Slavoj Žižek
Immanuel Kant 1790'ların ortasında yazılmış olan Fakültelerin Çatışması'nda [Der Streit der Fakultäten], basit ama zor bir soruyu ele alır: tarihte doğru bir ilerleme var mıdır? (Sadece maddi gelişmeyi değil, özgürlük açısından etik ilerlemeyi kastediyordu.) Kant sonuçta o günkü tarihin karışık olduğuna ve açık bir kanıt sunmadığına karar vermişti: bir de beklenmedik bir demokrasi ve refahın yanısıra holokost ve gulag da getiren XX. yüzyılı düşünün.. Fakat Kant yine de, ilerleme kanıtlanamasa bile, ilerlemenin olası olduğunu belirten göstergeleri ayırt edebileceğimiz sonucuna vardı. Fransız Devrimi'ni özgürlük olasılığını gösteren bu tür bir gösterge olarak yorumladı: daha önceden düşünülemeyen şey olmuştu, bütün bir halk korkusuzca özgürlük ve eşitliklerini savunuyordu. Kant'a göre, Paris sokaklarında yaşanan – genellikle kanlı – gerçeklikten daha da önemli olan şey, Fransa'daki olayların Avrupa'nın dört bir yanındaki (hatta Haiti'deki!) duygudaş gözlemcilerin gözünde yarattığı coşkuydu:
“Zengin bir ruha sahip olan bir halkın yaptığı bu Devrim başarılı da olabilir, başarısız da, hatta acı ve katliamı artırabilir, ama yine de onu izleyen (onun içine katılmamış olan) herkesin gönlünde, coşkuya yakın olan ve ifade edilmesi bile tehlike getireceği için, sadece insan ırkında var olan ahlaki bir tavrın yol açmış olabileceği arzular adına bir taraf tutmaya yol açmaktadır.”
Bu sözler yaşanmakta olan Mısır ayaklanmasına mükemmel bir şekilde oturmuyor mu? Fransız Devrimi Kant'a göre signum rememorativum, demonstrativum, prognosticum üçlemesi çerçevesinde tarihin bir göstergesiydi. Mısır ayaklanması da otorite ve baskının uzun geçmişinin ve onu ortadan kaldırma mücadelesine ait anıların yankılandığı bir göstergedir; artık bir değişim olasılığını kanıtlayan bir olaydır; gelecekteki başarılar için bir umuttur. Kuşkularımız, korku ve uzlaşmalarımız ne olursa olsun, o coşku anında, hepimiz özgürdük ve insanlığın evrensel özgürlüğüne katılıyorduk. Hatta kaygı içindeki birçok ilericinin kapalı kapılar arkasında sergilediği bütün kuşkular da yanlış çıkmıştı.
Birincisi, ister istemez Mısır'daki olayların “mucizevi” doğasını not etmek gerekir: çok az kimsenin beklediği bir şey, uzmanların görüşlerini çiğneyerek oldu, sanki ayaklanma basitçe sosyal sebeplerin değil de, yabancı bir etkenin, Platoncu bir şekilde, ebedi özgürlük, adalet ve saygınlık İdeası diyebileceğimiz bir şeyin tarihe müdahalesinin bir sonucuymuş gibi oldu.
İkincisi, ayaklanma evrenseldi: dünyanın dört bir yanındaki hepimiz için, Mısır toplumunun kendine özgü özelliklerinin kültürel bir analizini yapmaya gerek duymadan ayaklanmayla özdeşleşmek, onun ne olduğunu tanımak mümkün oldu. İran'daki Humeyni devriminin tersine (orada Solcu çerçevenin hakim olan İslamcı çerçeveye kendi mesajını gizlice sokması gerekmişti), burada, çerçeve açık bir şekilde evrensel seküler bir özgürlük ve adalet çağrısı oldu, o yüzden Müslüman Kardeşler bu seküler talepler dilini benimsemek zorunda kaldı. En yüce moment Tahriri Meydanı'nda Müslümanlarla Kıptiler birlikte ibadet ettiği, “Biz Biriz!” diye ilahi söylediği ve böylece sekter din şiddetine en iyi yanıtı verdiği zaman yaşandı. Bu kez çokkültürlülüğü evrensel özgürlük ve demokrasi değerleri açısından eleştiren o neoconlar kendi doğruluk vakitleriyle karşı karşıya kaldılar: evrensel özgürlük ve demokrasi mi istiyorsunuz? Mısır'daki halkın talep ettiği bu, o zaman neden bu kadar rahatsızsınız? Mısır'daki protestocular özgürlük ve saygınlıkla birlikte sosyal ve ekonomik adaletten de bahsediyor, sadece piyasa özgürlüğü istemiyor diye mi?
