Gözü kara bir öykücü: Bora Abdo
Edebiyatın amacı nedir? Edebiyatta anlaşılır olmanın sınırları nelerdir? Metin yazmakla metin yapmak arasında ne gibi farklar bulunur? Yazarın samimiyetini değerlendirmenin bir yöntemi var mıdır? Dahası yazarın samimiyeti değerlendirilmeli midir? Bora Abdo’nun bir üçleme olarak tasarladığı serinin ilk kitabı olan Öteki Kışın Kitabı adlı yapıtını okuduktan sonra ve hatta okurken az önce arka arkaya sıraladığım soruları istemsizce kendime sorup durdum. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bir metnin okurun zihninde bu ve bunun gibi soruların oluşmasına sebep olması o metni alçaltan ya da yükselten bir refleks değildir. Ne ki bu suallerden hareketle bir metin hakkında bir yargıya varmak pek tabii mümkündür.
Bora Abdo’nun, Türk okurlarınca çok sevilen o “insanın içini ısıtan sımsıcak öyküler” tanımına dahil olan metinler yazmadığını peşinen söylemeliyim. Tam tersine rahatsız eden, hırpalayan, yaralayan öyküler Bora Abdo’nun öyküleri. Yani bütün gardını indirip kendisini kurgunun ve olağanlığın akışına bırakmaya alışmış Türk okuru için tekinsiz sayılabilecek öyküler bulunuyor Öteki Kışın Kitabı’nda. Yazarın dergi öykücülüğü geçmişini göz önünde bulundurmak koşuluyla bir ilk kitabın bu denli karanlık ve yırtıcı öyküler barındırması ilk bakışta risk gibi görünse de, Abdo’nun ısrarlı, kendinden emin ve ne yaptığının farkında olduğunu hissettirmesi bu riski göze alınabilir seviyelere indiriyor onun için. Klasik öykünün kalıplarını kırıp modern öykünün sınırlarını zorlayan yazarın kitap boyunca çok sık kullandığı imgeler üzerinde bilhassa durulmalı. Bunlar ölüm, soğuk ve tekinsizlik. Babaların,oğulların,annelerin,eşlerin,sevgililerin,arkadaşların kısacası hikayelerde yer alan hemen her karakterin vazgeçilmez muhatabı ölüm. Herkesi kuşatan bu yönüyle ölüm, satır aralarında gizlenip ama kendisini katiyen unutturmadan ve sürekli karşınıza çıkarak, gerçeğin ve gerçekliğin yansımalarını iliklerinize kadar hissetmenize sebep olacak bir araç olarak kullanılıyor yazar tarafından.
Öteki Kışın Kitabı bir karakış kitabı. Karın, soğuğun, soğukta kalmanın, üşümenin ve hatta donmanın kitabı. Üstelik bu soğukluk öyle sıcakla beraber dağılan bir soğukluk da değil. Her öykünün başında başka bir fırtınaya tutuluyorsunuz. Yazar insanın içindeki kışları dışarıdaki kışlarla birleştiriyor. Karakterlerin içinden taşan kış, önce etrafındakileri sonra tüm şehri sarıp engellenemez bir soğuğa mahkum ediyor.
Yazar hemen her öyküsünde kaotik bir mekan betimliyor. Bütün hikayeler tekinsiz insanların tekinsiz mekanlarda yine tekinsiz işlerle meşgul olduğu hissini uyandırıyor zihninizde. Bocalıyorsunuz. Her hikayeden sonra kaşlarınız biraz daha çatılıyor, pencereye çıkma isteğiniz biraz daha artıyor. İnsan ruhunun en ilkel yanlarını ele veren ve bu önlenemez tekinsizliğin kol gezdiği öyküler adeta dişlerini etinize geçiriyor da kıpırdamaya olanak vermiyor.
Öteki Kışın Kitabı’nı ve Bora Abdo’nun öykücülüğünü konuşurken üzerinde durulması gereken mevzulardan bir tanesi de hiç şüphesiz dil meselesidir. Öyle ki yazarın kurduğu dil evreni alışıla gelmişin çok dışında. Abdo’ nun bilinçli olarak bir dil inşası peşinde olduğu gayet aşikar. Öykülerin hemen hepsi aynı duraksamalarla başlayıp yine aynı duraksamalarla ilerliyor. Öykülerde her şey hızlı ama durarak yol alıyor. Yazarın tek kelimelik cümleleri, yeniliğe açık okurlarda müzikal bir haz oluşturacak, o muhakkak. Fakat en başta da sözünü ettiğim soruların ortaya çıkması da hayli yüksek bir ihtimal olarak görünüyor.
