Bir Adam İki Hayat
Rüyalar hayatımızda, hafızamızı en çok zorlayan ve bizi en çok düşündüren durumlardan biridir. Kimi zaman gün içerisinde benliğimize kaydettiğimiz bir olay kimi zaman da dışa vuramayıp bastırdıklarımız rüyalarımızda gün yüzüne çıkar.
Yüzyıllardan beri çözümlenmesi oldukça zor ve kompleks yapıdaki rüyalar bizi bazen derinden etkiler bazense aklımızda kalmaz bile. Saniyeler süren fakat bize kimi zaman oldukça gerçekçi gelen rüyalar böylece pek çok araştırıcının özellikle psikologların çalışmalarına konu olur. Rüyalar hakkındaki yaptığı çalışmalarla bilinen psikanalitik kuramın kurucusu Sigmund Freud Düşlerin Yorumu adlı eserinde “Düşlerin içeriği arzuların doyurulması ile ilgilidir,” diyor. Hakan Bıçakcı’nın 2003 yılında yayımladığı Rüya Günlüğü romanı hayatı oldukça tekdüze olan bir adamın rüyalarıyla olan derdini konu ediniyor. Belki de hayatındaki eksikler veya doyurulamayan arzular rüyalarında hayat buluyor ve böylece kendisi olmaktan çıkarak başka bir kimliğe bürünüyor.
Haluk dergi çevirileri yaparak geçinen, ailesinden ayrı bir apartman dairesinde yalnız yaşayan bir adamdır. Ailesi dışında en yakın olduğu iki kişi arkadaşı Alp ve sevgilisi Selin’dir. Çevresinin pek de geniş olmadığını anladığımız Haluk rüyalarında hiç tanımadığı insanlarla oldukça samimi sohbetler içerisinde bulunmakta ve sürekli onlarla bir barda görüşmektedir. Zeynep, Mehmet, Ömer, Leyla ve Emre ismindeki bu kişileri kendi hayatında tanımadığı gibi o isimlerde herhangi bir tanıdığı bile yoktur. Aslında endişe duymasının nedeni tanımadığı insanları rüyasında görüyor olması değil, onları oldukça iyi tanıyor oluşudur. Örneğin Emre en yakın arkadaşıdır rüyasında ve Zeynep de sevgilisi. İlk gördüğü rüyadan sonra Haluk adeta hayatına bıçak gibi saplanan bu rüyaların esiri olur.
Yazar romanın başından beri okura muğlak bir görüntü çiziyor. Ancak bir yandan da adeta bir puzzle gibi okurun çözmesini istediği bu gizemli olay hakkında ipuçları vermeyi ihmal etmiyor. Okurda ilk sayfadan itibaren oldukça merak uyandıran bir roman Rüya Günlüğü. Çünkü gizemli bir olay etrafında ipuçlarıyla sonuca giden bir adam okuru da düşündürüyor ve merakını uyandırıyor. Endişe, merak ve korku birleşince roman bambaşka bir atmosfere dönüşüyor. Sonuca bir an önce ulaşmak isteyen ve böylece bir solukta romanı bitirmek isteyen bir okuyucu oluyor kitabın karşısında.
