’, ne ‘yapabiliriz’?
Yeni yorum gönder