Bora Abdo alışılmış bir öykücü, Öteki Kışın Kitabı alışılmış bir kitap, içindeki öyküler de alışılmış öyküler değil. Alışkanlıkların prangalarını sökmek, edebi taassubiyeti tehdit etmek ve anlaşılır olmak bahsinde risk almak adına elini taşın altına koyan Bora Abdo’yu, gözü kara bir öykücü olarak tanımlamak çok da yanlış olmaz herhalde.
Said Çangır
Babalar, kadınlar ve ölüm
Seni Seviyorum. Çok, ismindeki noktalama işaretlerinden sevginin şiddeti hakkında fikir veren Bora Abdo’nun Pergel İkilemesi’nin ilk kitabı. Yazar pergel metaforunu kullanıyor, çünkü pergelin bir ucu delici ve sabitken diğer ucu merkezle ilişkisini kesmeden gezinen, bağımlı, başıboş ve keyfekeder dönen bir ayak. Tıpkı öykülerde kendini sivriliğine sabitleyip sevme ve sevilme hallerinde sınır tanımayan şiddetli kahramanlar gibi. Dıştaki oynak ayak içteki sabit ayağı kendine göre çekip çeviriyor, tersyüz ediyor. İçteki sabit ayak yazar, dıştaki dönense yazarı peşinde koşturan öyküler. Yazar sadece etrafında dönen, daire çizen öykülere bakıyor, öyküler öyle vahşi ki kendini yazıyor, Bora Abdo buna vesile oluyor.
Manastırda rahipleri yağmalayan korsanlar, 1846’nın vapur seferleri yeni başlayan Büyükada’sı, 1932’nin tifolu İzmir’i, sultanın işbaşında cellatları, şimşeğe kurban edilen taylar, 64 bin yıl önceden 19. yüzyıla varan kıskançlık halleri ve her öyküde mutlaka bir ölüm…
Çağlardır değişmeyen acıları, acılar karşısındaki insanları; kapalı ve anlaşılması güç denilmesinin aksine açık, apaçık; ama beyaz değil kapkaranlık yazıyor Bora Abdo. Yoğun bir okuma gerektiren öyküler bunlar, birini okuyup üzerine kafa yorup, göndermeleri, kurguyu, öykünün kendi dilini, metaforları sindirmeden sıradakine geçmeye izin vermeyen öyküler. Zaman ve mekan bazen kayboluyor, bir rüya aleminde kocaman bir boşlukta varoluyor akış, anlatıcının zihni zamanın içinde bir yolculuk ya da zamanın dışında akan bir şey olarak takip ediyor ipuçlarını.
Geleceğe yüzünü çevirip geçmişe seslenen öykülerde zaman meselesi hayli yer işgal ettiğinden tarihleri cümlelerin arasına yazıyla yerleştiriyor yazar. Kitapta sekiz öykü bulunuyor. İlk öykü Melâl -bu isim ve anlamı tüm öykülere sızdığından Melâl diğer öykülerde tekrar karşımıza çıkıyor- üvey baba ile kızın hazin aşkını anlatıyor. 1850’lerin Büyükada'sı, Bursa'sı, İstanbul’unda geçen öyküde Sucu Adil Efendi üvey kızına aşık olur, görücülere kızı vermez, en nihayet karşı koymaya bahane bulamayacağı biriyle evlendirir Melâl’i, Melâl evlendikten sonra da görüşürler, aşkı karşılık bulur, 1800’lerden ve daha öncesinden bu güne pek değişmeyen bir kırmızılıkta son bulur hikaye.
Muayyen Bir Rotaya Dönmek öyküsünde Sucu Adil Efendi yerini kaptana devrediyor, güvertede kurdukları darağacında sabah astıkları sekiz rahibin üzerine kar yağışını izletiyor kaptan ve oğlu. Sarayburnu açıklarından Galata sokaklarındaki fenerlerin tek tek söndüğü görünüyor, henüz fenerlerin aydınlattığı bir İstanbul bu, çünkü yıl bin sekiz yüz elliler.
Şekip Bey ve Gökyüzü'nde 6 Ekim 1932’nin İzmir’ine yol alınıyor. Şair Şekip Bey’in ilk oğlu vefat etmiş, ikinci oğlu da hastanede tifodan yatmakta. Tabancasıyla kalbinin üzerine soğuk iki el ateş eden şairin ölümüyle sonuçlanıyor hikaye.
