“Ozanlık”, kültürümüzün önemli bir parçası. Alim Paul Lindner’in tespitiyle, ozanlar Türklerin hem “müzisyeni” hem de “tarihçisi”… Geçmişi ve örfü bugüne taşıyanlar… Fakat söz konusu “şehirli için üretilen popüler kültür” olduğunda bol örnekle karşılaşmıyoruz. Ozanları kırda bıraktık geldik. Modern Dede Korkutlarımız nerede? Ozan taklidi yapan Batılı sanatçının kötü bir taklidi olan “edebiyatsız” icracılara galiba mahkûmuz.
Yazıya beylik bir cümleyle başlayacağım: Bütün sanat dallarının temeli edebiyattır. İster ressam olun ister heykeltıraş; ister tiyatrocu olun isterse müzisyen; eserinizle temaşa edecek veya dinleyecek ‘tüketici’ye yaşamınızdan kesitler ya da kimi tespitlerle gözlemler aktarırsınız, tıpkı edebiyatçının yaptığı gibi. Bana kalırsa iyi bir sanatçı her şeyden önce iyi bir aktarıcı (yani edebiyatçı) olmalıdır. Dolayısıyla edebiyatla en azından sathi de olsa temasta bulunması gerekir. Nasıl anlıyorum bilmem ama “hiç şiir okumamış kadar kötü” sanatçıyı derhal tespit ederim. İyi bir anlatıcı olmak adına da temeli (edebiyatı) sağlam tutmak, nitelikli eserler üretmek isteyen sanatçı için bir zorunluluktur.
“Edebiyat ile anlatıcılığımız acaba nasıl gelişir?” sorusu bu yazının konusu değil. Hangi sanatçı veya eleştirmen bu konuda ne demiş, bilmiyorum. Açıkçası yoruma açık olduğunu da düşünmüyorum. Bu yazının konusu, meselenin temeline, yani edebiyata kısa bir süreliğine de olsa geri dönen, roman, öykü, şiir veya günce dalında eserler veren sanatçılar… Sanatçılar diyorum fakat, müzisyenler bağlamında kalacağımı söylemeliyim. Yazıda geçecek yazar-müzisyenler, edebiyat temelinin önemi konusunda ikna edici olacaklardır diye düşünüyorum.
Kusursuz anlatı: Dylan
ABD’li müzisyen Bob Dylan –bugünlerde Peter Handke tercihi nedeniyle haklı eleştirilerin odağı olan- Nobel Edebiyat Ödülü’nü 2016’da; “Amerikan müzik geleneğinde yeni bir şiirsel ifade/anlatı oluşturduğu için” kazanmıştı. Bu beni ikna eden bir açıklama olmasa da “yeni bir şiirsel ifade/ anlatı oluşturduğu” için ödüllendirilmesi dikkat çekiciydi. Belki bir şair olmaktan çok müzisyendi Dylan, fakat “güçlü anlatısı” onu Nobel Edebiyat Ödülü kazanmasını sağlayacak derecede elit bir edebiyatçı konumuna yükseltmişti.
Dönemin İsveç Nobel Akademisi Daimi Sekreteri Sara Danius, “Dylan bir yazar bile değil, neden ona ödülü verdiniz?” sorusuna, edebiyat ile müzik ilişkisini özetleyen iyi bir cevap vermişti: “Eğer edebiyat tarihinde geçmişe geri dönersek, iki bin beş yüz yıl önce Homeros ve Safo’nun da dinlenmek ve enstrümanlarla sahnelenmek üzere edebi eserler ortaya koyduğunu görürüz.” Kendisinden hiç hoşlanmadığım (tamamen siyasi) Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rushdie de bu ‘görüşü’ desteklemiş ve “Orpheus’tan Faiz’e, şarkı ve şiir birbiriyle bağlantılıdır. Bob Dylan, ozanlık geleneğinin parlak bir mirasçısıdır” demişti.