İki bölümden oluşan romanın ilk bölümü Haluk’un rüyalarını bir günlük olarak kaleme almasıyla devam ediyor. Bir gün yaşadığı apartmana taşınan komşusu Profesör Ünsal Bey’in evine gittiğinde onun rüyalarla ilgilenen biri olduğunu fark ediyor ve ona rüyalarını anlatmayı planlıyor. Haliyle rüyasında ayrı bir hayat yaşayan Haluk’un bunu çevresindeki birine anlatması kolay olmuyor ilk etapta. Profesör ona rüyalarını günlük gibi yazıp kendisine getirmesini söylüyor ve Haluk, öğretmenin verdiği ödevi yapan bir öğrenci gibi günü gününe yazıyor rüyalarını. Burada Ünsal Bey’in kilit nokta olduğunu söylemek mümkün. Yazar onu bir mihenk taşı edasıyla romana oturtuyor, çünkü Haluk onun söylediklerinden yola çıkarak çözüme ulaşıyor. Ancak yazdığı rüyaları getirdiğinde Haluk şu cevabı alıyor:
“Rüyalar bencildir, çünkü yalnızca kendisini göreni düşünür. Bu rüyaların seninle, bizim tespit edebildiğimiz bir ilgisinin olmayışı işimizi zorlaştırıyor. Bütün kaynaklara göre bir rüya analiz edebilmek için birinci koşul rüyanın, rüyayı görenin hayatının hangi alanıyla ilgili olduğunu belirlemek… Anlattıklarını düşününce insanın ‘sen bir başkasının rüyalarını görüyorsun’ ya da iyice saçmalayıp ‘Bir önceki yaşamından gelişigüzel kesitler görüyorsun’ gibi mantıksız ve içi boş tezler öne süresi geliyor…” (s.74)
Profesörün söyledikleri ve ipuçları da birleşince Haluk çözüme daha da yaklaşıyor. İlk ipucu romanın en başında Haluk ve Selin’le karşılaşan Nejat’ın, Selin’e korku dolu gözlerle bakmasıyla başlıyor. Ve onu, Haluk’un rüyalarında gördüğü kendi salonuna çok benzeyen ama onun salonu olmayan yerde Emre’yle konuşması takip ediyor. O halde Haluk, hayatında var olan birinin rüyalarını görüyor sonucuna ulaşıyor okur da. Ancak şu halde hâlâ net bir şey demek mümkün olmuyor. Ta ki Haluk’un vapurda Emre’yi gördüğü güne kadar. Artık gerçek ve rüyaları birbirinden ayıramayan Haluk’un zihni daha da bulanıklaşıyor, elbette okurun da. İşte yazarın yapmaya çalıştığı tam da bu. Gerçek ve rüya yan yana ancak şeffaflığını yitiren bir çerçeve içinde yerini alıyor. Romanda rüyalar gibi kelimeler, cümleler, konuşmalar da iç içe geçiyor. Romanın dili de rüyalarla uyumlu bir hal alıyor.
Romanın ikinci bölümünde her şey açığa çıkıyor. Apartmanda Zeynep, Emre, Ömer, Mehmet, Leyle ve Nejat’ı beraber gören Haluk adeta başından vurulmuşa dönüyor ve bir anda tüm giz çözülüyor, Haluk Nejat’ın hayatından kesitler gördüğünü anlıyor. Hatta geleceğe dair kesitler gördüğünü şu cümlelerle fark ediyor:
“Nejat kime yeter bu kadar bira?”
“Sevgilim bu kadar aldım işte uzatma yaa!” (s.118)
Bu cümleleri duyan Haluk, rüyasında aynı cümlelerle Zeynep’le arasında geçen diyaloğu hatırlıyor ve ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Burada okur, Nejat’ın da Haluk’un rüyalarını görüp görmediğini merak etse de bu bir giz olarak kalmaya devam ediyor.
Diğer yandan Haluk’un Zeynep’e olan aşkı ve şiddetli arzusu onun aslında Selin’i hiç sevmediğini anlamasına da neden oluyor. Onunla sadece vakit geçirmeyi sevdiği için beraber olan Haluk’un rüyasındaki kadına aşık olmasının nedeni Freud’un dediği gibi doyurulmamış hazlara sahip olmasında mı yatıyor? Çünkü rüyaları ile başka bir adama dönüşen ve hayatında yer alan gerçek kişileri çıkarıp rüyasındaki adam olan birini başka bir söz açıklayamaz sanırım. Ya da “Haluk diye biri gerçekte yoksa?”
