Alastair Reynolds’un öyküleri, sanat veya bilgi aracılığıyla bahtiyarlığı arayanları anlatmakta. İşte tam da bu sebeple öykülerinin zamana direneceğini, çizdiği portrelerin birçok insana yoldaşlık edeceğini düşünmekteyim.
Ne zaman bilimkurgu bir roman veya öykü okuyacak olsam, kitabın kapağını büyük bir beklentiyle açarım. Beni yarattığı dünyanın içine çekebilmesi, kendi içinde anlamlı bir âlem kurması, hayal gücünü zorlayan bir teknoloji, gelecekteki toplumsal sorunlar, distopik manzaralar, uzay gemileri, ışın kılıçları, dünyayı ele geçiren robotlar... Bunların olup olmaması inanın hiç ilgimi çekmez. Benim aradığım şey aslında kaliteli bir yeniden yorumdur. Yazarın akla gelmeyecek sahneler canlandırabilmesi hiç şüphesiz bir beceridir. Fakat bence asıl zor olan, günümüz insanının meselelerini yepyeni bir çağda, taze bir izdüşümle ele alabilmek. Aklımızı kurcalayan hemen her şeyin, aslında zaman ve mekandan bağımsız olduğunu vurgulayan bilimkurguları bu yüzden kıymetli buluyorum. Üç yüzyıl sonraki insanın ölüm korkusu, 5293 senesinde yaşayan bir din adamının “yaratıcı” ile ilişkisi, gelecekteki yalnızlık, dijital çağda aşk...
Alastair Reynols’u ilk kez Netflix’in Love, Death&Robots adlı yapımında tanıdım. Birbirinden bağımsız on sekiz kısa bölümden oluşan bu mini dizide en dikkat çekici iki bölümde de Reynolds’un imzası vardı. Yine de Zıma Mavisi’ni, bilimkurguya duyduğum önyargının etkisinden sıyrılıp aldığım söylenemez. Fakat eser buna rağmen bende büyük bir hayranlık uyandırdı. Özellikle kitaba ismini veren Zıma Mavisi’ni okuyunca uzun zamandır diyemediğim bir şeyi kendi kendime mırıldandım: “Keşke bunu ben yazsaydım.” Haset ve hayranlığın karışımı bu cümleyi, beni yalnızca derinden etkileyen anlatılar karşısında kurduğumu da ifade etmeliyim.
Mutlu olmak için anlamak gerekir
Zıma Mavisi içindeki öyküleri kabaca ikiye ayırabiliriz. İnsana dair küçük tarafları deşenler ile; kozmosa, varoluşumuza, sanata, bilgi felsefesine, bilgeliğe dair olanlar. İfade etmem gerekir ki, ilk gruba düşen öyküler bence diğerlerine nispetle zayıf. Yani Reynolds, aşkın olana yöneldikçe yükselen bir yazar. Öykülerinin birçoğunda bir bilgelik arayışı olduğunu görüyoruz. Bilgi ile yetinmeyen, daha doğrusu bilgiyi sadece “anlayışa” giden yolda bir basamak gören karakterler karşımıza çıkıyor sürekli. İşte burada Reynolds’un, bilimkurgunun imkanlarını sonuna kadar kullandığını görüyoruz. Kozmosun dört bir yanını dolaşan android karakter, asla salt fantastik bir öğe olarak kalmıyor. Evrende özgürce dolaştığı için varlığa dair çok derin cevaplar buluyor. Dolayısıyla bilimkurgu öğeler Reynolds’un edebiyatında amaçtan çok araçsal bir nitelik taşıyor.
Zıma Blue’daki öykülerde dikkatimi çeken bir diğer mesele, çoğu karakterin bilgeliğe ulaşabilmek için yolculuğa çıkması. Reynolds’un astronomi eğitimi aldığı, astrofizik alanında doktora yaptığı, üstelik uzun yıllar Avrupa Uzay Araştırma ve Teknoloji Merkezi’nde çalıştığı düşünülürse; uzayda yolculuk yaparak bilgeliği arayan karakterlerin karşımıza çıkması şaşırtıcı değil. Fakat Reynolds burada bence cesur bir duruş gösteriyor ve bilgelik için çıkılan bu yolculuğu bir nevi bahtiyarlık arayışı olarak sunuyor. Bir diğer ifadeyle onun karakterleri, mutlu olmak için “anlamak” gerektiğine inanıyor. Zıma Mavisi ile Uzay ve Zamanı Anlamak öykülerinde bilhassa bu tema üzerinde derinlemesine durmuş. Yine aynı sebeple, her iki metinde de bilgi ve kavrayışın ne olup olmadığı irdeleniyor.
Reynolds bütün öykülerinin sonuna kısa bir açıklama metni koymuş. Kendi eserini şerh etmenin defacto “metnin başarısızlığını kabul etmek” olduğunu düşündüğüm için, bu fikre de ilk başta soğuk yaklaştım. Ama bu kısa pasajlar birer açıklamadan öte, yazar ile okuyucu arasındaki hoş sohbetlere dönüşmüş. Alastair Reynolds yanıma gelmiş de, sevdiğimiz bir öyküyü konuşuyormuşuz gibi hissettim.
Az kelimede çok şey anlatıyor
Kitaba adını veren Zıma Mavisi öyküsü ise, “Az kelimede ne kadar çok şey anlatılabilir?” sorusuna nispet olsun diye yazılmış gibi duran, bana sorulacak olursa küçük bir başyapıt. Sürprizi bozmadan özetlemek gerekirse, yüzlerce yıldır resim yapan yarı insan yarı makine bir ressamın, mavinin tek bir tonuna obsesyonunu ve bu obsesyonun etrafına kümelenmiş hakikat arayışını konu ediniyor. Reynolds bu yolculuğu yaklaşık yedi bin kelime ile anlatıyor, ve bir romana konu olabilecek zengin bir macerayı cesurca harcıyor. Fransız ressam Yves Klein’ın hayatı ve sanat görüşü, öykünün bir anlamda omurgasını da oluşturmuş.
Klein için mavi, insanın doğada soyut olarak görebileceği tek renktir. Zira bizim algılayabildiğimiz kadarıyla gökyüzü ve deniz, sonsuza kadar uzayıp giden bir mavi tuvaldir aslında. Hatta Klein günün birinde Nice sahillerinde uzanmış gökyüzüne bakarken, üstünden gelip geçen martılara kızacaktır ve şöyle diyecektir: “Martılara nefret duymaya başladım. Çünkü benim en büyük ve en mükemmel eserime delikler açmaya çalışıyorlardı.” Zıma karakteri de galaksideki itibarını tıpkı Yves Klein gibi kendi adıyla anılan maviye boyadığı soyut resimleriyle kazanmıştır. İkisi de çizginin, şekillerin ötesinde bir şeyi duymaktır. İkisi de sanatları ile geçmişlerine yolculuk eder. Ve her ikisi de ne aradığını bilmeden, fakat aradığı şeyi bulduğu vakit bunu anlayacağını ve “Hah!” diyeceğini bilerek arar...
Reynolds’un öyküleri, sanat veya bilgi aracılığıyla bahtiyarlığı arayanları anlatmakta. İşte tam da bu sebeple öykülerinin zamana direneceğini, çizdiği portrelerin birçok insana yoldaşlık edeceğini düşünmekteyim.
Yeni yorum gönder