Cave’i sevdiren çevirmen
Müzisyen olup da edebiyat eseri üreten sanatçılar arasında anlaşılan Türkiye’de en çok ilgi uyandıranlardan biri Nick Cave. Romanları ikinci üçüncü baskıları yapan nadir yazarlardan. Ve Eşek Meleği Gördü’den 20 yıl sonra yazdığı Bunny Munro’nun Ölümü adlı romanını Türkçede yayımlanır yayımlanmaz tuhaf bir merakla okudum. Fakat bu merak Nick Cave üzerinde yoğunlaşan bir merak değildi. Daha çok çevirmeni ilgimi çekti: Avi Pardo’dan bahsediyorum... Avi Pardo bu işte bir tarz oluşturabilecek kadar iyi bir çevirmen. Charles Bukowski ve John Fante’nin Türkiye’de bu kadar şöhrete kavuşmasında kanaatimce payı büyüktür. Ama mütercim meselesi de bu yazının konusu değil. Çevirmen etkisiyle mi bilinmez, Bunny Munro’nun Ölümü’nde Bukowski anlatılarının tadını aldığımı belirtmeliyim.
Nick Cave, “yeraltı” edebiyatını “kaba argo” ile harmanlayan yazarlardan. Bunny Munro’nun Ölümü de Ve Eşek Meleği Gördü de okuyucusuna göre farklı okumalarda rahatsızlık oluşturabilir. Yani Nick Cave’i ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz. Fakat anlattığı karakterlerden başka türlü konuşmasını veya yaşamasını da bekleyemeyiz. Bir komedyenin dediği gibi: “Uyuşturucu kaçakçısı TDK memuru gibi konuşmaz.” Daha “naif” bir örnek isterseniz ABD’li müzisyen Patti Smith’i önereceğim.
Fransız şiirinin notaları
Patti Smith’in müzisyenliği için “Beat şiiri performans tarzını garage rock ile birleştirdi” deniyor. Akla elbette direkt Allen Ginsberg, Jack Kerouac ve Neal Cassady gibi Beat kuşağı yazarları geliyor. Yoksa gene bir “yeraltı yazarı” ile mi karşı karşıyayız? Fakat Patti Smith kesinlikle keskin ve sert müzisyenliğinden beklenmeyecek tarza “ağır başlı” ve anlaşılan “tasarlanmış” kitaplar yazıyor. Bu da sanırım Smith’ten çok kuşağı ile ilgili bir önyargı (ya da ben müzisyenliği hakkında yanılıyorumdur).
Beat kuşağı yazarları arasında “daktilo tipi zafer” şeklinde bir tanım vardır: Daktilonun başına geçerler ve tasarlamadan zihinlerinden geçenleri yazarlar. Jack Kerouac Yolda romanını söylediğine göre üç haftada yazmış. Patti Smith’in yazarlığından bu gelişigüzel havayı almıyorsunuz. Ayrıca sanatçı, Fransa Kültür Bakanlığı tarafından edebiyata ve kültüre yaptığı katkılardan dolayı “Ordre des Arts et des Lettres” nişanı da almıştı. Şaşırtıcı değil, “punk’ın annesi” 19. yy Fransız şiirinin bir hayranı ve müzisyenliğini/şairliğini bununla besliyor.
Patti Smith’in Türkçede dört kitabı var: Çoluk Çocuk, Hayalperestler, M Treni ve Adanmışlık. Dört kitabın da “kurgu” olmadığını; Smith’in yükseliş, çöküş, öğreniş, aldanış, hayal ediş süreçlerinin içerisine daldığınızı ve tuhaf bir biçimde bu anlatıların terapi etkisi yaptıklarını söylemeliyim. Bob Dylan ile şiir hakkında konuştuk, Nick Cave’in agresyonu ile biraz yorulduk, Patti Smith ile de dinlendik. Şimdi biraz Kanadalı sanatçı Leonard Cohen ile “yerlilerin topraklarına karşı suç” işleyelim.
