Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

OdakYazar // Behçet Çelik (I)




Toplam oy: 675
Odak Yazar", IAN Edebiyat dergisinin alametifarikalarından biriydi. Ağırlıklı olarak üniversiteli gençlerin yazı ve söyleşileriyle, Türkçe edebiyatın günümüz temsilcilerine ve eserlerine bakışlarını yansıtması sebebiyle değerliydi. IAN Edebiyat'ın yayın hayatına son vermesiyle birlikte, bir anlamda bu proje de yarım kalmış oldu. Hazırda bekleyen ve yeni odak yazarlar belirlenerek yapılacak çalışmaların SabitFikir'de yayımlanması teklifini bu sebeplerle seve seve kabul ettik. (IAN Edebiyat sayfalarında okumaya devam etmeyi daha çok arzu ederdik elbette.)

İnceliğin Sesi Olan Öyküler


“Gündüz olsa. Işığın, çocukların ve kadınların vakti. Belki benim gibisine dil-dışı birisine rastlarım. Topu çalınmış bir çocuk, penceredeki kadın. Şaşıyorum içimdeki bu umuda. Her anı, her yeri yadırgamalarla, kimsesizliklerle dolu bu şehirde yine de elimden tutuyor, ‘yalan da olsa’ yüzüme gülüyor. Bu umut, şu bitmeyen tıpırtısından besleniyor olmalı gövdemin. En hareketsiz anımda bile içimde bir koşu, bu dilsizlikte bana bir şeyler diyen o olmalı. Umut ve tıpırtı birlikte yok olacaklar. Biri ötekini de alıp gidecek, bakalım kim kimi çekip götürecek?”

 

Yukarıdaki alıntı, Behçet Çelik’in ilk öykülerini topladığı Yazyalnızı - İki Deli Derviş isimli eserden. Aslında “Yazyalnızı” ve “İki Deli Derviş” 1992 yılında ayrı ayrı yayımlanıyorlar. Dağıtımı iyi yapılamadığı, kitapları artık sahaflarda bile bulmak mümkün olmadığı için 2002 yılında Can Yayınları tarafından tekrar basılıyor. Behçet Çelik’in Varlık’ta yayımlanan ilk öyküsü “Sokak 245” de ekleniyor derlemeye.

 

Yazyalnızı, on altı; İki Deli Derviş ise on beş öyküden oluşuyor. Genel olarak birkaç sayfalık öyküler. Yazar, kendi dünyasını kurduğu, özgür olduğu bu birkaç sayfada abartılı sonları tercih etmiyor, her şeyi olağan akışında ilerleterek, hayatın dikkatli bakmadığımız sürece fark etmediğimiz ayrıntılarını bir anlık da olsa fark etmemizi sağlıyor. Behçet Çelik, kahramanların hikayesini usul usul anlatıyor. “Gözleri Gece” öyküsü var örneğin. İnsanı okur okumaz kendine çeken, akla onlarca şiir getiren.

 

Konfeksiyonda çalışan kadınlar, memurlar, 90’ların mahalleleri, bazen nefesimizi daraltan ve “İyi ki o karakterin yerinde değilim,” demeye sebep olan karşılıksız aşka tutulanlar... Öykülerin kadrosu, teması değişse de Behçet Çelik’in dili hep aynı kalıyor. Şiirsel üslup, çeşitli şiirlerden yapılan alıntılar bir kitaptan başka bir kitaba ulaşmayı sağlıyor. Bu da sevdiğiniz bir yazarın size kitap önermesi gibi bir şey aslında...

 

Yazyalnızı - İki Deli Derviş, sevdayı anlatan öykülerin daha ağır bastığı bir eser. Behçet Çelik’in Yazyalnızı - İki Deli Derviş'ten sonra kaleme aldığı öykülerde daha politik bir arka planın varlığından söz edebiliriz. Bireyin sorunlarından toplumsal soruna ulaşmamızı sağlayan metinler... Diğer bir deyişle Behçet Çelik, kendi dilinden ödün vermeden politik konulara da temas ediyor. Tıpkı Barış Bıçakçı’da da rastladığımız gibi. Aynı incelikler, aynı sadelik, aynı dostluk anlatıları.

 

Yazyalnızı - İki Deli Derviş, hayatın içinden kısacık anları anlatarak, bir yazarın ilk öykülerinin ne kadar iyi olabileceğinin de altını çiziyor.