Ceren Yücel
cerenyucel.smyrna@gmail.com
Plastik Hafıza
Hakan Bıçakcı’nın 2004’te yayımlanan romanı Boş Zaman, zamanın giderek hızlandığı ve elektronikleştiği bir dönemi yansıtmaktadır. Romanın ana kahramanı Harun, yaşadığı hafıza kaybıyla beraber her şey giderek süratlenirken zamanın gerisinde kalır ve bu çıkmazda sürüklenip gider.
Harun, bir trafik kazası sonucunda uyandığı odasında tam intihar etmek üzereyken çalan bir telefonla bu düşüncesinden vazgeçer ve her şey başlar. Arayanın kimliği bilinmemektedir, sesi de işitilmez. Bu telefon, romanı başlatan aksülameldir. Filmlerinde akışa müdahale eden Michael Haneke gibi Hakan Bıçakcı’nın da yazar olarak belirsiz bir şekilde metnine müdahale ettiği bu anlamda düşünülebilir. Yazarın metne bu müdahalesi zaten hikayenin başlaması için gerekli olan etkiyi uyandırır. Bundan sonrası Harun’un tepkileri üzerinden devam eder.
Harun, metin boyunca bütün olaylar karşısında bir tepki veren karakter konumuna gelir. Hiçbir zaman etkiyi uyandıran kişi olmamış, daima kendine karşı yapılmış olana tepki uyandıran biri durumunda bulunmuştur. Karısı olduğunu söyleyen Gülden’e, oğlu Can’a, annesine, babasının ölümüne karşı tepkiler üretir. Tüm üretimleri yapay bir düzlemde kalır, çünkü hafıza kaybı onun duygularını da ciddi olarak zedelemiştir. Bunun içinden bulup çıkardıkları yalnızca birer tiyatro oyunu gibidir. Kendisi de bu durumun farkında olup, babasının ölümünün ardından "bir şey hissetmediği bu adama karşı belki ilerde büyük bir acı duyacağını" belirtir. İnsan, hafızasını kaybettiğinde duygularını da kaybetmektedir, zira hafıza, her şeyi hapseden –duygular da dahil- ana merkezdir ve onun yokluğu her şeyin yitimidir.
Harun’un bilinci ve hafızası için “plastik” denilebilir. Her tür müdahaleye açıktır ama bu müdahalenin ardından yine kendi formuna dönmesini bilir. Bir tür kimyasaldır, onun özüne dokunmayan hiçbir şey yapısını değiştiremez. Bu nedenle roman boyunca onun dönüşümünden söz edilemez. Çeşitli olaylarla karşılaşır, bunlarla yüzleşme çabasına girer ve ama sonuç değişmez, hep ilk formuna döner. Tıpkı insan zihninin boş bir levha (tabula rasa) olduğunu söyleyen John Locke gibi, Harun o levhayı dolduramaz. Bunun ardından roman da başladığı yere döner. Son sayfadan ilk sayfaya dönülüp sonsuz düzlemde okumalar yapılabilir. Her şey şu temel soruyla yanıtlanabilir: İntihar edilmezse ne olur? İntihar edilirse ne olur? İlkinin cevabı pişmanlık, ikincisininki mutlu sondur.
Roman, temel olarak birçok yanılsamanın üzerine kurulmuştur. Okur, hiçbir zaman Harun’un ve çevresindekilerin gerçekte kim olduklarından emin olamaz. Tıpkı Akira Kurosawa’nın Rashamon’da yaptığı gibi birçok farklı anlatım ve bakış açısı söz konusu olabilir. Bunun anlamı, kişiliklerin doğru olarak saptanmasının engellenmesidir. Bıçakcı, çizdiği karakterlerin asıl varlıklarını muallakta bırakır. Bu, romanın ortalarına doğru Harun’un sürekli gitmeye başladığı kafede bir arkadaşıyla karşılaşmasıyla oluşur. “Bilet” bölümünde karşılaşılan kişi, onun aslında “Harun değil Kenan” olduğunu söyler ve ona kendisi hakkında kendisine bildirilenden başka bir hikayesi bulunduğunu açıklar, bunu anlatır. Bundan sonra romanın o ana kadar olan tüm düzlemi kaybolur. Harun da tıpkı okur gibi çelişkide kalır. Üstelik buna daha sonra eline geçirdiği “günlük” ve “mektup” da katılır. Böylelikle olabilirliği bulunan iki ayrı yol çizilmiş olur. Harun, bunlardan hangisinin gerçek olduğunu seçemez, bu muamma onun son kararıyla silinir.
