Önümüzdeki ay, dünyanın en popüler heavy metal topluluklarından, thrash metal’in ise en büyüğü kabul edilen Metallica’nın onuncu stüdyo albümü yayınlanacak. Grup, her ne kadar 80’li yıllardaki yaratıcılığından ve kalitesinden çok uzakta olsa da, yoluna devam ediyor. Yeni albümden ilk single “Hardwired”, ağustos ayında piyasaya çıktı ama çok ilgi görmedi. Grubun ilk dönemlerini eşzamanlı olarak takip etmiş ve çok da sevmiş biri olarak yeni bir Metallica albümünden büyük bir beklentimin olmadığını söyleyebilirim.
Heavy metal müziğinin, tavrı ve verdiği mesajlarla da ilgi gördüğünü biliyoruz. Bu tür hakkında tezler yazılıyor, dünya çapında konferanslar düzenleniyor; hatta üniversitelerde “seçmeli ders” olarak da okutulabiliyor. Hemen her metal dinleyicisi için şarkıda ne anlatıldığının önemi vardır. İçerik önemlidir. Metali sevmeyen, bilmeyen için hep aynı şeylerden (ölüm, şiddet, şeytan, kara büyü, korku, savaş…) bahsediliyordur belki ama metalci farklılıkların farkındadır.
Heavy metal’in beslendiği edebi kaynaklar
1984’te Metallica’nın Ride the Lightning albümünü dinlediğimde -o zamanki İngilizcemle- her şarkıyı ezberlemiştim. “Fade to Black” intiharın eşiğinde olmaktan bahsediyordu; “Creeping Death” İncil ya da Tevrat’tan alınmış bir öyküye benziyordu. Enstrümantal beste “The Call of Ktulu”da ise ancak hayal gücümle vardım. Yıllar sonra edebiyata da ilgim artınca, bu ismin H. P. Lovecraft’in bir öyküsünden geldiğini öğrendim. Bas gitarist Cliff Burton’du aralarındaki edebiyatsever ve bir sonraki albüm Master of Puppets’ta da yine Lovecraft etkisinde “The Thing That Should Not Be”yi duyacaktık, ama maalesef Burton aynı yıl bir kazada ölecekti.
Heavy metal müziğinin beslendiği edebi kaynaklara bakıldığında Eski ve Yeni Ahit’in önemli bir yer kapladığı görülüyor. Tabii mitoloji de çok etkili. Ancak yine de gotik ve fantastik edebiyatın, bu müzik türü üzerinde daha farklı, daha “estetik” bir iz bıraktığını düşünüyorum. Türün öncü topluluklarından Black Sabbath ve Led Zeppelin’den tutun, bugünün “sıkı” gruplarından Mastodon’a kadar bu edebiyat türleri metal müziğini yoğun olarak etkilemeyi sürdürüyor. Ancak bir isim var ki, onun, birçok farklı türde derin izler bıraktığının altı çizilmeli. Kısa öykünün “kurucusu”; korku, gerilim, gotik, polisiye, hatta bilimkurgu türlerinin “atası” Edgar Allan Poe’dur bu isim. 1809 Boston doğumlu Poe, bu öğeleri içeren bütün sanat dallarını etkilemiş, ruhu karanlıklarda dolaşmış her sanatçı onun karanlıklarıyla öyle ya da böyle kesişmiştir.
Poe’nun yazdıklarında ölüm kol gezer. Evlenmiş olduğu 13 yaşındaki yeğeninin erken ölümü, bu büyük trajedi, yapıtını siyah tuğlalarla örmüştür. Uğursuzluk, yalnızlık ve korku, ölümün kokusuna sinmiştir. Gece de, tüm bunlar için en uygun dekoru oluşturur. Anlatımı dramatik ve güçlüdür Poe’nun. Akıl almaz ayrıntılar, müthiş gözlemler, çürütülemez mantık ve matematik, yazdıklarını benzersiz kılar. Zeka ürünüdür. İnsanlar ise zayıf yanlarıyla vardır onda. Daha doğrusu insanlar zaten zayıftır ve yanılgıya açıktır; Poe da hep bunu vurgulamak ister.
80’li yılların başında, punk’ın enerjisiyle tavrını, heavy rock’ın virtüözlük ve melodikliğini ödünç alan New Wave of British Heavy Metal’in en uzun ömürlü topluluklarından Iron Maiden, şarkı sözlerinde ağırlıklı olarak sinema dünyasından beslenirken, 1981 tarihli Killers albümünde Edgar Allan Poe’nun “Morgue Sokağı Cinayeti” öyküsünü bir şarkıya dönüştürmüştü. 1983’te çıkan Piece of Mind’da ise Frank Herbert’ın bilimkurgu klasiği Dune’u seçmiş, albümün kapanışındaki sekiz dakikalık “To Tame a Land”de kitabın öyküsünü kullanmıştı. Aynı albümdeki “Revelations”ta ve sonraları “Moonchild”da ise grubun çıkış noktası, Black Sabbath’ın da bir zamanlar “takıldığı” gibi Aleister Crowley’dir. Yazarın 1917 tarihli Moonchild isimli romanı fantastik bir alegori olarak her daim ilgi görmüştür. Iron Maiden’ın şarkı sözleri ağırlıklı olarak sinema dünyasından beslenirken, yukarıdaki isimlerin yanı sıra Samuel Taylor Coleridge, Philip K. Dick, Aldous Huxley, C. S. Lewis ve İngiliz halk efsanelerinden de izler taşıyor. Bruce Dickinson’ın İngiliz edebiyatı ve sanat tarihi okumuş olmasının da bunda payı olsa gerek.
Öte yandan, korku, gerilim ve fantastik türlerinde dünyanın en sevilen yazarlarından Stephen King de yazdıklarıyla rock ve heavy metal gruplarıyla etkileşim içinde. Bir rock grubunda gitar da çalmış olan King’in özellikle efsane punk rock grubu Ramones ve Avustralyalı heavy rock grubu AC-DC’yi çok sevdiği ve zaman zaman romanlarında (örneğin Kuşku Mevsimi’nde) bu gruplara göndermeler yaptığı biliniyor. Tematik albümleriyle heavy metal’in öncülerinden Blue Öyster Cult’ı da seven King, grubun “Astronomy” şarkısının girişini seslendirmişti. Mahşer romanında da bu grubun “Don’t Fear the Reaper” şarkısından alıntılar vardır. Thrash metal grubu Anthrax’in Among The Living albümü de doğrudan Mahşer romanından etkilenmiştir. Ramones’un “Pet Sematary” şarkısı ise King’in aynı isimli romanından uyarlanan filmin sonunda duyulur. Sözler de King’e aittir.
Bunlar zaten bilinen isimler derseniz, inanın bu, buzdağının görünen kısmı. Heavy metal ve edebiyatın kesiştiği yeni yerler için, mesela Cobalt’a, Peste Noire’a, Ulver’a bakabilirsiniz. Bu yakın ilişkide, heavy metal’in temsil ettikleri ve dile getirdikleriyle, bu söylemin doğup beslendiği edebi kaynaklar arasında güçlü ve kesintisiz bağlar var.
Görsel: Tayfun Pekdemir
Birikim ve bilgi ne güzel birleşmiş. Teşekkürler bu aydınlatıcı yazı için:)
Yeni yorum gönder