Bayreuth Festivali, 19. yüzyılda Almanya'nın Bayreuth kentinde besteci Wagner'in opera performanslarının sunulduğu ve her yıl düzenlenen müzik festivali. Bu Festivali Richard Wagner'in kendisi tasarlamıştı. Sanırım 8 yıl önceydi Bayreuth’u ilk duyuşum. Festivalin her detayını, dinleyici kitlesinin kalitesini, eserlerin yüceliği ve müzikalitenin muhteşemliğini o kadar dikkatle dinlemiştim ki, devam eden yıllarda Wagner ile ilgili dinlediğim her eserde belki bir gün bunu Bayreuth’ta dinlerim diye hayal ederdim. Bu yılın ocak ayında –aslında umutsuzca– başvurumu yaptım ve kendimi yaklaşık sekiz aylık bir serüvenin sonunda Bayreuth yolunda buldum.
Festival, Richard Wagner’in 1850’li yıllarda yazdığı pek çok deneme içerisinde fikren görülür ve Wagner ailesinin 1872 yılında Bayreuth’a taşınması ile gerçeğe yaklaşmaya başlar. Wagner öncelikle festival için hayalini kurduğu festival binasını yaptırır. Binanın yapımında mimar arkadaşı Gottfried Semper’in Münih’te yapmak istediği opera binasının planını –mimarın bilgisi dışında– kullanır. Binanın temel taşı Wagner’in 59. doğum günü olan 22 Mayıs 1872’de konur. Yapımı yaklaşık 4 yıl süren festival binasında sahnelenen ilk eser Nibelung Yüzüğü prömiyeridir.
Binanın inanılmaz rahatsız koltukları üzerinde saatler boyunca oturmanın verdiği sıkıntılar hakkında pek çok hikaye duymuş ve okumuştum. Yanıma almam gereken ince minderi unutmamla birlikte, dört temsili bu efsane rahatsız koltuklarda izleyecektim. Titizliği ile bilinen Wagner, salonun parter bölümündeki koltukları elbette bir veriye dayanarak o kadar rahatsız yaptırmış: Seyircinin dikkatinin dağılmaması için. Bunu perçinleyen diğer özelliklerinden biri de orkestra çukuru. “Çukur” derken, gerçek anlamda bir çukuru kastediyorum. Oturduğunuz yerden, balkon ve loca bölümleri de dahil olmak üzere orkestrayı görmenizin imkanı yok. Ancak duyulan sesin kalitesi o kadar tartışmasız ki, gerçekten Bayreuth’ta temsil izleyen birinin hayatının kalan kısmında herhangi bir salon akustiğini beğenmesi beklenemez, beklenmemeli
Bu bilgiler ışığında Bayreuth’a gider gitmez kalbimin çarpıntıları ile binayı buluyorum ve her bir taşına sindire sindire bakıyorum. Wagner’in Cosima’ya söylediği, “bu binanın her taşında kanımızın izi var” lafı geliyor aklıma ve ağırlığı altında eziliyorum. Ancak önümdeki bir hafta içerisinde dinleyeceğim dört muhteşem eserin heyecanı daha ağır basıyor ve binayı pek çok noktadan fotoğraflayarak basın bürosunun yolunu tutuyorum.
Festival ziyaretçileri ile nüfusu artan Bayreuth’ta genelde herkes birbirini bir şekilde tanıyor. Festival izleyicileri de hep aynı otellerde kaldığı için kaynaşmak çok kolay. Benim bu seyahatte tanıdığım yeni arkadaşım, Ruth, Arjantinli bir sosyolog. Emekli olmasına rağmen hâlâ üniversitede ders veriyor ve danışmanlık yapıyor. Ruth, Bayreuth’a ilk ziyaretini 2007 yılında, yani on sene önce yetmiş beş yaşındayken yapmış. O zaman biletlerini Buenos Aires’teki bir aracıdan alarak gelmiş ama sonrasında “biletlerimi neden kendim almıyorum” diye sormuş kendi kendine. Ve tam on yıldır her yıl başvuruda bulunduğu festivale ancak bu yıl bilet alma hakkını kazanmış. Benden farklı olarak “yüzük dörtlemesi”nin yanı sıra Parsifal ve Tristan & Isolde eserlerini de izledi.