 

Ayşe Gülen Eyi

 

 

 

 

Ne Konuşacağız Peki?


Okurun başucunda kendi öyküsü duruyor. Biriktirdikleri, dilinin ucunda şişip duran, sonrasında bir avcı gibi savunmasız olduğu bir anda yakalayan, söyleyemedikleri bu tuhaf öykünün en değerli parçası. Yalnızca umut etmek yetmiyor ya da olacakları bir bir ölçüp biçip planlamak… Bunun arkasında başka bir şey var; hayatın akışını bozan, insanı zembereğiyle beraber dışarı attıran, ayarsız bir şey… Herkes az ya da çok buraya tutsak. Behçet Çelik’in bu dar tünelden geçip dilin en yalın haliyle, sıcak ve içten bir anlatımla kurgulanmış Herkes Kadar’ı da okurun başucunda duran kendi öykülerinden on yedi tanesini barındırıyor.

 

Herkes Kadar birbirinden uzaklaşan insanların mesafece ve hisçe kopukluklarını anlatır. Dibi görünmeyen dertlerin aksiyle bakar. Kalabalıkların arasında herkesin var olduğu bilinen ama hep o belirsizlikte “bilinmeyen” olarak kalacak öykü, anımsanamayan, başıboş bırakılan, anlatılamayan, bahanelere sıkışmış doğru cümleleri kovalayan anılarla birliktedir. Yeni hayat hiçbir şeyiyle eski hayat kadar anlaşılabilir değildir artık.

Yazar Herkes Kadar’da süslü anlatımlara başvurmaz. Yalın bir ifadeyle olanı olduğu gibi gösterir. Ben-anlatımıyla okuyucuya aradaki boşluğu hissettirir, ilk elden paylaşır. Öyküler biçimsel ve tematik anlamda birbirine yakın, insanda bıraktığı etkilerle aynı kişiye bakar gibi bir izlenim uyandırır. Mevzubahis paylaştığı okuyana uzak durmayan, hayatın buğulu taraflarındandır, kahramanların da “herkes kadar” hayat karşısında acemiliği vardır.

 

Onları yaralayan bugündür. Kendileri ve çevreleri ile hesaplaşmaktan kaçmazlar ancak nedenini bilmedikleri bir kıvranış içindedirler. Öykülerin yalınlığına bırakılmış az konuşan kahramanları, hayatı nedeni çok net belli olmayan mutsuzluklarının penceresinden anlamaya çalışırlar. Dili, karakterler ve atmosferle  uyum içinde mekanın örgüsüne çeker. Öykülerde, yaşamı tüketmemiş umulmamış olsa da gitgide koyulaşan bir dert bilmecesi hâkimdir. Hiçbirinin yoğun ve kesif bir sonu yoktur, sonlar, öykünün içinde yatana tekrar dönüp baktırır.

 

“Üç Yıl Sonra”da kahramanın sorduğu “Ne konuşacağız peki?” sorusu kitaptaki tüm öykü kişilerine sorulabilecek nitelikte bir sorudur. Onlar hayat serüveninin tamamıyla dışında kalmış değillerdir, sadece başkalarıyla mücadeleleri yoktur, bütün savaşları içlerinde, dili yok birlikteliklerin havuzundadır. Bir araya geldiklerinde birbirlerini tamamlamazlar, umdukları bir şeyler yoktur, anlatımın dili gibi yalın sade bir serüvendir onlarınki. Bu bakımdan öykülerin ortak temaları vardır. Bunlar insanın içine dönük derin gözlemi, hayatın akışına yönelik bakışıdır. Behçet Çelik, anıların ve şimdinin resmi daha net dururken, geleceğin resmini çekmek için objektifle oynar, çağrışımlardan beslenir, o puslu atmosferin üzerinden geçer.

 

“Ağbim” iki kardeş arasında sessiz sedasız akan, iç yaralayıcı ilişkinin öyküsüdür. İkisinin de birbirleri ile paylaşacakları vardır; ancak yaşanmışlıklar ve içinde bulundukları durum bu çıkmazı aşamaz. Küçük kardeşin ağabeyinden çekinmesi ağabeyin ise dalıp gittiği boşluk bir şey anlatmak isteyen; fakat paylaşma konusunda yetersiz iki kişinin arasındaki mesafedir. Ağabeyin kapıdan çıkıp giderken ettiği tek söz “Eyvallah!” ise çaresizliklerine ve aralarındaki sırra birer eyvallahtır.