Züppenin zarafeti: Cohen
Leonard Cohen, “züppelik” tanımı ve ortaya çıkışı ile ele alındığında daha anlaşılır olacaktır. “Züppeliğin” doğuşu ile ilgili İtalyan yazar ve düşünür Umberto Eco şöyle diyor: “Olağanüstülük kültünün ilk belirtileri züppeliğin doğuşuyla birlikte görüldü. Züppe, İngiliz toplumunda, 19. yy başlarında, George Brummell ile oraya çıktı. Brummell ne bir sanatçıydı ne de filozof. Onun örneğinde olağanüstülük tutkusu giyinme ve yaşama sanatında boy gösterdi. Brummell’in (bazen tuhaflığa varacak kadar abartılı) sadelikle bağdaştırdığı zarafet, çelişkili nükteler ve kışkırtıcı davranışlarla el ele gidiyordu.” Bu tanımda ben olduğu gibi Brummell yerine Cohen’i yerleştirebilirim. O hiçbir şey olmadan önce “zarafet tanrısı” olmaya çalışırdı. Hayatını Slyvie Simmons’a anlatırken bunu da özetlemişti: “Tatlım, demişti Leonard, ‘takım elbiseyle doğmuşum ben.’” İç dünyasını “soylu bir zarafet”in sembolü takım elbiseleri ve bariton sesiyle dışa vuran Cohen, Boldini’nin Montesquiou’sunun 20. yüzyıldaki temsilcisi gibidir.
Verilecek bütün müzisyen-yazar örneklerinden bağımsız bir şekilde Kanadalı sanatçı Leonard Cohen aslında önce şairdir. İlk şiir kitabını 22 yaşında yayımladı; ilk albümünü ise 33 yaşında çıkardı. Fakat Cohen aynı zamanda bir romancı da: Görkemli Kaybedenler ve En Sevilen Oyun adlı Türkçede de yayımlanmış iki romanı var. Görkemli Kaybedenler’de, Kanada’nın Cizvitler eliyle Hıristiyanlaştırılırken, Kızılderililere yapılanlar Mohawk kızı Catherine Tekakwitha'nın aşk öyküsüyle birleştirilerek anlatılır. Zaman geçişlerinin yoğun olduğu zor bir metindir. Diğer romanı En Sevilen Oyun’da ise Yahudi bir şair olan Lawrence Breavman’ın çocukluktan yetişkinliğe kadar olan hikâyesi merceğe alınıyor. Sanırım bu romanın “otobiyografik” olduğunu belirtmeye gerek yok.
Bir şair, bir deha, Jim Morrison
Aslında Patti Smith bahsinde Jack Kerouac demişken Cohen’den önce 28’lik dehalardan biri olan (yani 28 yaşında hayatını kaybeden) Jim Morrison’dan söz etmeliydim… The Doors grubunun efsanevi söz yazarı ve solisti bildiğimiz kadarıyla büyük bir Yolda hayranıydı. Jim Morrison’ı Jim Morrison yapan sadece müzikleri miydi? Sanmıyorum. Morrison için müzik “sanatçı kişiliğini” sermek için bir araçtı, o kadar. ‘Sanatçı kişilik’ klişe bir ifade mi oldu yoksa? Yani Amerikalı yıldız bütün yeteneklerinden evvel ‘yaşamını da bir sanat eserine dönüştürmüş’ komplike bir sanatçıydı. ‘Modern’ dedikleri sanat biraz da budur.