Modern zamanın insan üzerindeki etkisi nedir? Henüz 2004’te yayımlanmış ve zamanın giderek hızlandığı bir dönemde yazılmış roman bu soruyu da gündeme getirmektedir. Harun’un tüm ilkelliğine karşın her şey alabildiğine moderndir. O hâlâ defter kalemle günlük tutup mektup yazarken çevresini teknoloji sarmaktadır. Cep telefonları, florasan lambalar, televizyonlar, hız, sürat, acele. Harun bu hızlı akışın içinde kendi aksaklığını sürekli duyumsar. Kullanmayı içgüdüleriyle becerdiği cep telefonu bile onu şaşırtır, noksanlıklarını hatırlatır. Onun psikolojisi üzerine bu da bir müdahale olarak görülebilir. Aksayan insan, modern zamana uyum sağlamakta güçlük çeker. Harun, bunun iyi bir örneğidir. Ona yetişmek için en az onun kadar hızlı olmak gerekmektedir.
Harun, ancak uyandığı günden sonrasını hatırlayan bir karakterdir. Ancak bu bile doktorun söyledikleriyle şüpheye sürüklenir. Yazar, onun elinden bu gerçeklik boyutunu da alır. Böylelikle metnin yanılsamalarından biri daha ortaya çıkar. Belirsizlik, belirsizlik, daima belirsizlik. Bunların içinde tek gerçek (?) karga sesidir. Onu uyandıran, ara ara duyduğu. Harun, kendi gerçekliğini ortaya çıkarmanın yolunu kendisine yaptıklarını hatırlatacak planlar, listeler yapmakta bulur. Her yanına bir tür hatırlatıcılar yerleştirir. Metin boyunca yaptıklarının gerçekliğini ve hafızasını sarsacak bir şey olmadığı, bilincinin olağan seyrettiği söylenebilir. Bu kısa bellekse onu kuşkularından kurtarmaya yetmemektedir. Üstelik buna eklenen rüyalar bilincini sarsmaya devam eder. Eşi Gülden’le beraber gidecekleri konserin rüyasını görür, bu kabustan sonra gitmekten vazgeçer. Okur burada şunu sorabilir: Belki konsere gitmiş ve bunu rüya sanmış; rüyasında gitmediğini görmüş ve bunu gerçek sanmış olabilir mi? Şüphesiz olabilir. Okuyucudan hafızası olmayan, hayatı yanılsamalarla çevrilmiş bir anlatıcıya güvenmesini beklemek mantıklı değildir. Bu anlamda üretilen sonsuz sayıdaki ihtimal romanın düzlemlerini çoğaltmakta, başka düşünceler ekseni farklı okumalara zemin hazırlamaktadır.
Romanda yazarın kullandığı dil ve özellikle benzetmeleri ilgi çekicidir. Bunların metnin ve yazarın kimliğini tanımladığı söylenebilir: “Başka bir boyuta geçer gibi”, “ılık gözbebeklerimi ağr ağır yutuyor gibi”, “hassas bir intihar alarmı”, “kafamın içindeki uçsuz bucaksız sessizliğe doğru”, “erimekte olan bir kalıp buzdan ayrılan soğuk damlalar gibi”, “eşyayla samimi, canlılara yabancı”, “Geçmişimi düşündüm, karşımdaki temel gibi bomboştu,”, “Dumanlar beynime doldu,”, “Hemen yanı başımdaki güneşli sokak, uzak ve ölü bir gezegen gibiydi."