İlk üç öyküde olduğu gibi ölüm, derdini anlatma zahmetine giren anlatıcının dolayısıyla yazarın baş tacı. Boğularak öldürülen üvey kız, kendini asan baba, kendine kurşun sıkan baba, tifodan ölen oğul, intihar eden eş, kazada ölen genç kız. Travmatik hayat hikayeleri trajik bir ölümle sonuçlanıyor. Ölüm, yer altına çekilme, tükenme, sessizlik, yokluk ve yaşama tutunmadaki başarısızlığı imliyor.
Kadınların konumu hemen her öyküde dikkate değer bir başka ayrıntı. Erkek iktidarında kadınlar cinayete kurban giden, üzerinden sevgi mukayese edilen, kendi kimliğini gerçekleştirmeye çalışsa da yenik düşen öykü kişileri olarak çıkıyor çoğu öyküde karşımıza. Üvey babası tarafından öldürülen Melâl, Sucu Adil Efendi’nin karısı ve taciz ettiği kayınvalidesi Selviye, sahafı ziyaret eden gizemli kadın, sultanın suçsuz kız kardeşi, kocasının zehirleyerek öldürdüğü Ayşe Edipoğlu…
Babalar ve erkekler de önemli bir evreni oluşturuyor öykülerde. Kırılgan, vahşi, duygulu, sevgi gösterisinde sınır tanımayan ve yüzyıllardır değişmeyen erkekler ve babalar. Babaların, erkeklerin, kadınların ve duyguların oluşturduğu bu evrendeki kırılgan ve karanlık dil, okuru tüm bunları yeniden düşünmeye, asırlardır değişmeyen gerçekleri kurgu üzerinden sorgulamaya itiyor.
İpek Bozkaya
ipekbozkaya@hotmail.com
Estetize edilmiş karanlık
Bora Abdo’nun 2014 yılında yayımlanıp 61.Sait Faik Hikaye Armağanı’na değer görülen eseri Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü, karanlık atmosferleri ve insanı kışkırtan karakterleriyle okuru saran bir hikaye.
Yazarlar, oluşturdukları atmosfer, dile gösterdiği özen, kurgudaki farklılıklarla kendilerine has yapılar oluştururlar. Bora Abdo’nun metinlerine bakıldığında oldukça dikkat çekici ve kendine has şeyler sunduğu görülür. Her metnin kendi içinde öne çıkan bir atmosferi, yapısı var. Sözgelimi Kir’le Başlayıp Kor’la Biten adlı öyküde ana metne sürekli o an gerçekleşen bir anket eşlik ediyor; Kemik Yangını'nda hem italikle hem normal olarak çok sesli ve farklı metinler akıyor; Kirkor'da yer yer puntolar giderek küçülüyor ve okunmaz hale geliyor, okur zorlanıyor. Tüm bu değişimler okuru irkiltiyor, ilgisini canlandırıyor ve anlatıyı farklılaştırıyor. Bu farklılaştırma yalnızca biçimsel boyutuyla kalmayıp anlatım olarak da değişimi beraberinde getiriyor. Yazarın metinleri tek bir düzlemde akmıyor, çoğul sesler devreye giriyor. Karakterler hikayeleri bölüp anlatıma kendilerini katıyor, sonra ana anlatıcı devreye giriyor, böylelikle “çok sesli” denebilecek bir metin oluşuyor.
Bora Abdo’nun hikayelerine toplu olarak bakıldığında ilk karşılaşılacak unsurlar “ölüm”, “öldürme, “gerçeküstü”, “cinsellik”, “ada” gibi başlıklar olur. Her koldan farklı kavramlar sürekli metne dahil olur. Metinler, salt gerçekliğe bağlı kalmayıp hayal gücünü alabildiğine kullanarak gerçeküstü bir yere varıyorlar. Bu konuda yazarın metni kurma biçimi öne çıkıyor. Her metin, konusuyla hayal gücünün sınırlarını zorluyor. Denizkızına tecavüz edilen, ensest ilişkileri gündeme getiren, papağanları sağır bırakıp dudak okutan hikayeler oluşuyor.
Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü’de “karanlığın estetize edilmesi” gibi bir durumla karşılaşıldığı da görülüyor. Metinlerin aydınlık tarafları çok az. Kurulan atmosferlere hakim renk siyah, spot ışıkları hiçbir zaman yanmıyor ve karakterleri tamamen açığa çıkarmıyor. Karakterler ne kadar anlatılırsa anlatılsın hep bir yanları eksik ve gölgede. Bu tutum onları karanlığın birer parçası haline getiriyor. Üstelik karakterler yalnızca kendi metinlerinde gözükmüyor, diğer parçalarda yine işleniyor. Bora Abdo’nun bu kitabı bir dörtlemenin ilk ayağı olarak tasarladığı düşünüldüğünde çok daha zengin bir yapıyla karşılaşılacağı anlaşılıyor. Unutulmaya izin vermeyen karakterler daima kendini hatırlatıyor. Ğığ adlı öyküde down sendromlu oğlu olduğu söylenen yaşlı kadının çocuğu, Denizkızı Öldürdüğünün Çağanoz Olduğunu Bilmese Definenin Yerini Söyler miydi Hiç?'te okurun karşısına çıkar. Kirkor öyküsünde anlatılan aynı isimli karakter kitap boyunca diğer metinlerde de işleniyor. Böylelikle eserin her metninin planlanmış bir bütünü oluşturduğu söylenebilir. Tek başına okunduğunda da bütün olarak ele alındığında da bir toplamdan söz edilebilir.
Metinlerdeki karakterler dile gelirken içlerinde hep bir korku taşırlar. Sözleri karanlığa gömülürken anlaşılmak onlar için giderek daha zor bir hal alıyor sanki. “…anlatamamaktan korkuyordum kırılgan yaşlı kuşlar gibi…” (24) cümlesi bu anlamda her şeyi özetler nitelikte. Anlatamamaktan korktukça dil savruklaşıyor, gerçekliğini yitiriyor ve hayali bir yapıya dönüşüyor. Buna paralel olarak yazı puntosu giderek küçülüyor, küçülüyor ve sonunda kayboluyor. Tüm bu kayıplar bozulan düşüncelerin ve anlaşılamayan insanların ürünü.
Düşüş her zaman bir yükselişin, edebi metinlerde zirvenin ardından gelen ve kaçınılmazlığıyla okurunu çeken bir durumdur. Bora Abdo’nun metinlerinde de karakterlerin düşüşlerinden söz edilebilir. Bu düşüşlerin mahiyeti maddi ve manevi olmanın çok ötesindedir. Sağır papağan da kukla da çiğdeciler de birer düşüş ve düştür. Tüm bunlar olurken okur bu süreci takip eder. Düşüşün hızı değişir, zaten önemli olan bu değildir. “Düşüyordum. Ağır ya da hafif olmamın hiçbir önemi yoktu.” (49)
Metinlerde en çok geçen kelime “ölüm.” Her metin bunun üzerine inşa edilmiş gibi okurun karşısına çıkıyor. Bazı bölümlerde ölülerin yaşayanlardan daha fazla yer aldığı ve daha fazla konuştuğu söylenebilir. Yazarın onlara bu kadar çok yer vermesi yine karanlığın estetize edilmesiyle alakalı. Hızla her yana yayılan karanlık varlığını en sert biçimde ölümle gösterebilir, yazar da bunu yapıyor. Ölümün geçtiği cümleleri alt alta sıralamak bile ortaya bir manifesto çıkarıyor. Okuyanı çarpacak denli sert olan bu manifestoda canlılar/yaşayanlar ikinci planda kalıyor. Yazar tarafından “İçindekiler” ve “Dışındakiler” olarak iki bölüme ayrılan kitabın tüm başlıkları bu nedenle “ölüm” kelimesini içeriyor, zaten bu süreç kitabın adıyla başlıyor.
Bora Abdo’nun metinlerinde işin içine karışan, olayları sürekli gerçeküstü bir yere taşıyan büyülerin, iksirlerin, ilaçların önemli bir yeri var. Bunlar karakterleri ölüme taşırken aynı zamanda sürekli sayıklamalara neden oluyor. Ğığ öyküsü olduğu gibi bunun üzerine kurulu. İki kız kardeşin geçmişleri gün yüzüne çıkarken işin içine o gün yaşananlar ve çeşitli karışımlarla beraber etkileri giriyor ve burada özellikle öne çıkan diyaloglar metindeki süreci hızlandırır. Sonunda karakterlerden biri ölürken ortaya daha sonra bir başka metinde karşılaşılacak down sendromlu oğul çıkıyor ve yazarın kendisi de karakter olarak görünür kılınıyor. Yazarın yazar-karakter olarak metne dahil edilip kendi karakteriyle dolaylı yoldan yüzleşmesi ilgi çekici bir sahne doğuruyor ve gerçek alabildiğine zorlanıyor.
Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü, Bora Abdo’nun edebiyatı içinde önemli izler taşıyan bir kitap. Karanlık ve ölümle dolu metinleriyle okurunu tekinsiz bir ormanda yürüyüşe davet eden kitap, dörtlemenin neye dönüşeceğine dair ilgiyi artırıyor.
Abdullah Ezik
abdullahezik@gmail.com
Bora Abdo ile söyleşi
Öteki Kışın Kitabı’nda tüm bölümler, fırtına isimleri ile başlıyor. Fırtınalarla belli yaşanmışlıklar (öyküleriniz) arasında kurduğunuz bağdan bahsedebilir misiniz?
Fırtınaların tamamı Lâçin adlı bir öykümdeki karakterlerden birinin uydurmasıdır aslında. Kitabın tamamına yayılmasını ve bir perde işlevi görmesini bir kurgu tekniği olarak kullandım. Bir benzeri yine Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü adlı kitabımda da vardır, o kitapta da bütün perdeler tek bir öykünün diyaloglarıdır. Buna biraz tematik bütünlüğü kavrayabilsin diye yaptım. Elbette kışın, karın yazıldığı öykü kişileri fırtınaları da tedirginlikle duyumsayacaklardı.
Sizin için kötülük üzerine öyküler yazmak neden önemli?
Bu kavramın metinsel anlamda üzerimde kalmasını pek istemiyorum aslında, derdim çıplak insanı anlatabilmek. Bu da ancak sıradan olmayan insanı anlatarak mümkün olabilir. Yoksa sıradan insanın sıradan hayatı gerçekten hiç umurumda değil. Kaba gücün, şiddetin, aşağılanmanın eksik olmadığı ve merhametten eser kalmayan toplumumuzda hem iyi hem kötü olabilmek ya da bu şekilde insanın varlığını ifade etmeye çalışmak tekdüzelikten kurtaramaz bizi. Hoyratça yapılan ve göze sokulan uydurma merhamet sahnelerini de bir okur olarak çoğu zaman tiksintiyle karşılamışımdır. Sıradan edebi karakterler aslında hiçbir zaman bize sırlarını ve acılarını söylemezler. İyiliği de kötülüğü gibi boşluktadır. Kötü insanlar bana her zaman daha sahi ve içten gelmişlerdir. Kendilerini sererler ortaya. İyi insanların da iyi olmadıklarını ve bitmez tükenmez bir rolün içinde olduklarını düşünürüm. Bundan biraz çekindiğim için perdeleri kaldırmayı yeğlerim. Kaybetmiş, yenik edebi karakterler iyiliklerini de bir kışkırtma olarak kullanır. Birini küçümser, küçümsenen de bir başkasını. Bu tren böyle sürer gider. İnsan unutan bir varlık değil çünkü. Köpekler, kediler, ağaçlar kendilerine işkence eden insanları unutur. Kin tutmaz. İnsan yirmi yıl öncenin hesabını sorar, canını acıtır bu hafızasıyla. Kimileri bu denli hor görülmeye karşı ölüme döner yüzünü. Bu korkutucudur da. Acı duygusu bize doğadan gelir. Doğanın ortasında kötülük de var, acı da, ölüm de. Şimdi hiç bunlar yokmuş gibi dayatılan yapış yapış bu tür iyilik gösterilerinden de kendi adıma irkildiğimi söyleyebilirim. Çünkü kötülük varoluşunu bizim güçsüzlüğümüzden alır. İçin için kendimize kızıp büyük pişmanlıklar duymak için çoğunluk küçük kötülükler yaparız. Bunlar da benim ilgimi çeker ve yazmaya koyulurum.
Ölüm fikri öykülerinizin büyük bir kısmını oluşturuyor. “Ölümün çeşitli vehçelerini anlatan bir yazarım,” diye kendinizi ifade edebilir misiniz?
Elbette ama bunun üzerinde konuşmak istediğimi çok fazla söyleyemem. Günümüz yazarından bir umut kapısı beklenmemeli ki yazar da çağımızı özellikle ülkemizdeki baskıyı, kıyımı ve ölümleri alabildiğince yararak anlatabilsin.
“Sevdiğini öldürmek” ya da “ en sevdiğini zehirlemek” bunlar sizin için neden bu kadar önemli? Hepimiz sevdiklerimizi zehirliyor muyuz?
