Sözcüklerin farklı rotası
Pelin Buzluk’un 2010 yılında Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazanmasının ardından kitaplaştırılan öykü dosyası Deli Bal, aynı zamanda Buzluk’un öykü türündeki ilk kitabı. Çoğu fantastik denebilecek on öyküden oluşan bu kitap, bir yandan bireyin var oluş problemlerine değinirken diğer yandan bu problemlerle okuru da sorgulamaya, merak etmeye teşvik ediyor. Yazarının söylemedikleriyle, eksik bıraktıklarıyla kaleme alınmış, hangi noktaya ulaşacağını bilemediğimiz, ilginç ve okuması keyifli öyküler bunlar.
Farklı yazarlara, kimi zaman sözcükleriyle kimi zaman isimleriyle değinilerek başlayan Deli Bal’daki öykülerin ilki “Sürek”. Öyküde sır ve merak temel çerçeveyi oluşturuyor. “Puslu Bahçe” ve “62 Tavşanı” öyküleri ise, baba kavramı üzerine kuruluyor. “62 Tavşanı”nda yazar, altmış iki yaşını doldurmuş babaların öldürülmesi gerektiren yasayı ütopik bir kurguyla ele alıyor: “Bu yasa sayesinde, hem çoğu erkek bir gün öldürülebileceği korkusuyla çocuk sahibi olmaktan cayıyor, hem de altmış iki yaşını aşmış babaların ölümüyle nüfusta önemli bir azalma, su kaynaklarında gözle görülür bir rahatlama oluyor.” Toplumun mutlak eril gücüne bir eleştiri de getiren bu öykü, çocukların merhametinin de hiçbir zaman son bulmayacağına değiniyor.
Kitabın, deyim yerindeyse tüyler ürperten öyküleri arasında “Kafes” ve “Göz Hareketleri” öykülerini gösterebilirim. Mezardan kalkmış çıplak ölülerin arasında kendisine bir beden ve ruh bulmaya çalışan kişinin halinin anlatıldığı “Kafes” öyküsünde Buzluk, kahramanını farklı ben’ler içinde dolaştırıyor. Nihayetinde bireyin var oluşu düşsel gücün sınırlarını aşarak tamamlanıyor: “Bedeniyse ufaldıkça ufaldı. Odanın sıvılaşan, karanlık oylumundan ışığa doğru itildi. Bir çığlık oldu doğumhanede.” Cenazelerde “ağlayıcılık” işi yapan arkadaş grubundan birinin ölmesi sonucu yaşananları anlatan “Göz Hareketleri” öyküsü ise ürperttiği kadar toplumsal açıdan düşündüren de bir öykü. Uzun zaman sonra buldukları iş öncesi arkadaşlarının ölmesini, işi kaçırmamak adına umursamayan grup, hayatına bu ölüyle birlikte yaşayarak devam ediyor: “Gömme dolaptan yayılan o ağır kokuyu duymak istemediler. İtiraf etmediler birbirlerine. Gün geldi, ekmeklerini giderek artan o kokuyla birlikte çiğnemeye alıştılar.” Öykü bu fantastik halinin yanı sıra okuru, işsizliğin ve açlığın girdabına düşmüş insanların girebileceği ruh halini düşündürmeye de sevk ediyor.
Yazarının ifadesiyle bu kitap, “deli bal” misali, gerçeği ve düşü iç içe geçirmiş kısa ve etkili öykülerden oluşuyor. Hayal kırıklığının, çeşitli ruh hallerinin, çıkmazların içinde toplumsal meselelerin de görülebileceği bu düşsel öyküler, Buzluk’un kaleminin ne kadar kuvvetli olduğunun da göstergesi. Hayali unsurlarla oluşturduğu atmosferde distopik olaylara yer veren öyküler gerçek bir dil işçiliği. Deli Bal, ironiyi ve fantastiği bir arada buluşturan masalsı bir kitap. Daha sonraki kitaplarında da okurda bu düşünceyi bırakan Buzluk’un yanında -belki de her zaman- bu öyküleri yazmasına vesile olan bir “sürmeli hazret” vardır, kim bilir…
Yağmur Yıldırımay
yagmuryildirimay@gmail.com
Düşündürdüğü kadar düş kurduran öyküler
Pelin Buzluk’un Kanatları Ölü Açıklığında adlı kitabı, birbirinden sıkı on üç öyküden oluşuyor. Dili incelikle işleyerek ortaya koyduğu metinler, yazarın göz ardı edilemeyecek yazma yeteneğinin birer ürünü halinde karşımıza çıkıyor.