Hakan Bıçakcı’nın Boş Zaman’ı, zamanı yok sayan, onu reddeden ve bunun içine zaman kavramını ortadan kaldıran bilinci yerleştiren bir roman olarak gözükmektedir.
Abdullah Ezik
abdullahezik@gmail.com
Yalnızlığın İç Sesi
“Artık ben de belli bir noktaya ilerleyen çok amaçlı bir virüstüm. Düşünen diğer hayvanlar gibi kalkmıştım. Adım adım ilerliyordum. Nereye gittiğimi biliyordum: Yeni evime…” (s.105)
Bir boşluk var, kiminin tutamağı; öyle bir boşluk ki yokluğu fırçalar kırdırıp kalemler küstürüyor. Buna kitaplarını okuduğumuz, müziklerini dinlediğimiz, resimlerine baktığımız, koca bir mana denizi bulup dalgasında seyre durduğumuz sanatçı boşluğu diyelim. Varlığı biricik bir yasaya bağlı, düzenin ipinin koptuğu yerde pat diye karşısına çıkıveriyor. En basit dönemeçlerde savuran bütün keskin öğretiler bu boşluktan çıkmış, tanımlayabildiği kadarıyla bu: Apartman Boşluğu.
Hakan Bıçakcı, boşluğa düşme psikolojisinin kendini bulmaya yönelik bir arayış olduğunu göstermekte. Bunda tabloların, seslerin, rüyaların ve başkalarının dokunuşlarının büyük rolü var. Her şey doğal düzeninde devam ederken bir anlık kopukluk meydanı çırpınışa bırakıvermiş. Kitabın geneli bağlamında düşünürsek buna umursamazlık ya da vurdumduymazlık gibi bir kavramın yol açtığını söyleyemeyiz. Aksine boşluk hissi daha gözlemci bir kişiliğin ne yapacağını bilemez hale gelmesi ve tepkilerini kestirememesinden kaynaklanmakta. Balıklar taze ancak ölüler, düşler var unutulmuş, tablolar sabit değil, çıldırmak adına her fikir uygun; fakat boşluk başka türlü oyun oynuyor, müsaade yok. Cioran’ın Çürümenin Kitabı’nda dediği gibi “Bir intihar etmeme hali.”
Kitabın baş kahramanı Arif, sanat eseri ortaya koymanın sancılı dönemini yaşayan bir karakter. Yaratıcılığı, inancı ve azminden geliyor. Başkası değil kendi olmak ve ortaya koyduğu sanatla kendi olarak geleceğe kalmak istemi, büyük bir kavganın ortasında kalmış insanın kendine gelecek darbelere karşı direnmesi gibi, ruhsal çöküntülere direnmeyi ve onlardan yalnızca kuvvetini besleyecek şekilde yaranmayı gerektiriyor, en azından bunu Arif’in korku ve umudu bir arada yaşadığı bölümlerde görmekteyiz.
