Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Nadir bir insan




Toplam oy: 914
Umberto Eco gibi bir insanı anacak kısa bir yazı yazmaya çalışmak son derece ağır bir eylem; ne kadar uzun yazarsanız yazın eksik kalacak bir metin bu.

Umberto Eco o çok nadir insanlardandı. İlgilendiği konuya yönelik müthiş tutkusu, araştırmacılığı, aradıklarının peşinde dolaştığı kentler, kütüphaneler; çok hızlı okuyabilme becerisi, mükemmel bir hafıza, dur durak bilmez bir enerjiyle üretim... Biyolojik olarak farklı bir canlı olduğu kesindi. Eco gibi bir insanı anacak kısa bir yazı yazmaya çalışmak son derece yorucu, ağır bir eylem, zaten uzun yazsanız bile eksik kalacak bir metin bu; birkaç bin vuruş onun hakkında ne kadarını söyleyebilir? Dolayısıyla en iyisi, kendisi ile yapılmış bir söyleşiden satır başlarını aktararak kişiliğini ve eserlerini aydınlatacak ipuçlarını yakalamaya çalışmak.

 

Umberto Eco henüz altı yaşındayken ölen dedesi, onun kariyerinin şekillenmesinde çok önemli bir rol oynar. Bir kitapkurdu ve çok meraklı bir insan olan dede, emekliliğinde ciltçiliğe başlar. Evin her tarafında ciltlenmek üzere hazırlanmış, eski illüstrasyonlu güzel kitaplar bulunur. Umberto’nun ilk gördüğü kitaplar da bunlar olur. Dedesi öldüğü zaman kitapların sahiplerinin pek çoğu arayıp sormazlar kitaplarını. Aile de bunları büyük bir kutuya koyarak evin mahzenine kaldırır. Ufaklık da zaman zaman ya kömür, ya bir şişe şarap almaya mahzene yollanır. Bir gün o büyük kutuyu açar ve gizli hazineyi keşfeder. O günden sonra da mahzenden çıkmaz olur. Dedenin bir de yine illüstrasyonlu seyahat dergisi koleksiyonu vardır; böylece dergiler ve kitaplar aracılığıyla hikayelerin büyülü dünyasında gezinmeye başlar. Eco bunların çoğunu kaybeder ama sonraki yıllarda sahaflardan, bit pazarlarından tekrar toplamayı başarır.

 

Babasının da genç yaşlarında açgözlü bir okur olduğunu hatırlar. Ancak Umberto’nun kitap alacak parası henüz yoktur. O yüzden sokak satıcılarının tezgahlarından aldığı kitapları ayakta okur, satıcı bu beleşçi ziyaretçiden sıkıldığını belli ettiği zaman ise, diğer bir tezgaha geçer ve kitabın devamını orada getirir. Eco’nun en kıymetli anılarından birisidir bu.

 

Gençliğinde illüstrasyonlu ilk kitap denemelerini gerçekleştirir. Mükemmelliyetçi olduğu için bunların basılı kitap gibi görünmelerini ister, özene bezene yazarak, çizimler ekleyerek kitaplar üretmeye çalışır. Bunun çok yorucu olduğunu, dolayısıyla bu yöntemle hiçbir kitabı bitiremediğini söyler: “Yarım kalmış başyapıtların yazarıydım.” Cecü’nün Yer Cüceleri belki de o kayıp başyapıtlardan birisini anmak için yazılmıştır. Foucault’nun Sarkacı’nda, mezarlıkta trompet çalan Belbo da, Eco’nun çocukluğundan izler taşır. Eco, on iki, on üç yaşlarında çok iyi trompet çalar. Yıllar sonra yaşlandığında artık dayanamaz ve iki bin dolara oldukça güzel bir trompet alır; ama becerilerini kaybetmiştir, trompeti çalamaz. Hepimizin zaman zaman farklı nesneler edinerek çocukluğumuza dönmek istediğimiz gibi, Eco da trompet ile çocukluğunu diriltmenin peşindedir.

 

Sanatın ince işçiliği

 

Kurmaca eserler, Eco’ya düşüncelerini daha iyi ifade edebildiği bir esneklik sunar. Sayısız makale yazdığını ama düşüncelerini Foucault’nun Sarkacı’nda o makalelerde olduğundan daha iyi ifade edebildiğini söyler.

 

 

 

Aldığı Katolik eğitimle, Katolik öğrenci örgütlerinden birisine üye olur. Ortaçağ skolastik felsefesi ve erken dönem Hıristiyan teolojisinden büyülenir, Thomas Aquinas estetiği üzerine tez yazmaya başlar. Örgütün ilerici denebilecek, sosyal adalet konuları ile de meşgul olan kanadına mensuptur. Bu kanat sapkınlık ve komünizm eleştirisine maruz kalınca inancını sorgular ve Katoliklik macerası böylece sona erer. Ama ortaçağa ve dönemin felsefesine olan ilgisi devam eder.