 

“Bunlar Kitaplarda Olur” insanların istemsizce birbirleri üzerinde bıraktığı tuhaf etkinin öyküsüdür. Bir grup öğrencinin çıkardığı derginin iki haber müdüründen birinin tutuklanması sonucu öğrenciler, kendilerinin de polis tarafından arandığını düşünüp kaygılanırlar. Bir ara kapıcının gelmesi baskın öncesi denetim gibi algılanırken, Ekrem soğukkanlılığı ile dikkat çeker. Olacaklardan haberdar gibi duran, sanki her şeyi kendi kurguluyor havası veren Ekrem’in anlatıcı üzerindeki etkisi yıllar sonra da devam eder, kapıcıdan gelen tuhaf soruyu soracak diye Ekrem’in karşısına çıkamaz: “Sizde bir parça tel bulunur mu?” Bakıldığında basit gibi görünen, yaşın da verdiği olgunlukla görmezden gelinebilecek bir karşılaşma korkunun kıskacında yerini tedirginliğe bırakır. Bu insanın geçmişe olan saplantısının önlenemeyen yanıdır.

 

Kitap sıklıkla işlenegelmiş otel temasını barındıran üç öykü içerir. Temanın bu iki öyküdeki kullanım şekli, kullanıldığı en başarılı örneklerden biri olan Anayurt Oteli ile benzerlik göstermektedir. Umut edecek hiçbir şeyi olmadığını düşündüğümüz Zebercet’in “o kadın”ı beklemesi gibi “Otel” öyküsünün baş kişisi de unutamadığı kadını düşünür. Anayurt Oteli’nde otel temasından sonra dikkat çeken bir diğer şey trenlerdir. “Hayırlı Vazifeler” öyküsünde ikindi trenlerine tutkun öykü kişisi ve “Tren Elbet Kalkacak” öyküsünde sevgilisinin bir trene binerek ona geleceğine inanan kişi ile birlikte tren de öykülerin önemli bir teması haline gelir. Behçet Çelik onlara çözüm ya da tavsiyeler sunmaz, sadece “geçit”i gösterir, bazen bir tren, bazense bir bavulla.

 

Öykülerinin hiçbirinde anıları bayağılaştırmaz Çelik, herkesin yaşamışlığı kadar bir yaşanmışlıktır onlarınki. Gündelik hayatın arayışları, çaresizlikleri; hüzünleri bir ihtiyaç gibi getirir ayağına, karşısında seyre bırakır. Öyle büyük olaylar yoktur Herkes Kadar’da. Dört kelime dönüp dolaşır her kahramana bir nebze de olsa dokunur: susmak, uzaklaşmak, beklemek, anlatamamak…

 

Abdullah Altınay

 

 

 

 

Susanlara Bir Şey Sormayınız*


Düğün Birahanesi , Behçet Çelik’in 2011 yılında yayımlanan ve 13 öyküden oluşan eseri. Adını içindeki “Düğün Birahanesi” adlı öyküden alıyor.

 

Biçimsel olarak bazı öyküler birbirini tamamlar nitelikte kurulmuş. Bir öyküde flu kalmış bir fotoğrafı başka bir öyküde daha yakından görüyoruz. Öyküden öyküye atlayan karakter arası ilişkiler, aklımıza takılan soruları bir puzzle gibi diğer öykülerde cevaplıyor.

 

Düğün Birahanesi’nin birbiriyle bağlantılandırılmış kurgusunun yanısıra öne çıkan en belirgin özelliği her öyküde anlatılan karakterler arasındaki duruş birliği, yazarın adlandırmasıyla pasif direniş.Pasiflik, ötede kalmışlık, suskunluk daha da açmak gerekirse bir tercih olarak susmuşluk Düğün Birahanesi'ni okunası kılan en önemli sebep. Eserdeki bu suskunluk hali doğal olarak anlatıcı karakterleri yoğun bir iç muhasebeye sürüklüyor. Okur, bu iç anlatımı yoğun iç-monologlarla takip ediyor ve anlatıcı-karakterin her türlü duygu akışına/değişimine yakından şahit oluyor. Anlatıcı-karakterler suskun bir dışarı ve konuşkan bir içeri arasında yaşamın doğal seyrine ayak uydurmaya çalışıyorlar.