“Boşluk” yani “duvardaki delik” Arif’in yeni evine taşındığında karşılaşılan, dış dünyanın karmaşasını içine çekmiş, görünürde basit fakat benlikçe dolu bir kavramın yoğrulduğu yer. Sadece ses değil görüntü de duvardaki delikte gizlenmiş, bilinçaltının bir kopyası gibi duruyor. Kitap da ismini bu boşluktan almış. Burada mekanın muhtevasını oluşturan her obje, karşımıza hayal gücünün birer yansıması olarak çıkıyor. Doğal biçimde şekillenmiş olanlar da bir kalıba sığdırılmaya çalışılıyor, örneğin Arif’in rüyaları gibi. Arif’in zevk ve duyuş tarzı olası bir terennümü de ortaya çıkarıyor. Bu aslında bir dizi izin yaşamasını sağlayan onları koruyan şey, bir ses, bir dokunuş, bir koku…
Arif çevreye ve sıkıntılarına karşı umursamaz bir tavır aldıkça boşluk küçülüyor. Ancak korku ve sıkıntıya direnmenin karşısına tetikleyici, daha kuvvetli bir hatırlama güdüsü konulmuş. Bu da problemler karşısında çaresiz bırakıyor. Yeni ev ortamı, duvardaki deliğin, siyaha boyalı duvarın ve karşı dairenin yaşlı müdaviminin değişen görüntü silsilesi ile ruh üstüne zorbaca bir baskı uyguluyor. Ana karakterin değişimi ve arkadaşlarının gözünde ağlanılacak hale gelişi kısa zamanda egemenliği eline almış bir çöküntünün delili. Bu boğucu havada Arif’in her şeyin üstesinden gelip gülümsemesi de boşlukla olan mücadelenin bir göstergesi oluyor.
Anlatı yer yer karakterlerin ağzından yer yerse üçüncü bir kişi tarafından yapılmış. Bu kısımlara göre farklılık göstermekte. Çarpıcı olansa karakterlerin ağzından yapılan anlatımlarda daha “boşluğa” dokunur içe dönük gözlemlerin olması. Üçüncü kişi tarafından yapılan anlatımlarda ise tahliller yerini gözleme ve ana karakterin içinde bulunduğu sıkıntılı ortamın tasvirine bırakmakta. Bazı sahnelerde olayların dışında olan anlatıcı her şeyi bir tiyatro oyunu gibi gösterip, karakterlere sufle veriyor. Burada deneysel bir anlatımın yapıldığını söyleyebiliriz. Romanın akışı olaylarla bağlantılı küçük tiyatro metni parçalarıyla bütünleştiriliyor. Bu şekilde okuyucunun hayaline dönüşen sahneler gözünün önüne getirilir gibi. Tabii farklı olarak bir dramatik sahne de oluşturulmaya çalışılmış. Nitekim Apartman Boşluğu’nun karakterleri arasında sevgi ve güven eksikliğinden kaynaklı bir kopukluk var. Bu durum Arif’in rüyalarından daha net anlaşılıyor. Ceren’in yakın arkadaşıyla onu aldatması görünürde bir düş; fakat bağlılığı kuvvetlendiren değerlerin karşısında ortaya çıkmış tiksinti verici bir tutumu gösteriyor.
Genel bağlamda roman, hayatın, sonu tatlı biten bir aldatmacasına dostça bir dokunuş niteliğinde. “Apartman boşluğu nedir?” sorusuna Arif: “Postmodern kent hayatının birey üzerinde yarattığı boşluk duygusu…” (s.224) diye cevap vermiş. Karakterin o boşlukta müziği yakalama çabası var. Bunun gibi kalıcılığın olması için insanlığın ilk evresinden bugüne kadar birçok yol denenmiş, bir nevi bellek mücadelesi verilmiş. Gerek yazılı gerek sözlü aktarımlarla devamlılık sağlanmaya çalışılırken gözden kaçan birtakım şeyler de olmuş. Bunlar birike birike koca bir eksiklikler dağı meydana getirmiş ki bu toplumun bilinçsizce eğilimlerinin de zirvesini oluşturmuş, dünyanın dokusu böylece iflah olmaz bir kanserin pençesine düşmüş. Kısa fakat etkili bir serüven… Sürekli birbirini tekrarlayan şeylerden örülü yeni dünya düzeninde insanın kendini bulduğu ya da bodoslama içine düştüğü Apartman Boşluğu yalnız Arif’in değil, toplumsal kopuklukların da bir aynası, olaya sadece küçük bir odadan değil “postmodern bir kent hayatı”ndan bakıyor.