Üçüncüsü, protestocuların şiddeti tümüyle simgeseldi, radikal ve kolektif bir sivil itaatsizlik eylemiydi: devlet otoritesini askıya aldılar – bu sadece bir iç özgürleşme değil, servitude volontaire [gönüllü kölelik] zincirlerini kırmaya yönelik bir sosyal eylem oldu. Fiziksel şiddeti Tahriri Meydanı'na atlarla ve develerle girip protestocuları döven o kiralık Mübarek eşkiyaları göstermişti; protestocuların çoğu sadece kendini savundu.
Dördüncüsü, mücadeleci oldukları halde, protestocuların mesajı öldürmek değildi. Mübarek'ten talep edilen şey gitmesi, mevkisini ve ülkesini bırakması ve böylece Mısır'da özgürlüğe, kimsenin dışında bırakılmayacağı bir özgürlüğe yer açmasıydı – protestocuların orduya ve hatta nefret edilen polise söyledikleri şey “Geberin!” değil, “Bizler kardeşiz! Katılın bize!” oldu. Bu son özellik özgürlükçü gösteriyi Sağcı popülist bir gösteriden açık seçik bir şekilde ayırmaktadır: Sağcı seferberlik Halkın organik birliğini ilan etse de, bu birliği belli bir düşmanı (Yahudileri, hainleri..) yok etme çağrısıyla destekler.
Peki şimdi neredeyiz? Otoriter bir yönetim son krizine doğru ilerlerken, kural olarak iki adımda çözülür. Asıl çöküşünden önce, gizemli bir kopuş gerçekleşir: birdenbire halk oyunun bittiğini anlar, artık korku duymamaya başlar. Sadece yönetim yasallığını kaybetmekle kalmaz, onun iktidar kullanımı da iktidarsız bir panik tepkisi olarak algılanır. Çizgifilmlerdeki klasik sahneyi hepimiz biliyoruz: kedi bir uçuruma varır, ama yürümeye devam eder, artık ayaklarının altında toprak olmaması olgusuna aldırmaz; ancak aşağıya bakıp da uçurumu gördüğü zaman düşmeye başlar. Otoriteyi kaybettiği zaman, yönetim uçurumun tepesindeki bir kedi gibidir: düşmesi için, ona aşağıya bakmasını hatırlatmak yeter...
Humeyni devriminin klasikleşmiş bir değerlendirmesi olan Şahların Şahı adlı kitabında Ryszard Kapuscinski, bu hassas kopuş vaktini saptıyordu: Tahran'da bir kavşakta, bir gösterici tekbaşına durmaktadır, polisin teki ona oradan gitmesini söyleyince bunu reddeder ve utanca kapılan polis oradan uzaklaşır; birkaç saat içinde bütün Tahran bu olayı öğrenir ve sokak kavgaları haftalardır devam ettiği halde, oyunun artık sona ermiş olduğunu herkes anlar. Mısır'da da buna benzer bir şey mi oluyor şimdi? Birkaç gün boyunca, oyun bitmiş gibi görünüyordu ve Mübarek zaten hikayedeki kedi gibiydi. Fakat son birkaç günde olup bitenler devrimi kapıp kaçırmak için yapılan iyi planlanmış bir operasyon gibi görünüyor. Bu operasyon da nefes kesici bir edepsizliğe sahip: yeni başkan yardımcısı seçilen Ömer Süleyman zaten kitlesel işkencelerden şahsen sorumlu olan gizli polisin eski şefiydi – demokrasiye geçişi sağlayacak olan yönetimin “insan yüzü” bu mu yani? Mısır'da sürüp giden bu uzun sabır mücadelesi bir vizyon çatışması değil, özgürlük iradesini ezmek için olası her yolu – terör, yiyecek kıtlığı, basit yorgunluk, maaş yükseltme şeklinde rüşvet – kullanarak iktidara tutunan bir kör ile bir özgürlük vizyonu arasında yaşanan bir çatışma.