Elbette, en azından büyük bir çoğunluk. Hiçbir şeyi ya da kimseyi nefret etmeden sevemeyiz. Kimseyi tam anlamıyla öldürmeyi göze alamayacak kadar korkan -sözde vicdanlı- insanlar yavaş yavaş sevdiklerini zehirlerler ya da bu öldürememe çekimserliklerinden ötürü intihar ederler. Doğa yaşatmayı bildiği kadar öldürmeyi de bilir mesela. Yok etmeyi öğretir. İnsan da bundan fazlasıyla payını almıştır. Edebiyat bu karanlığın peşine düşmelidir. Şeffaflık ve aydınlık edebi değerler değildir bana kalırsa.
Bizi Çağanoz diye Birisi Öldürdü adlı kitabınıza baktığımızda, sürekli olarak baskıladığımız, engellediğimiz, bilerek ya da bilmeyerek yok ettiğimiz kişilikler ya da bütünlükleri okura biraz hatırlatmak istiyorsunuz sanırım.
Çağanoz’da yazarken amaçladığım birçok etken vardı. Ancak en belirgini şuydu; okurun imge dünyasında ve sonrasında kalbinde her türden sayısız çağırışımın ve etkinin oluşmasına ve hatta doğmasına sebep olmak. Çünkü yazarken, evet okur şimdi burada böyle düşünecek hissine kapılarak yazmak çok tercih ettiğim bir yöntem değil. Okurun zihninde doğru bir çağrışım oluşturmak üstelik bu kadar zorken. Oysa Çağanoz’da o kadar güzel ayrıntılar da var ki insanı bu düşüncelerden uzaklaştırabilecek. Denizkızları var misal. Denizkızının yazıldığı bir metinde ölüm o kadar da korkutucu olamaz. Ben, güncel tabirle “Son kertede, ölümü değil yaşamı yazdım,” diyebilirim. “Bunu siz söylüyorsunuz.” Çoğu zaman insan ruhu karanlık düşüncelere daldığı zaman hemen otosansür uygulayarak vazgeçer, pişmanlık duyar ve kendini sevmemeye başlar. İşte tam burada yıkılmaya başlarız. Oysa sürdürülmeli bu. Böyle böyle olgunlaşırız. Korkmadan.
Öykülerinizin, önemli bir özelliği bizi belli ayrımlar yapmaya zorlayan ve dünyayı buna göre algılamamızı isteyen bir dünyaya karşı, her şeyin her bir şeyin içinde olabildiğinin bir ifadesi dersem, bu yoruma katılır mısınız?
Evet, büyük ölçüde katılırım.
Sizin için (benim de katıldığım) en başat yorumlardan birisi kendi dilinizi yaratmış olmanız. Kendi dilini yaratmak /kendinize özgü bir dil içerisinden dünyaya seslenmek... “Kendi dilini yaratmak” ne demektir?
Üslup, bizim sonradan edindiğimiz bir bakış değildir bana kalırsa. Bu doğuştan gelen bir öngörü, allayıp pullayarak anlatırız gördüklerimizi. Çocukça, saf bir edim. Ben, en çok kendini kandırmayı seven herkes kadar seviyor ve bağlanıyorum üslubuma.
Konuşma/söyleşi üslubunuzla yazma üslubunuz arasında bir koşutluk olduğunu düşünüyorum. Edebi dil ve yazarın konuşma dili arasında mümkün mertebe bir uyum olması fikrini nasıl buluyorsunuz?
Olması gerekmiyor. Pek olası bir şey de değil, çünkü kurgu yazıyoruz. Yazarken başka bir dil ve diller üretebiliriz ama konuşurken doğal olmanın dışında başka bir dünyaya başvuramayız.
Günümüz öykücülüğü üzerine neler söylemek istersiniz? Öykünün diğer türler arasındaki yeri ve sizin için öykü yazmanın neler ifade ettiğiniz eminim herkes merak ediyordur.
Günümüz öyküsü ve öykücüsü her şeyi zaten çok iyi biliyor. Bütün imkanları kullanıyorlar. Yakından takip etmeye çalışıyorum ama çok fazla söyleyecek bir şeylerim yok. Kendi adıma artık öykü yazmayı bıraksam da öykü okumak her zaman benim için büyük bir mutluluk olmuştur.
Hüseyin Kesim
hkesimm@gmail.com
Görsel: Fırat Bilal
Yeni yorum gönder