Galiba bu işi (yani yaşamını sanat eserine dönüştüren kahramanları anlatmayı) ilk, Fransız romancı Flaubert yapmıştı: Madame Bovary denen ‘hafif kadın’, şu bildiğimiz kadınlara pek de benzemiyordu. Louis Ferdinand Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk’undaki, Sartre’ın Bulantı’sındaki, Albert Camus’nün Yabancı’sındaki karakterler, Kafka’nın K.’sı, Henry Miller’ın, Charles Bukowski’nin anti-kahramanları aslında hep aynı kişi: Bir kırılma sonucunda hayatını sanat eserine dönüştürmüş yoldan çıkan adam. Jim Morrison da bir kırılma yaşıyor: Ulysses’i okuyor, hem de daha 14 yaşında. Biz bunu, sanatçının, Tanrılar, Yeni Yaratıklar ve Amerikan Gecesi kitabı altında toplanan notları ve şiirlerinden öğreniyoruz. “Şiire hayranım” diyor Jim, “çünkü bilinenle bilinmeyen arasında gezinir, pek çok anlama gelebilir.”
Devrim, TV’de yayınlanmayacak
“Devrim televizyondan yayınlanmayacak” sözünü çoğunuz duymuşsunuzdur. ABD’de 70’li yıllarda ortaya çıkan devrimci “Black Power” hareketinin öncülerinden siyahi şair ve müzisyen Gil Scott-Heron’a aittir bu söz. “Cool” bir müzik olarak algılanan “blues”u Malcolm X aktivizmi ile “politize” ederek “isyankâr hip hop” kültüne bağlamıştır. Scott-Heron’un Türkçede çok yeni bir romanı yayımlandı: Zenci Fabrikası. Roman, hiç şaşırtıcı gelmeyecek bir şekilde, 1960’larda Virginia’daki bir üniversitede yaşanan öğrenci ayaklanmalarını konu alıyor. Fakat “siyahi hareketler” bağlamında gedik – taş uyumunu yakalayan sanatçının romanı, Türkiye’de pek ilgi uyandırmışa benzemiyor. Galiba bu biraz da “kültür tüketicileri”mizin yoğunlukla “aktivizm” kavramını bağlamına oturtamamasından kaynaklı.
Türkiye’de “aktivizm” nedense bir alt kültür refleksine dönüşememiştir. Hâkim sınıf bazen “alt kültür” kılığında yerli yerine oturtamadığı isyanlara kalkışır, ama o kadar. Mesela “kitleselleşebilmesi” için lazımsa “Kürt” kılığına girmesi gerekir. Hep bir taklittir. Yazdıkları “yer altı romanları” da bu nedenle biraz sakildir. Zaten sonunda sıkılır “taşraya taşınan aydın”ı anlatırlar. Neal Cassady’nin sırf küfür ettiği için bir “yer altı” yazarı olduğunu düşünenlerle bile karşılaşırsınız. Dolayısıyla bol bol küfür ederler. Siyasi bağlamları da havadadır. “Muktedirliği”, güncel siyasetin verdiği ayrıcalık dışında düşünemezler. Hayır, 2013 yazına geri dönmeyeceğim. Özetle Malcolm X’i “Müslüman” kimliği nedeniyle anlamak istemeyen iklim tabii Gil Scott-Heron’u da anlamayacaktır.
Ben Ozzy, Ozzy Osbourne
Hiç aracınızla 100 km hızla giderken eşek arısı yuttunuz mu? Tıbben tam iki kez ölü ilan edildiğiniz oldu mu? Bir yarasayla düştüğünüz anlaşmazlık yüzünden haftalarca kuduz aşısı olmak zorunda kaldınız mı peki? Şimdi sizin düşen uçaktan sağ çıktığınız bir an ya da yanlışlıkla Parkinson teşhisi aldığınız da olmamıştır… Fakat bunların hepsi İngiliz müzisyen Ozzy Osbourne’un başına gelmiş. Sunday Times ve Rolling Stone’da yazdığı köşe yazılarında başına gelen tüm tuhaflıkları anlattı, tavsiye isteyene tavsiye verdi ve diğer müzisyen yazarlardan farklı olarak güçlü mizahıyla okuyucuyu şaşırttı. Arka kapak yazısına döndü, biliyorum, ama gerçekten böyle oldu.