 

Bu noktada Behçet Çelik’in suskunları, pasif direnişçileri bir ayna görevine bürünüyorlar. Öteki olmanın, dışarıda kalmanın, bir gruba dahil olamamanın yahut olmamanın verdiği rahatlıkla “dışarı”yı içeride sorguluyor, dışarı nezdinde kendini keşfediyor, tanıyorlar. Okura ise bu sorgulamalar üzerinden bir “dışarı panoraması” çiziliyor.


“Dışarıdan da tuhaf görünüyordu ama içerisi daha tuhaftı.” (s.59)


"Öteki" adlı öyküde anlatıcı karakter en yakın arkadaşı ve onun sevgilisi arasında üçüncü kişi konumunda. En yakın arkadaşı gizemli, merak uyandıran bir karakter olarak kurgulanmış. Onu yalnızca anlatıcı karakterin bize aktardığı diyaloglarından tanıyoruz. Yazar ise en yakın arkadaşının karakteri ve yaşanmışlığı arkasında az ve öz kelimeyle konuşan anlatıcı karakteri tanıtıyor bize. Öykünün adından da anlaşılacağı üzere o bu ilişkide bir öteki.

 

"Ötesi Yok" adlı öykü de bize "Öteki"deki hissi veriyor. Anlaşılamayan bir yakın arkadaş, onun umudu kursağında kalan sevgilisi ve ilişkinin merkezindeymiş gibi görünen anlatıcı karakter. Bu kez Behçet Çelik’in suskunlarını "Ötesi Yok"un anlatıcı-karakterinden dinliyoruz:

 

“Susar. Kaygıyla bakar. Yalnız kalınca sorarım neden sustuğunu. Aynı kaygıyla bakar. Beni de susturur.
Bana da yapıyor bunu. Susarak susturuyor. İçinden neler geçiriyor öyle merak ediyorum ki.” (s.67)

 

“Bazen kibirli olduğunu düşünüyorum. Sanki uzaydan gelmiş, biz dünyalıların yapıp ettiklerini yapmaya mahkûm olduğu için mutsuz. Pasif direnişte. ‘yapmam’ diyor ya da ‘bir yere kadar yaparım.’” (s.69)

 

"Hepsi Bir" adlı öyküde ise herhangi bir sebeple konuşacak bir şeyi kalmamış bir anlatıcı karakter çıkıyor karşımıza. Konuşmayan, dışarının yönlendirmesiyle hayatını şekillendiren ve karşısına çıkan her koşulu "hepsi bir" olarak nitelendiren bir anlatıcı karakter. Konuşabilmeyi dileyen ama susmayı tercih eden.


“Sustum. Suskunluğuma ne anlam vereceğimi de yormadım kafamı. Nasılsa hepsi birdi. Yine de ona bu ‘hepsi bir’in içerisinde neler olduğunu anlatabilmek isterdim.” (s.121)


"Ayakkabı Kutuları"nda ise en son yıllar önce görüştüğü evli arkadaşlarının evine konuk olan anlatıcı karakteri görürüz. Yalnızlığa, öteki olmaya alışmış anlatıcı-karakterin tek başınalığı en çok bu öyküde çarpar okurun gözüne. Hatta belki de bu pasif direnişin nedeni de bu öyküyle şekillenir:


“Ne zaman evli arkadaşlarımın yanına gitsem, hemen sezerim bunu. Evlilere has bir şey değil, biraz uzamış çoğu ilişkilerde var sanırım. Hayranlık yerini rekabete, itişmeye bırakıvermiştir.



Ya da o sessiz bakışlar, ani baş çevirmeler, hırçın bir tonda söylenen 'canım'lar, 'sevgilim'ler… Daha kötüsü, başkalarına sezdirmemeye çalıştıkça sakilleşen yakınlıklar, sempatiklikler…” (s.94)

 

Behçet Çelik’in suskunları, okur tarafından merak edilen, suskunluğunun nedeni aranan pasif direnişçiler. Direnişleriyse her türlü ikili ilişkilerin beraberinde getirdiği tahribata karşı. Dışarı, alışkanlığa dönüşen birlikteliklerin yıpratıcılığıyla, günden güne yitirilen anlamla, göz göre göre uçup gidip hayallerle örtülü. Düğün Birahanesi'nde ise suskunluk, öznenin zırhı. Suskunlar, anlatıcı-karakterlerin aynası, dışarı’dan içeriye uzanan bir haberci.