Zengin düş gücüyle kaleme alınan kitabın ilk öyküsü “İbrahim Dağı”. Bu öyküde de, diğerlerinde olduğu gibi gerçeklikle düşsellik iç içe. Bu düşsellik, sadece anlatıcının çocuk olmasından değil, aynı zamanda yazarın olan biteni, yahut olmayanı ifade ediş tarzından kaynaklanıyor. Öyküde geçen “İbrahim Dağı’na gidelim. Birazdan hava kararır. Küçük bir yorgancı, geceyi eliyle dağıtır. Dünyanın gecesi bu dağdan doğar. O zaman buluruz İbrahim’i,” cümleleri, bu durumu özetleyecek çok sayıda örnekten yalnızca biri. Düşündürdüğü kadar düş kurduran öykülerin yer aldığı bu kitap, okurun zihninde yeni sayfalar açılmasını sağlıyor.
Kanatları Ölü Açıklığında kişide öykü okumak kadar pencereden bakma hissi uyandırmıyor. Çünkü buradaki her öykü, pencerenin ardına ayna tutuyor. Yalnız bu öykülerde tek bir pencere değil, pencereden bakanın gördüğü çok sayıda pencere var. Bunlardan biri “Düğün Gecesi”ndeki Perihan’ın, ceviz ağacıyla kardeşliği anlatılırken “Doğmasına yakın dikmiş babası,” dendikten sonra “Bir tek bunun için sevilesi. Babası.” cümlelerinin kurulmasıyla açılıyor. Buzluk’un öyküleri, açılan her yeni pencereyle okuru hem sarıyor hem de sarsıyor.
Öyküyü kurgulamadaki ustalığı yaratıcılığıyla birleştiğinde hem yapı hem de içerik bakımından etkileyici metinler ortaya koyan yazarın ciddi bir birikime sahip olduğunu fark etmemek mümkün değil. Bu birikim edebiyatımızı renklendiriyor ve zenginleştiriyor. Bu nitelikli kalemin kağıda eğilmesini ve okurlarını en kısa zamanda yeni öykülerle buluşturmasını diliyorum.
Meryem Çakır
meryemcakirr@yahoo.com
Yiten zamanın koynunda biraz soluklan
Son dönemlerde öykü denince akla ilk gelen isimlerden olan Pelin Buzluk’un 2016’da yayımlanan kitabı En Eski Yüz, içerdiği 11 öyküyle yazarın gittikçe derinleşen çizgisine ışık tutuyor.
Kitap boyunca öne çıkan birçok unsurdan söz etmek mümkün. Öykülere hakim olan en güçlü unsursa “kayıp” duygusu. Kaybetmenin her türlüsü işleniyor metinlerde. Kaybedilen (cinsellik, eş, sevgili, anne, baba, zaman, geçmiş, ...) tüm oluşumlar kendi içinde bir çizgi meydana getiriyor. Bu planda bakıldığında kaybın işlenmesi öne çıkıyor. Bu hissi ortaya çıkaran en önemli nedenlerden biri ise anlatıcının konumu ve zamanı. Metinlerde anlatılan zamanla yaşanan zaman birbirinden farklı. Anlatıcılar geçmişi dile getiriyorlar. Dile gelen bu geçmiş de kayıp hissini güçlendiriyor. Böylelikle işlenen eksenin de altı çizilmiş oluyor. Buzluk’un bu anlamda derin bir yarık oluşturup öykülerini buradan akıttığı söylenebilir.
En Eski Yüz’de doğrudan olmasa dahi varlığı (daha doğrusu yokluğu) hissedilen, gerçekleşse her şeyi başka bir boyuta taşıyabileceği düşünülen şeylerden biri cinsellik. Öykülerde zedelenen ve yaşanamayan bir cinsellik söz konusu. Tüm yaşanamayışlarda olduğu gibi bu da kişide derin oyuklara/yaralara neden oluyor. Daha ilk öyküde erkek karakterin hamile eşine dokunuşu ve ardından ondan uzaklaşışı, “Dördüncü”de erkek bakışlarının rahatsız edişi, “Tozlu Cennet”te bütünüyle noksanlığı duyumsatan cinsellik bu açıdan değerlendirilebilir. Dolayısıyla cinselliliğin tüm kitap boyunca devam eden bir leit-motif olduğundan bahsetmek mümkün.