Abdullah ALTINAY
abdullahaltinay@gmail.com
Anlatıcının Karanlık Rüyasında Kadrajın Belirsizliği
‘‘İmge, kuşkunun karanlığını temsil eder,’’ diye bir cümleyle karşılaşmıştım yıllar önce Orta Çağ felsefesinin tarihsel gelişimini incelerken. Hakan Bıçakcı’nın Karanlık Oda adlı romanı karanlığı bir imgeden çok onu yaşama biçimi haline getirmiş adsız bir anlatıcının öyküsüdür. Karanlık ve adsızlık birlikte düşünüldüğünde bir belirsizliği imliyor. Bu belirsizlik, metinselleştiğinde kapkaranlık bir ‘‘rüya anlatısına’’ dönüşür. Bu yazıda, Bıçakcı’nın metnini belirli bir yüzeyden nasıl rüya anlatısına evirdiğini göstermeye çalışacağım.
Karanlık Oda uyuyan bir anlatıcının birden uyanması -ki öyle olduğu kuşkuludur- ve çevresini anlamdırmasıyla başlar. Soğuk bir karanlıktan söz eder. İlk olmasa da ağzından çıkan veya seslendirdiği ikinci, üçüncü cümle karanlıkla biter. Anlatının siyah/kapkaranlık bir yüzeyde inşa edildiğini hemen fark ederiz. Okur, burada yanılacağını düşünmez. Metnin asıl nüve yüzeyi, anlatıcının rüya kaytlarıdır. Bu kayıtlar, bir anlatı metni oluşturmak için olay örgüleri, konvansiyonel ilişkiler ağı kurmaya başlarlar. Bu geçişkenlikten sonra okurun yanılacağı yer yüzeyde belirir. Rüyalar. Rüyalar. Rüyalar... Zihnin kendisini kaydettiği ve bir anlatıcı tarafından şifresinin kırıldığı, başka bir deyişle metin yüzeyinin derinliklerinde bir arkeoloğun kazmaya giriştiği küçük öyküler, olaylar vb. gibi anlatı parçacıklarının izinden onu bütün haline getirmeye çalışması ana metnin yapısını sökmemize yardımcı olacaktır.
Adsız anlatıcımız, bir fotoğrafçıdır. Hayalini kurduğu İstanbul kentine büyük umutlarla gelir. Burada büyük bir fotoğraf sanatçısı olacağını düşünmektedir. Virtüel dünyadan gerçek dünyaya adım attğında ise kendisini ıssız bir mahalllede küçük bir dükkanı olan bir düğün fotoğrafçısı olarak bulur. Ebru adındaki arkadaşı kendisinin çıplak fotoğraflarını çekmesini ister. Bu sayede sanatsal bir iş çıkaracağını düşünür. Anlatıcımız, buna yanaşmamaktadır ve bunun yararsız bir iş olacağı kanısındadır. Ebru ile seviştikten sonra vücudunda diş izleri belirmeye başlar. Diş izleri, metinde rüyaları sonlandıran ve her bir diş izinin aslında bir rüyaya karşılık geldiğini okur, yapıtın sonunda görecektir. Bunun bir "rüya anlatısı" olduğunu anlatıcının kendisi de romanın daha başlarında ima eder: "Ulan rüyada bile uyanıklık peşindeyim."