 

Behçet Çelik, Düğün Birahanesi’nde susanlara bir şey sormadan anlatıyor derdini ve hiç konuşulmayanlar hep orada kalıyor:


“Tek imge kayalardır, işte orada


Yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada


Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada


Her şey hep kayalardır, otlar da, böcekler de, sular da


Günler de, zamanlar da


Görünen bir zamandır çünkü orada.”**

 

*Behçet Necatigil’in “İki Başına Yürümek” adlı şiirinden.

 

** Edip Cansever’in “Salıncak” adlı şiirinden.

 

Gülşah Küçükşahin

 

 

Ayrıntısal Zenginliğin Kitabı

 

Gün Ortasında Arzu adlı eseriyle 2008 yılı Sait Fâik Hikâye Armağanı’nı kazanan Behçet Çelik, bireyin iç dünyasına eğilen öyküler kaleme alırken özgün tarzını başarıyla yansıtan bir yazar. Hem gündelik hayatın beraberinde getirdiği gürültüleri çok yakından duyuran, hem de karakterlerin sessizliğinde derin anlamlar barındıran on sekiz öykünün yer aldığı Gün Ortasında Arzu, yazarın bu türdeki beşinci kitabı.

 

Bilinç karmaşası, mutsuzluk, huzursuzluk, gerginlik, tedirginlik gibi pek çok ruhsal durumun ayrıntılarla işlendiği eserde, karakterlerin psikolojisi metinlerin ortak dilini meydana getiriyor. Bu bağlamın dışına çıkmayan öykülerde, anlık sızıların taşıdığı hava, topluluk içinde hissedilen gerginlik, insanın üzerine birdenbire sinen hüzün, gün ortasında duyulan karşı konulmaz arzu anlatılıyor. Anlatımdaki ustalık ise, olan biten apaçık gösterilirken asıl meselenin yalnızca işaret edilmesiyle sağlanıyor. Behçet Çelik, cümlelerindeki ayrıntıları izlere dönüştürerek dikkatli okuru odak noktasını bulmaya davet ediyor.

 

Çelik’in bu kitaptaki hemen hemen her öyküsünde, ömrünün geçmiş zamanını düşünen dalgın karakterlerle karşılaşmak mümkün. “İyi Olacak İyi”nin başkarakteri çok kitap okuyup fikir alışverişi yaptığı günlerin özlemini çekerken, “Yoğurtlu Makarna”nınki eskiden de hiçbir şeyin yolunda gitmediğini düşünür, örneğin. Kimi zaman sancılarla, kimi zaman iç çekişlerle anılan geçmiş günler, kişilerin belleğinde saklı zaman tortularını gün yüzüne çıkarırken şimdiye müdahale edemeyişe dikkat çekiyor. Bu nedenle geçmiş zaman kavramı, öykülerin temel izleğini oluşturuyor.

 

Kitapta bambaşka hayatları barındıran çoğu öykünün, -yine altını çizip vurgulamadan, yalnızca işaret ederek- erkek karakterleri ön plana çıkardığı görülüyor. Zaman zaman karmaşık ruh hâlleriyle ve düşünsel açmazlarıyla konu edilen bu erkek karakterlerin, aslında soyutluğuyla var olan ya da var olmayışını somut bir acıyla duyuran kadınlara dikkat çekme amacıyla merkezde tutulduğu düşünülebilir. Öykücülüğünün önemli kilometre taşlarından birini teşkil eden Gün Ortasında Arzu, yalnızca Çelik’in kuvvetli kaleminden çıkan metinleri barındırmayıp aynı zamanda ayrıntısal zenginliğiyle zihnimize soru işaretleri çiziyor.


Daha önce yayımlanan öyküleri de düşünüldüğünde, Çelik’in edebiyatımızın son dönemine kattığı zenginliği görmek kaçınılmaz oluyor ve okuru ister istemez, bir sonraki kitabını merakla beklemenin heyecanı sarıyor.
                                   


Meryem Çakır


meryemcakirr@yahoo.com

 

 

Elde Var Sıfır


Öyküleriyle tanıdığımız Behçet Çelik’in 2009’da yayımladığı ilk romanı Dünyanın Uğultusu, bir arı kovanı gibi vızıldayan dünyanın çıkardığı uğultuların, sesin ve sessizliğin anlatıldığı bir roman.