‘Dramatik’ değil, ‘trajikomik’ tarafta durur Osbourne'un yazarlığı. Türkçede yayımlanmış iki kitabı var: Ben Dr Ozzy ve Ben Ozzy. “Yaşamım içerisinde bazı kötü şeyler yaptım. Daima karanlık tarafa doğru çekildim. Ama ben şeytan değilim” diyor. Başına gelen belaları ve büyük başarıları büyütmektense tepede bir noktada alay ediyor.
Teoman’ın Nobel alma ihtimali
Bob Dylan Nobel Edebiyat Ödülü kazandığında, Egoist Okur için “Şükür ki Teoman’ın bu ödülü kazanma ihtimali artık Elif Şafak’tan daha fazla” yorumunu yapmıştım. Çünkü Teoman, müzisyen-yazar-şair tipolojisinin Türkiye’deki temsilcisidir. Şarkı sözlerinin her biri birer şiirdir. Zaten İnsanlık Halleri adıyla şarkı sözlerini kitaplaştırdı. Bu açıdan Türkiye’de bir ilk değil ama Mazhar Alanson dışında diğer örnekler anmaya ne kadar değer bilmiyorum. Teoman ayrıca Fasa Fiso adlı kitabında “Çocuk Teoman’dan rock yıldızı Teoman’a uzanan yolculuğu” anlatıyor. “Peşinden koştuklarımız, yaşadıklarımız var ya, hep fasa fiso” deyişinden, doygunluğa erişmiş orta yaş nihilizmini derhal seziyoruz. Sonuç olarak, sanatçı, yazar olarak bir “efsane”ye dönüşmeyecek olsa da (siyasi bağlamı olmadığı için) kaleminin de güçlü olduğunu çekinmeden söylemeliyiz.
Efsane MFÖ grubunun solisti Mazhar Alanson da şüphesiz komplike bir sanatçı. Müzisyenliğinin dışında güçlü aktörlüğünü hepimiz biliyoruz. Ki bu da doğal: Ankara Devlet Konservatuarı Yüksek Tiyatro Bölümü’nden mezun… Mazhar Alanson, besteciliğinin ve oyunculuğunun yanında ‘ödüllü’ de bir söz yazarı. Bana soracak olursanız, aslında bir şair. Sanatını ‘manevi’ yönden beslediğini de biliyoruz. Dünyevi aşkın ötesinde bir aşkın şiirini yazıyor, besteliyor ve yorumluyor. Hakkındaki tuhaf iddialar için “Umre’de öğrendim” diyerek sözün özünü uzatmadan söyleyebiliyor… Sanatçının Mazhar Olmak adlı bir kitabı da bulunuyor. Kitapta şarkı sözleri, şarkı sözlerinin hikâyeleri, anılar ve hatta gezileri yer alıyor. Bir sanatçının hayat günlüğü.
Modern ozanlarımız nerede?
“Ozanlık”, kültürümüzün önemli bir parçası. Alim Paul Lindner’in tespitiyle, ozanlar Türklerin hem “müzisyeni” hem de “tarihçisi”… Geçmişi ve örfü bugüne taşıyanlar… Fakat söz konusu “şehirli için üretilen popüler kültür” olduğunda bol örnekle karşılaşmıyoruz. Ozanları kırda bıraktık geldik. Modern Dede Korkutlarımız nerede? Ozan taklidi yapan Batılı sanatçının kötü bir taklidi olan “edebiyatsız” icracılara galiba mahkûmuz.
Sonuç olarak edebiyat ile müziğin tarihten bugüne gelen kopmayacak bir nikâhı vardır. Mesela bir müzik parçasının kalıcı olmasıyla bir şiirin kalıcı olması arasında çok büyük bir fark olduğunu düşünmüyorum. Şiirdeki nesnel karşılık gibi müzikte de bir nesnel karşılık var. Bu nesnel karşılığı ise müzisyen edebiyatçılar ya da edebiyatçı müzisyenler çok daha doğru bir şekilde bulabiliyorlar. Yeni nesil müzisyenlerin dikkatine.
Yeni yorum gönder