Das Rheingold, Die Walküre, Siegfried ve Götterdammerung sıralaması ile bestelenmiş yüzük dörtlemesi, tümüyle Germen ve Kuzey mitolojisine dayanan ve farklı şekillerde duyduğumuz yüzük hikayeleri ile örtüşüyor. Festival binasında temsil saatini beklerken artık yerlerimizi almanın gerektiğini, binanın balkonundan bakır üflemeliler grubunun çaldığı fanfarlarla anlıyorum. Salonda yerim bir harika, parterde neredeyse tam ortada, sahneye hâkim bir vaziyette hazırlanıyorum izlemeye.
Edebiyata ilgi duyan besteciler
İlk eser; kutsal Ren nehri, nehrin altını, onu koruyan periler, altının çalınması ve lanetlenmesi... Devam eden günlerde dörtlemenin kalanını da Frank Castrof’un modernize edilmiş prodüksiyonu ile büyülenerek izliyorum ve Wagner’e olan hayranlığım artıyor. Wagner tüm bu operaları bestelemenin yanı sıra librettoların da hepsini kendisi yazmış. Yazdığı yazılarda, yeni opera tanımını yaparken bir bestecinin sadece operanın müziğini değil, edebi kısmını da kendisinin hazırlaması gerektiğini savunuyor. Hatta sadece müzik ve libretto değil, festivalden de görülebileceği gibi, temsilin sahneleneceği binanın yapımına bile kendisi karar veriyor. Bestecinin bütünsel bir yaklaşımı savunduğunu delilleri ile görüyoruz. Çocukluğunu birlikte geçirdiği üvey babası Ludwig Geyer’in bir oyun yazarı ve aktör olmasının Wagner’in edebiyat ve tiyatroya düşkünlüğüne etkisi vardır muhtemelen. Aslında tamamiyle müzikle ilgilenmeden önce, edebiyat ve felsefe eğitimi gördüğü biliniyor. Türkçe kaynak sıkıntısı, böylesi bir bestecinin yaşamöyküsüne ilişkin ayrıntılara inmemize engel maalesef. Bu noktada Chopin, Bach, Beethoven, Mozart kitaplarının yazarı Aydın Büke’ye başvuruyorum, neden bir “Wagner kitabı” yazmıyorsunuz, diye. “Wagner’in yaşamöyküsünü, Romantizmin Işığı Clara kitabım için epey araştırdım ve o kitapta bazı dönemlerinden bahsettim. Robert ve Clara Schumann ile Johannes Brahms’ın yaşamıyla, Wagner’in yaşamının kesiştiği yılları ve kentleri incelemiştim. Başlı başına bir Wagner yaşamöyküsü aslında çok ilginç olabilir ancak şu an böyle bir planım yok. Aslında yaşamı okumak için de araştırmak için de en ilginç tarihi kişilerin başında geliyor Wagner.”
Diğer bir deyişle, en azından Aydın Büke cephesinden, bir Wagner kitabı henüz ufukta görünmüyor ama hazır fırsatını bulmuşken, şu soruları da yöneltiyorum Aydın Büke’ye: Wagner’in edebiyata da yakın olduğu söyleniyor, ne diyorsunuz? Edebiyata düşkün başka besteciler de var mıydı? “Romantik Dönem sanatçılarının hepsi çok yönlü kişiler. Kendi alanlarının dışındaki sanat dallarına ilgi duyuyorlar. Wagner’in yaşamına baktığımızda, küçük yaşta babasını kaybettiğini, eğitimi üzerinde önemli rol oynayan üvey babası Ludwig Geyer’in tiyatro sanatçısı ve şair olmasının onun edebiyata ilgi duymasında önemli bir etken olduğunu görüyoruz. Bestelediği tüm operaların librettolarının kendi kaleminden çıkması, bu ilginin ne denli ileri boyutta olduğunun en iyi göstergesi. Wagner 1820’lerin sonunda, Beethoven’ın Fidelio operasını seyredip, 9. Senfoni’sini dinleyinceye dek, şiir ve müzik arasında seçim yapmakta güçlük çekiyordu. Beethoven’ın müziğindeki derinliği keşfedince yolunu belirlerdi. Edebiyata ilgi duyan besteciler arasında bence ilk sırayı Robert Schumann alıyor. Babası yazar, yayıncı ve çevirmen olduğu için edebiyat onun ilk göz ağrısı denebilir. O da uzun yıllar edebiyat ve müzik arasında seçim yapmakta zorlanmış. Bence edebiyatı seçseydi müzikteki kadar başarılı olurdu. Yazdığı müzik yazılarında sözcüklerle arasının ne denli iyi olduğunu hemen anlıyoruz.”
Yeni yorum gönder