Lost’un tüm dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemdi; çevremdeki herkes diziden ve bir gecede kaç bölüm izlediğinden bahsediyordu. Ucundan bir bakayım dedim ama o kervana hiç katılmadım. Yeni evli çift eğlencesi gibi algılıyordum dizileri. Lost izleyeceğim derken Asmalı Konak ile eriyen beyinler gördüm; Çocuklar Duymasın’a özenip kamu spotu gibi yaşayan aileler... Polat Alemdar gibi gezen yeniyetmelerin ayarsız cesaretleri yüzünden yediği dayaklara tanık olsam da, bir televizyon dizisinin insanı hastalık derecesinde bağımlı hale getireceğine inanmıyordum o zamanlar. Ama bir vampirsever olarak Angel’ı izlediğimde durum biraz değişti. Onun öncesinde Buffy the Vampire Slayer’ı da takip ediyordum ama Angel başka bir diziydi. Sarışın ve sevimsiz bir vampir avcısı yerine gerçek bir vampir vardı... Diziyi bölüm kaçırmadan takip ettim. Yetmedi, sonrasında bir kez daha izledim. Dizilerle aramda bir bağ olmuştu artık... Mesela Carnivàle”yi soluksuz izlerken dizinin ansızın bitmesine üzülüyordum. Şimdi ise Game of Thrones’un yeni sezonunu bekliyorum... Fragmanlara bakıp bakıp neler olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Sırf dizinin keyfine halel getirmemek için kitaplara dokunmuyorum.
Game of Thrones’u sadece bir televizyon dizisi olarak düşünmeyiz çünkü o bir edebiyat uyarlaması. Yüzüklerin Efendisi’nden tek farkı sinemada değil televizyonda yayımlanıyor olması. Ama bu ayrıntı belirleyici olmuyor da değil. Yüzüklerin Efendisi’nin hem kitabını okumuş hem de sinemada izlemiş pek çok insan Game of Thrones için aynı hassasiyeti göstermiyor. Çünkü televizyon her şeye yaptığı gibi George R. R. Martin'in romanlarını da ucuzlattı. Bunu televizyonun edebiyata verdiği bir hasar olarak değerlendirmek mümkün. Çünkü televizyon sinemanın yarattığı entelektüel etkiye hiçbir zaman ulaşamıyor. Çünkü biri sanatsal, diğeri ticari... Biri tercih edilir, diğerine rastlanır... Biri gerçek izleyiciye ulaşmayı hedeflerken, diğerinin hedefi herkestir... Bu sebeple de Hanımın Çiftliği’nin kitabı çıkmış diye ortalarda dolaşan televizyon izleyicilerini görmek mümkün... Üstelik bunu sadece Hanımın Çiftliği’yle de yaşamadı bu toplum; Aşk-ı Memnu'dan Yaprak Dökümü'ne kadar Türkçe edebiyatın pek çok önemli romanı televizyonun popülerliğiyle yeniden şekillendi. Şimdi bu popülerlik sınavıyla, Nermin Bezmen'in Kurt Seyt ve Shura adlı romanı karşı karşıya. Büyük bir reklam kampanyası, maliyetli bir prodüksiyon çalışması ve iyi seçilmiş bir kast ile televizyonda boy göstermeye başladı Kurt Seyt ve Shura... Adında küçük bir Türkçeleştirme de yapılmış; Shura, artık okunduğu gibi yazılıyor.
Tam da televizyonun istediği şey
Nermin Bezmen’in televizyona uyarlanan romanı, diğer romanlarından biraz farklı. Diğer romanlarını çok satanlar listesinde görmek mümkün olmamıştı ama Kurt Seyt ve Shura ilk yayımlandığından bugüne pek çok kez çok satanlar listesine girdi. Alabildiğine ticari ve bir o kadar da dramatik... Aslına bakarsanız tam da televizyonun istediği şey...
Türü ne olursa olsun, herhangi bir sanatsal ürünün biçim değiştirmesine sıcak bakıyorum. Bir romanın sinemaya, tiyatroya ya da plastik sanatlara uyarlanması, başka bir sanat ürününe ilham olmasını oldukça önemsiyorum. Bu yüzden de Kurt Seyt ve Shura'yı iki farklı biçimde değerlendirmek gerekiyor. Roman olan Kurt Seyt ve Shura ile televizyon dizisi olan Kurt Seyit ve Şura... İkisinin aynı olmasını bekleme lüksümüz yok. Çünkü iki farklı anlatım biçimi var ortada. Biri edebiyatın, dolayısıyla hayal gücünün sınırsızlığını imkan olarak arkasına alıyor, diğeri ise televizyon gibi ticari bir organın kurallarını göz önünde bulundurmak durumunda. Öte yandan, Nermin Bezmen'in romanı Kurt Seyt ve Shura'nın edebi değerini tartışabiliriz. Attilâ İlhan, roman için vaktiyle övgü dolu sözler söylemiş ama bu övgüleri haklı bulmak neredeyse imkansız. Kurt Seyt ve Shura, başta Attilâ İlhan olmak üzere, pek çok edebiyat insanının dediği gibi klasik roman kalıplarıyla yazılmış ama onu Tolstoy ya da Balzac ile ilişkilendirmek mübalağlı bir davranış. Çünkü Kurt Seyt ve Shura sadece anlatım tekniği olarak klasik roman kalıpları içinde kalıyor. Karakter derinliği bakımından ise övülecek bir yanı bulunmuyor. Televizyon dizisi olan Kurt Seyit ve Şura'da ise edebi değer aramak saçma bir davranış olur. Çünkü o romandan bile uyarlansa artık bir televizyon dizisidir ve roman biçim değiştirmiştir. Nermin Bezmen'in romanı da televizyonun istediği şekilde yoğrulmuş... Rusya’nın muhteşem manzaraları arasından Türkiye'nin muhafazakar ahlak anlayışı boy gösteriyor dizide. Ruslar ve Türkler mukayese ediliyor, Türkler kazanıyor... Türk olmak yüceltildikçe yüceltiliyor... Kısacası, karakterler zaaflarıyla çizilmişken Türkler idealleştirmiş...
Game of Thrones ile giriş yapmamım asıl sebebi, sadece bir örneği göstermek. Dünyanın en önemli fantastik edebiyat örneklerinden uyarlanan bir televizyon dizisi yılda sadece on bölüm yayımlanıyor. Ortalama kırk dakika süren bu dizinin masrafı Kurt Seyit ve Şura'dan kat kat fazla. Ama yapımcısından oyuncusuna kadar herkes bu on bölümden kazandıkları ile yetiniyor. Kimse kitabın dışına çıkıp yeni hikayeler kurmaya kalkışmıyor. Bizde ise diziler tuttukça uyarlandıkları kitaplardan bağımsız hale geliyorlar. Yeni bölümler ve yeni hikayeler ekleniyor. Hikaye uzadıkça uzuyor... Umarım Kurt Seyit ve Şura’da da, diğerlerinde olduğu gibi kitaba ek yapılmaz.
Yeni yorum gönder