 

Çalıştığı bu dönemden öylesine büyülenir ki, zamanda yolculuk yapmaya başlar. Ortaçağ ile ilişkisini bir aşk ilişkisi olarak tanımlamaktadır. Dönemin herkesin zannettiği kadar karanlık olmadığını Rönesans’ı kuluçkalayan, modern şehrin, üniversitenin, bankacılığın, bir Avrupa fikrinin doğduğu kaotik ve çok boyutlu bir dönem yaşandığını vurgular. Tezi için araştırma yapmaya gittiği Paris’te başlar bu fantezisi. Eski Paris’i yaşantılar, bir ortaçağ insanı gibi düşünmeye ve hissetmeye çalışır. Cicero’nun söylediği gibi der: “Historia magistra vitae (Tarih yaşamın öğretmenidir).”

 

1978’de bir arkadaşı ile dedektif romanları hakkında sohbet ederken, bir dedektif hikayesi yazamayacağını, ama şayet yazarsa bunun beş yüz sayfa uzunluğunda ve karakterlerinin muhtemelen ortaçağ keşişlerinden oluştuğu bir hikaye olabileceğini söyler. O gün eve dönüş yolunda keşiş isimleri uydurmaya başlar ve birden hayalinde zehirlenmiş bir keşiş canlanır. Bu imgeye yapışıp kalır, artık kendisini durduramaz: Gülün Adı yazılmaya başlanmıştır...

 

Kurmaca eserler, onun tarih ve semiyotik alanındaki düşüncelerini daha iyi ifade edebildiği bir esneklik sunar. Semiyotik konusunda sayısız makale yazdığını ama düşüncelerini Foucault’nun Sarkacı’nda o makalelerde olduğundan daha iyi ifade edebildiğini söyler. Edebiyatın imkanları, fikirlerin adeta canlı bir ortama aktarılması, karakterlerle zenginleşmesi, sanatın ince işçiliğinden nasiplenmesi ona her daim cazip gelir.

 

Hayatı boyunca komedi kuramı hakkında bir kitap yazmak ister. Aristoteles’in Poetika’sının komedi hakkındaki kayıp bölümüne kafayı takmıştır. Ona göre komedi kuramıyla ilgili okuduğu bütün kitaplar başarısızdır. Freud’dan Bergson’a kadar hepsi meselenin belirli bir yönünü açıklamaya çalışmış ama tümünü kapsayamamıştır. Konu o kadar karmaşıktır ki hiçbir kuram tam olarak onu açıklayamamıştır. Bir ara yazmaya karar verir; ama proje o kadar devasa görünür ki kendisini çaresiz hisseder. Mizah duygusu hayvanlarla bizi ayıran duygulardan biridir. Bunun kökeninde de öleceğini bilen tek canlı olduğumuz gerçeğinin yattığını düşünür. Bütün dinlerin, törelerin varoluş nedeni de budur. Komedi de ölüm korkusuna karşı temel bir insani tepkidir. Gülün Adı’nda alttan alta bu konuyu işlediğini ifade eder; bir kuram ortaya koyamıyorsak, hikayesini anlatmaya çalışmalıyız ilkesi uyarınca... Komedi, fanatizmin eleştirel olarak altının oyulmasının aracıdır, ona göre. (İşte Gülün Adı’nı yeniden okumamız için bir sebep daha!) Onun komediye olan bu ilgisini düzyazılarında da görmek mümkündür, hınzırdır, neşelidir; Somon Balığıyla Yolculuk’ta olduğu gibi dünyaya mizahın penceresinden bakmaktan hoşlanır. Yanlış Okumalar’da da komiğin bir türü olan yanılsamaları konu edinecektir. Güncel olayları, karanlık zamanları “kaygı ve kızgınlıkla” ama yine ironiyle değerlendirdiği yazılarının toplandığı Yengeç Adımlarıyla’yı da unutmamalı.

 

Eco’yu orijinal dilinde, İtalyancadan okuyanlar bambaşka bir macera olduğunu söylerler. Ama bizler de şanslı sayılırız. Şadan Karadeniz’in müthiş emek ürünü çevirileri, kitaplarının çevirilerine çok önem veren, çevirmenlerle birlikte çalışan Eco’yu tatmin edecek düzeydedir.

 

 

 


 

 

Yararlanılan söyleşi: Umberto Eco ve Lila Azam Zanganeh, The Art of Fiction No. 197, The Paris Review, 2008.

 

* Görsel: Burak Dak

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.