Çok değil, bundan on beş yirmi yıl önce Türkiye'ye yurt dışından kitap getirtmek –kredi kartımı versem mi, postacı paketi getirecek mi, ya gümrüğe takılırsa gibi endişelerle birlikte– hayatımıza giren müthiş bir yenilikti. İnternet sayesinde burada bulamadığımız yüz binlerce kitap bir anda erişilebilir olmuştu. Gelen her paket, benim için bayram heyecanı gibi bir şeydi. Hâlâ da öyledir. Tüm bu heyecanın içinde, Mark Z. Danielewski'nin Yapraklar Evi isimli romanının çok özel bir yeri vardır. Kitabın sayfalarını çevirmeye başladığım anı bugün gibi hatırlıyorum, şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. Harflerle böyle bir dünya yaratan insanın beyni nasıl çalışıyordu acaba? Dahası, böyle bir roman basmayı göze alan, göze almakla kalmayıp teknik olarak işin altından kalkabilen bir yayınevi olması ne inanılmaz bir şeydi!
Böyle bir roman, derken, neden bahsettiğimi ikiye ayırarak açıklamam lazım. Birincisi, metnin kendisi – daha doğrusu içeriği. Yapraklar Evi'ni açar açmaz akıl almaz derecede çok katmanlı ve oyunlu bir anlatıyla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Esas olay örgüsünün yanı sıra elden ele geçen belgelerden, görsellerden, yazışmalardan, sözde akademik makalelerden, dipnotlardan ve dipnotların dipnotlarından oluşan bu acayip roman, rahatlıkla bir Borges öyküsünün kahramanı olabilecek özelliklere sahip. Başrolünde ise şekil ve boyut değiştiren tuhaf bir evle o evde çekilen esrarengiz bir film yer alıyor.
İkincisi ise kitabın iç tasarımı. Aslında Yapraklar Evi'ni bugün bile şaşırtıcı kılan yönü de bence bu, çünkü, doğruyu söylemek gerekirse son yirmi yılda postmodern edebiyatın meta-metinleriyle lüzumundan fazla haşır neşir olduk. Ancak eminim, günümüzün en müşkülpesent okuru bile romanı görsel açıdan etkileyici bulacaktır. Görmeyenler için tarif etmek oldukça zor: Tıpkı anlattığı ev gibi şekil değiştiren bir metin bu. Sayfa düzeni, satır aralıkları, birbirlerinin üzerine binen paragraflar, paragrafların ortasındaki boşluklarda beliren haritalar, renkler, karakter tipleri ve daha yüzlerce ince ince tasarlanmış detay, insanın aklını başından alıyor.
Orijinali 2000 yılında çıkan Yapraklar Evi, tahmin edersiniz ki çevrilmesi hiç kolay olmayan bir kitap. Monokl tarafından Türkçesinin yayımlanacağını duyunca hem şaşırdım hem de heyecanlandım. (Bu satırları yazdığım sırada henüz baskıdan çıkmadığı için elime alıp inceleyemedim, sadece içini görme şansım oldu.) Yayınevi, Gökhan Sarı tarafından yapılan çevirinin iki yıla yakın, tasarım ve dizgi sürecinin de yine iki yıla yakın sürdüğünü söyledi. Türkiye’deki okurlarla buluşacak kitap, fiziksel özellikleri açısından orijinaliyle bire bir aynı olacakmış. Ayrıca bizzat yazarın kendisi de çalışmaları görüp onaylamış.
Görsel oyunlar, metne yeni bir şey katıyorsa...
Bu vesileyle, görüp çok etkilendiğim ama satın almadığım, sonra da çok pişman olduğum iki kitabı hatırladım. Bunlardan ilki, Laurence Sterne'ün klasik eseri Tristram Shandy'nin çok özel bir edisyonuydu (Tasarım: A Practice for Everyday Life, Eylül 2010). Tasarımcılar, yazarın zamanındaki baskı tekniklerini kullanarak denediği (ve daha sonraki basımlarda ihmal edilmiş) görsel oyunları günümüzün teknolojisini kullanarak iyice zenginleştirmişler ve şahane bir eser ortaya çıkmış. Diğeri ise Jonathan Safran Foer'in deneysel kitabı, Tree of Codes (Tasarım: Sara De Bondt Studio, Kasım 2010). Bu da Foer'in başka bir kitabın içinden sözcükler kesip atarak oluşturduğu, hem biçimsel hem de kavramsal açıdan çok etkileyici bir işti. Ne var ki, her iki kitabın baskıları da hızlıca tükendi ve maalesef yetişemedim.
Son olarak meşhur yönetmen J. J. Abrams'ın yazar Doug Dorst'le ortak çalışması olan S.'den bahsetmem gerek. İçerik olarak karşılaştırmak mümkün olmasa da görsel açıdan Yapraklar Evi'nin bir üst seviyesi diyebileceğimiz bu romanda, iki karakterin (iki sözde okurun) el yazısı notları ve birbirlerine bıraktıkları mesajlar anlatıya bir üst katman kazandırıyor. Ayrıca kitabın içinden ipucu niteliğinde kartpostallar, fotoğraflar, hatta peçeteye çiziktirilmiş şemalar çıkıyor ki bunlara harcanan emek gerçekten çok etkileyici. Kütüphaneden ödünç alınmış bir kitap gibi görünsün diye özel olarak eskitilmiş S.'in sayfalarını karıştırmaktan çok keyif alıyorum. Fakat ne yalan söyleyeyim, okumak hiç içimden gelmedi. Bu da belki J. J. Abrams'la aramdaki aşk-nefret ilişkisinden kaynaklanıyor.
Ya da belki bir genelleme yapıp şöyle diyebilirim: Görsel oyunlar, metne yeni bir şey katıyorsa harika ama görüntü uğruna öykü ikinci plana itiliyorsa, okumanın pek de zevki kalmıyor.
Yeni yorum gönder