 

Ahmet, bir sabah uyandığında kendini devcileyin bir mutsuza dönüşmüş olarak bulur. Kırklı yaşlarındadır, ekonomik kriz nedeniyle işten çıkartılmıştır, sevgilisi Özlem ondan ayrılmıştır. Caddelerde avare dolanmak, denize bakmak tek meşgalesidir. İşten çıkarıldığı için başlarda özgürlük hissiyle içi kıpır kıpır olsa da birkaç ay sonra ruhunu neşe ve neşesizlik arası bir yere yerleştirir. Birbirinden farksız günler geçirir. Ayla ve Aynur ise Ahmet’in bu ıssız döneminde karşısına çıkan kadınlardır. Kafede otururken tanıştığı kendisi gibi işsiz olan Ayla, işsizliğinden bir bilinç oluşturmuş gizemli bir kadındır, bir dolu insana ahkam kestiği otel toplantılarıyla bir düzen tutturmuştur. Aynur ise Ahmet’in geçmişteki okul arkadaşlarından Buket’in kardeşidir, o da işsizdir, hayatlarının oturmamışlığı Ahmet ile ortaktır. Roman Ahmet-Ayla-Aynur üçgeninde sürer ve ucu açık bir şekilde sona erer.

 

Ahmet’in yıllardır çalıştığı işinden çıkarıldıktan sonra düştüğü yalnızlık ve yabancılaşma, anlam arayışını beraberinde getirir. O da benzer ruh haline sahip roman kahramanları adasında yaşayan hiç tanımadığı arkadaşı Aylak Adam'ın C.'si gibi sokaklarda gezer, cevaplar bulmaya çalışır. Ama iki farkla; C. işsiz değil aylaktır, zengin değil paralıdır. Ahmet hep imrendiği çalışmak zorunda olmayan, sokaklarda aheste aheste gezen mirasyedi ya da doğuştan zengin adamlar gibi olmuştur şimdi. Maddi olarak C.’nin bulunduğu sınıftan olmuştur. Çalışmadığı, yorulmadığı her halinden belli olan, maddi kaygısızlıkları bir varoluşsal sıkıntıya varmayan o adamların karşısında dünyanın uğultusunu yaratanları kestirmeye çalışır.

 

Bireyselleşme sorununun, yenilginin ve kalabalık içinde yalnızlığın uğradığı Ahmet’in bu ruh halini işsizliği ve ilişkisizliğinden doğan düşünme anları tetiklemiştir. Kitabın başından sonuna elleri cebinde daldın dalgın yürüyen bir adam olarak hatırlasak da Ahmet’i o, umarsız ve tamamen teslim olmuş bir kaybeden görüntüsü çizmez. Tutunmaya çalışır, anlamlar bulmaya çalışır, mantıksızlıklara bile hak vermeye çalışır. Yalnızlığı, sevgisizliği, toplumsal düzenin bir sonucu olan yabancılaşmayı Özlem, Aynur, Ayla, Murat, Haldun gibi insanların hayatına girmesine müsaade etmekle hafifletmeye çalışır.  Yine de kalabalığın ona cazip gelen bir şey olduğunu söylemek güçtür.

 

Kapitalizm işsiz olanı, üretme becerisi olmayanı toplumun dışına atar. Üretme becerisi yine kapitalizm tarafından elinden alınan Ahmet şimdilik bankadaki birikimiyle geçinecektir fakat ilerisi için karamsardır. Ekonomik krizden dolayı para ve işle ilgili daha derin sıkıntılar yaşayacağını bildiğinden ve bu itilmiş hissedişten dolayı özgüvenini yitirir. Kendini toplumun dışında hissetme, modern insanın en büyük problemlerinden biri olan çevreyle uyum sorununu doğurur. Ahmet bu sorunu anlam arayışından sevgi arayışına doğru giden bir yolda sürdürür. Kendi kuşatılmışlığında birbirinden tamamen farklı dünyalarda yaşayan iki kadın arasında gidip gelir. Bir aşk üçgenine dönüşen bu arayışta, Ahmet uğultuların eşiğinde sonu belirsiz bir noktada kalır. Ve kafasının içinde onun dünyaya bakışını özetleyen cümleyle: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

 

İpek Bozkaya


 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.