Rüya anlatılarında, mekan ve kişiler birden yitebilir, karanlık bir imgeye dönüşebilirler. "Tanımadığım bir karanlığın içindeyim," der anlatıcı. Tanınmayan karanlık bir imge, anlatının yapısına da etki eder. Sözgelimi, anlatıcı, romanın her bir bölümünün başında bir olgu [sahne] sunar. Bu olgu, kameranın kadrajını başka bir sahneye çevirmesi gibi işler. Sanki ‘‘konum bilgisi’’ veriliyormuşçasına ayrıntılara odaklanan hatta bir fotoğrafın dondurduğu kareler gibi anlatıcı olgulara giriş yapar. Neredeyse bütün bölümlerde aynı sunuşlar vardır. En belirgin olanı ‘‘Sade Lütfen’’ başlıklı bölümde anlatıcı şöyle bir çerçeve çizer:
‘‘Bir resim sergisindeyim. Beyaz, geniş duvarlar sade çerçevelenmiş büyük boyutta tablolarla dolu. Sırayla bakıyorum. Bir süre sonra yürümediğimi fark ediyorum. Ayağımın altında bir yürüyen bant var. Adım atmadan ilerliyorum. Dalgın gözlerle önümden akıp giden resimlere bakarken içlerinden biri fazlasıyla ilgimi çekiyor. Karşısında durup ayrıntılı inceleyebilmek için yürüyen bandın ters istikametinde adım atmaya başlıyorum. [...] Renkler, figürler, çizgiler süratle birbirine karışıyor...’’
‘‘Sırayla bakıyorum’’ ve ‘‘ayrıntılı’’ ifadeleri odaklanma ve fotoğraf donukluğu karesini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bunun yanı sıra bir gösterme tekniği olarak düşündüğümüz bu sahne bir sayfa sonra bir rüyanın arta kalmış kırıntıları gibi anlatılmaya başlanır. Bu diş izi okura, ‘‘Ey okur, bu bir olgu değil, ayıl, bu bir düş, anlatıldığının aksine virtüel bir rüya!" diye seslenmektedir. Virtüel rüya dememdeki kasıt, kurgulanmış, biz okurken yeniden yeniden kurgulanan bir evren. Kurmaca evrenin içinde özerk bir kurmaca evren ifadesi, rüya anlatıları için doğru tanımlama olur herhalde. Bu konuda rüya anlatılarının kurmaca yapıtlarda işlenirken yeni bir kurmaca evren sunduklarını/vaat ettiklerini düşünüyorum. Hakan Bıçakcı, Karanlık Oda adlı romanında, Türk edebiyatında özellikle 2000 sonrası edebiyatında her nedense işlenmemeye işlenmemeye pas tutan rüyaları, kurmaca dünyanın içinde metinselleştirmesi, biz okurlar için son derece önemli bir hizmet olduğunu burada ifade etmem gerekiyor. Oysaki Türk edebiyatında, rüyaların ele alınma tarihine şöyle bir baktığımızda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘‘Rüyalar’’ ve ‘‘Abdullah Efendi’nin Rüyaları’’ adlı öyküler kaleme aldığını, Leyla Erbil’in metinlerinin rüya kavramıyla işlendiğini, Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı romanında her ne kadar rüya temel izlek olmasa da Rüya adında bir karakter yarattığını görüyoruz. 1940’lı yıllardan 1990’lara kadar Freud ve Jung etkisinin Türk edebiyatı üzerindeki gölgesiyle birlikte düşündüğümüzde hem düşünsel hem de yazınsal alanın etkileşiminin ne kadar sık dokunduğunu görürüz.
Hakan Bıçakcı’ya tekrar dönecek olursak, Freud’dan başlayarak Otto Rank’a kadar bütün psikanaliz mirası devralan/sahiplenen Fransız Freud lakaplı Jacques Lacan’ın seminerlerinin peşi sıra Türkçe’ye çevrildiği bir dönemde rüya anlatısını kurmaca dünyada işlemesi dikkate değerdir. Bunun yanı sıra rüyaların farklı söylem biçimleri eşliğinde Türk edebiyatında daha çok üretilme arzusu bir okur temennisidir. Son söz niyetine Bıçakcı’ya bu alanda kalem oynattığı için romanını yorumlayan bir eleştirmen kimliği dışında her şeyden önce bir okur olarak memnuniyetimi dile getirmek isterim.
Yavuz Yalçın
Yeni yorum gönder