Henüz 17 yaşındaydım elime geçtiğinde. Üniversitenin ilk senesiydi. Milyonuncu fotokopisi çekilmiş sayfaları bir sırrı paylaşır gibi vermişti arkadaşım. Yazarının yayımlanmasını istemediğini söylemişti. Yasaklanmış bir siyasi bildiri gibiydi. Ama biliyordum ki siyasi bildirileri iktidarlar yasaklar. Bir şiiri yasaklayacak muktedir gelmemiştir henüz dünyaya... Aşık olmamış, olunmamıştım daha.
Akşam Çiğdem Mahallesi otobüsüyle eve dönerken çıkarttım çantamdan. Gözlerimi diktim sayfalara. Ben onu kavramadım, o beni kavradı. Sıkıca tuttu bileklerimden: “Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım, siz beni ne anlarsınız siz...” İndim Konya yolunun kenarındaki Hasan Özbay İlköğretim Okulu durağında. Toprak bayırdan eve yürüdüm. Zeytin ağacı da görmemiştim daha. Bahçedeki vişnelere, iğdeye, cevize baktım. Babaannemin güllerine takıldı gözüm. Siyah değillerdi, ak da değillerdi. Kırmızılardı, bir de sarı. Sonbahara boyun eğmişti hepsi. Boyun eğmenin gerçek anlamını bilmiyordum daha.
(Görsel çalışma: Mert Tugen)
Evdekilerle üç beş hasbihal edip odama geçtim. İki pencere vardı, biri yan komşunun bahçesine, biri bizim bahçeye bakan. Bizim bahçeye bakan pencerenin eşiğine oturdum, sayfaları aldım elime. Sigaraya da başlamamıştım daha. Ertesi gün sınavım vardı. Çalışmam lazımdı. Olmadı. Çayımla birlikte penceredeki yerime geçtim. Bir daha okudum. Sonra sayfaları karıştırıp düzenini bozarak bir daha. Sonra başka bir düzende bir daha...
Şiir değil büyüydü sanki. Uyudum, uyandım, okula gittim. Orasından burasından dizeler geçiyordu zihnimden. Oysa fotokopiler evde ve ezberim kötüydü: “Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim.” Aradan yıllar geçti. Aşık oldum, olundum. Zeytin ağaçlarıyla tanıştım. Sigaraya başladım. Derken Sezai Karakoç küçücük bir kitapçık olarak yayımladı “Mona Rosa”yı. Ankara’dan İstanbul’a taşınmış, onca ev değiştirmiş, bir sürü şey kaybetmiş, fotokopileri korumayı başarmıştım. Kitabı Beyoğlu’nda bir kitapçıda gördüğümde uzak durdum. Elimi süremedim. Eve dönüp fotokopileri çıkarttım yeniden. Bir daha okudum.
Birkaç gün sonra başka bir arkadaşım, mavi, sade kapağıyla kitabı hediye etti. Şiiri sevdiğimi biliyordu, konuşmuştuk evvelden. Ama hayır, kitabı sevmedim. Ben şiiri sevmiştim. Bu haliyle sayfaları kendimce sıraya dizmek, düzenini bozmak mümkün değildi. Boyun eğmek böyle bir şey miydi? Ayıp olmasın diye aldım, rafların arkasında bir yerlere attım sonra.
Kitap yayımlandıktan sonra Mona Rosa’nın büyüsü de bozulmaya başladı. Herkes bir şeyler söylüyordu. Üç kişilik bir aşk hikayesi varmış meğer arkasında. Kadın çekmiş gitmiş bir başkasıyla, iki şair arkadaş kalakalmışlar girdikleri iddiayla. Hikayenin teferruatı konuşuldukça, dizeler silinmeye başladı zihnimden. Bir büyünün nasıl bozulacağını öğrendim.
Arada Sezai Karakoç, aşk hikayesini bertaraf edip şiirin şekline dair iddiasını merkeze alarak anlattı “Mona Rosa”yı bir kez daha. Açık söyleyeyim ilgimi çekmedi. Derken geçenlerde bir gün, ismi lazım değil bir gazeteci (küçük kız adını anmayarak söz konusu şahsı cezalandırmak niyetindedir, ne yapsın garip), bir banka reklamında görüp düşmüş hikayenin kadın kahramanının peşine. Büyük bir gazetecilik olayıymış gibi çınlattı her yeri. İçim sızladı.
Değil ismi lazım değil gazetecinin, şairin bile hakkı yoktu bu büyüyü bozmaya. Şiir “Mona Rosa”, mevzubahis aşkın yerini çoktan almıştı. Gizli bir dil gibiydi, okuyanlar birbirlerini ilk bakışta tanırdı. Şairin hali bile değildi umrumuzda. Alemlerin yaratılış sebebi aşk böyle uluorta konuşulup ifşa edilmeli, konuşuldukça dilsizleştirilmeli miydi?
Mevzuyu tekrar açmaya neden olan gazeteciye bu sözüm: "Mona Rosa"yı yazdıran hikayeyi, Mona Rosa’yla aramızdaki hikayenin yerine koymaya çalışmayın. Hayır efendim bir gazetecilik başarısı göstermediniz. Bir şiiri, bir dedikoduya mahkum ettiniz. Bu büyünün bozulmasına yaptığınız katkı, başınızı göğe erdirmedi. Eskiden olduğunuz insandan tek farkınız adınızın bir şiirin adına halel düşürenler arasında yer almasından ibaret. Şiir “Mona Rosa” sizi şöyle anlatırdı öfkeyle: “Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.”
Bu arada artık “Mona Rosa”, Sezai Karakoç’un en sevdiğim şiiri değil. “Hızır’la Kırk Saat”i seviyorum en çok. Cesaretiniz varsa, bu şiirin de dedikodusunu çıkartın bir yerlerde. Diyor ki:
“Kalp hastalarının yoksul öcünü
Onların sevgisini öce çeviren gençliğin geçişini
Bütün sevgileri sen kendin için öce çevirdin
Ve üstüne büyük harflerle yazdın
BAŞKA YERDE KULLANILMAYACAK”
(Tepede kullanılan görsel Henri Matisse'in "Reading Woman wtih Parasol" eseridir.)
karakoç'un neden en sevdiğiniz şiiri değil artık? bence daha sıkı sarılmalısınız. hikayesini duyunca ben öyle yaptım çünkü. şiiri hikayesinden büyükse hikayenin haddi değil şiirin önüne geçmek.
"kırgın kırgın bakma yüzüme rosa
henüz dinlemedin benden türküler"
kim bilir gizlenmiş daha ne türküler var. ben bu pencereden bakıyorum. yazınız ve düşünceleriniz güzel. teşekkürler.
Yeni yorum gönder