Tuncer Erdem’in masasının merkezinde yalnızca bir çizgisiz defter yer alıyor. Bir dolmakalem, birkaç fırça ve çini mürekkebi ile birlikte... Şimdiye kadar yayımlanan çizgi-şiir, anlatı, öykü, roman, şiir-desen, albüm türlerindeki kitaplarından da anlaşılacağı gibi, kimi zaman yazıyor, kimi zaman çiziyor ya da ikisini bir arada yapıyor çünkü...
(Fotoğrafı büyütmek için tıklayınız.)
Ve işte bu masadan çıkmış bir metin; Tuncer Erdem’in halen üzerinde çalışmakta olduğu romanından tadımlık bir alıntı:
Işıklarla kaplı şehrin denizi... Kimliksiz ışıltılar, işveli parıltılar, nazlı yansımalar... O ne?.. Kızıl benekler mi yayılıyor ak köpükler arasına?
Dar sokaklarda seyrek adımlar geziniyor. Evlerin duvarları fısıltılar sızdırıyor sokağa. Avlu taşlıklarında sinsi yankılar... Bahçe kapılarını gıcırdatıp şehir meydanına yönelen iniltiler duyuyorum... Han kapılarında bekleşen çakallar sabırlı. Demir köprülerde pusuya yatmış azgın kurtlar gergin. Kaldırım taşlarından, mazgal deliklerinden yollara dökülen keder kanıksanmış.
Görmüştüm, yıllar evvel, kıyılardaki evlerin kayıkhanelerine kılıçbalığı sürüleri dolmuştu. Denizin üzeri buz parçalarıyla kaplıyken. Suya inip kalkan sopalar kana belenmişti, denizin üzerine kızıl desenli bir kilim serilmişti. Bir çaresizlik yumruğu oturdu boğazıma, bir acı tükürük tıkadı genzimi. Solukborumdan yukarı bir fenalık kurdu yükseldi. Yutkunamadım, ağzım, kolum kanadım, yüreğim kan revan içindeydi.
Biliyorum, altıma serili şehirden yükselen sen kara ruh, zehrini usul usul saçıyorsun, havaya, suya, cana. Benim yaşadığım âlemde olmayan, bildiğim, ama anlamadığım bir ruh bu... Şehrin dışındaki kırlarda, sularda...
Evet, doğada kan dökücülük var, anlıyorum, ama yıkıcılık değil bu... Masum bir yabanıllık bence, saf bir içgüdü, tahrip etme hırsından uzak bir yaşama tutkusu... Tanrı’nın iznine bağlı geçici bir denge. İnsanın şehre yaydığı, uygarlığın köylere, kasabalara gönderdiği sinsi ulaklar, nedense hep fesat taşıyor heybelerinde... Zeytin ağacınının kovuklarına, incirin boğumlarına, susamurunun deliğine, sazhorozunun ibiğine, tilkinin kuyruğuna, buluttaki su zerresine bulaşan, vadilerde pis kokusuyla küstahça, gerine gerine dolaşan, yele gem vuran, alabalığın göç yoluna set çeken bir kötülük tezgâhı seziyorum alttan alta; toprağın yüzünden, yeryüzünün katmanlarından, kireçtaşı kayalardan bana bakan kem gözler... Hayal olabilir mi bunlar? Bir rüya?.. Balıkçı ağlarının ilmiklerinden, kuş tuzaklarının kafeslerinden, av tüfeğinin namlusundan dünyayı süzen haris bakışlar benim kuruntum mu sadece? Sanmam. Yaşadım, biliyorum...
Fotoğraflar: Pelin Ulca
Yeni yorum gönder