Başkan Obama ayaklanmayı hükümetin kabul etmesi gereken, yasal bir görüş ifadesi olarak selamladığında, tam bir şaşkınlık yaşandı: Kahire ve İskenderiye'deki kalabalıklar taleplerinin hükümet tarafından tanınmasını istemiyorlar, bizzat hükümetin yasallığını reddediyorlar. Mübarek yönetimiyle diyaloga girmek istemiyorlar, Mübarek'in gitmesini istiyorlar. Sadece onların görüşlerini dinleyecek yeni bir hükümet istemiyorlar, bütün devleti yeniden şekillendirmek istiyorlar. Bir görüşleri yok, Mısır'da aslolan onlar. Mübarek bunu Obama'dan çok daha iyi anlıyor: burada uzlaşmaya yer yok, 1980'lerin sonunda Komünist rejimlerde de yoktu. Ya Mübarek'in bütün iktidar yapısı devrilir, ya da ayaklanma saptırılmış ve ihanet edilmiş olur.
Peki ya eğer Mübarek düştükten sonra gelen yeni hükümetin İsrail'e karşı düşman olacağı korkusu? Eğer yeni hükümet gururla özgürlüğünün tadını çıkartan bir halkın ifadesi olacaksa, o zaman korkacak bir şey yok: anti-Semitizm sadece umutsuzluk ve baskı koşullarında büyüyebilir. Süregiden isyan bu yüzden anti-Semitizmi güçsüzleştirmek için eşsiz bir fırsat sağlıyor – eğer İsrail kendi halklarının nefret ettiği Arap tiranlara güvenmekten vazgeçerse. Mısır'ın bir bölgesinden gelen bir CNN haberi hükümetin orada protestocuların ve yabancı gazetecilerin Yahudiler tarafından, Mısır'ı güçsüzleştirmek üzere gönderildiğine dair söylentiler yaydığını gösterdi – Mübarek'in Yahudi dostluğu da buraya kadarmış...
Bu durumun en acımasız ironilerinden biri de Batının geçişin “hukuki” bir şekilde yürütülmesi için kaygılanması – sanki Mısır’da şimdiye de hukuk yönetimi varmış gibi! Uzun yıllardır Mısır’ın Mübarek yönetiminin dayattığı bir sürekli olağanüstü hal içinde olduğunu hemen unuttuk mu? Hukuk yönetimi Mübarek’in askıda tuttuğu bir yönetimdi, bütün ülkeyi politik hareketsizlik halinde tutmuş, gerçek politik yaşamı boğmuştu, bu yüzden Kahire sokaklarındaki birçok insanın kendilerini hayatlarında ilk kez yaşadığını hissettiğini söylemesi çok anlamlı. Bu “yaşadığını hissetme” duygusunun ufuktaki müzakerelerin sinik Realpolitik’inin içinde boğulmaması çok önemli.
Çevirmenin Notu: Žižek’ten, Mübarek yönetimden çekildiği sırada, 11 Şubat 2011 günü alınan metin, Guardian, 10 Şubat versiyonundan, ve dolayısıyla bu kaynaktan yapılan Kumru Başer çevirisinden, ilk iki paragrafı ve göstericilerin piyasa özgürlüğü istemedikleri vurgusuyla farklı. Metin başlıksız olduğu için, başlığı ben koydum.
* Çeviren: Sabri Gürses
Çeviribilim'in katkılarıyla
Yeni yorum gönder