Buzluk’un En Eski Yüz'deki öykülerine birçok açıdan bakılabilir. Sanki bir kamera objektifinden gösterilir gibi yakınlaşıp uzaklaşan görüntüler okuyucuyu birçok farklı zemine itiyor. Öykü dilini buna elverişli kullanan yazarın atmosferlerini de aynı perspektife dayandırdığı söylenebilir. Yakın çekimde birçok detay söz konusu olurken kamera biraz uzaklaştığında daha ilginç görüntüler gözler önüne seriliyor. Yakından bakıldığında gerçek sanılan olaylar araya biraz mesafe konulduğunda inandırıcılığını kaybediyor. Burada aklın gerçekliğiyle metnin gerçekliği karşılaşıyor. Okuyucunun aklı her şeye tam olarak inanmasa dahi metinde sunulan ve yakın planda gösterilenler kendi inancını oluşturuyor. Buzluk’un seçtiği karakterler de bunu destekler nitelikte. Örnek olarak ilk iki öyküde anlatıcı olan hamile kadınlar verilebilir. Bu kadınlar bir halüsinasyonun içindeymişçesine anlattıkları ile okuru tedirgin ederler. Bu, diğer öykülerde de devam eder. “Başka Esnada” olduğu gibi bu hissi oluştururken aklın gerçekliğinden karakterin/metnin gerçekliğine geçer.
“Kar aydınlığı ne gündüzün güvenini ne de gecenin apaçık tehdidini taşıyor bir kadın için.” Bir kadının ağzından işitilen bu cümle, metinlerdeki kadınların halini en çarpıcı biçimde ifade ediyor. Tedirginlik, kayıp, ürkeklik, kendini ifade edemeyiş hepsinin kaderini belirliyor. “Su İşi”nde kocasına “Gitme,” diyemeyen anlatıcı da, “Yaz Geldi”de “Seni seviyorum,” diyemeyen de bu tür baskının altındaki karakterlerden. Dolayısıyla tüm kitabın bu kar aydınlığının altında okunabileceği görülmektedir. Daha ilk metinde söylenen bu cümle, sanki eserin bütününü kavramak için bir ipucu gibi.
Öykülere genel çerçevede bakıldığında gidişata bakılarak metinlerin sonunu keşfedebilmenin mümkün olduğu görülür. Kırılma noktaları kendilerini açıkça gösterirken yazarın isteği sanki sonu değil de yolu/kanalı/oyuğu göstermekmiş gibi durmaktadır. Bu da okuru metnin atmosferine tutsak etmekte, onu sonda değil bulunulan anda kuşatmaktadır. Buzluk’un bunları metin gerçekliği ve atmosferiyle yaptığı söylenebilir. Okur, hissedilen tedirginlikle beraber sona doğru ilerlerken önüne çıkacak olana az çok hazırdır ve bunu bilir. Ancak hissettiklerinden kopup uzaklaşamaz.
“Gemisiz” ve “Deray” öyküleri ise kendilerini hemen diğerlerinden ayırıyor. Bunlarda aynı zamanda bir “gurbet” hissi de duyumsanıyor. Doğduğu yerlerden kopup yaşadıkları coğrafyayla uyumsuz hale gelen insanlar söz konusu bu öykülerde. Biri Almanya-Fransa hattında mekik dokurken diğeri bir denize açılma öyküsü. Bu metinlerde hissedilen yabancılık artık karakter bazında olmaktan çıkıp mekana sirayet ediyor. Öykülerin biri trende, öteki gemide geçiyor. Birinde kaybedilen, ötekinde ise kaybedilecek olan söz konusu. Üstelik tüm bunlara karakterlerin doğdukları yerden yaşadıkları yere taşıdıkları kültür,gelenek,töre eşlik ediyor. Özellikle “Gemisiz”de ressam olan kız kardeşin hikayesi hemen ön plana çıkıyor. Metin hem kız kardeşin hem de abisinin gözünden akarken varlığını her zaman duyumsatan baba, otoritenin bireyler üzerindeki etkisine çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Bu bakışla metne otorite-kişi, gelenek-birey ekseni ve çatışması içinden bakmak pekala mümkün. Zengin okumalara açık bu metinlerin durumu böylelikle diğerlerinden ayrılan bir başka çizgiyi oluşturuyor.
“Başka Esnada” öyküsü ise okurunu götürdüğü yemyeşil bahçelerin içinde birden geçmişin molozları içinde bırakan bir metin. Anlatıcının çocukluğundan hatırladığı “Fuat’ın bağı”, sisler içinden seçtiği ve hatıralarını taşıdığı bu mekan, hızla bir enkaza dönüşüyor ve tüm ağırlığıyla karakterlerin üstüne yıkılıyor. Bu yıkılışa bahçeyle beraber orada kısa da olsa hayat sürmüş, oradan kendine anı toplamış herkes eşlik ediyor. Böylelikle herkesin paylaştığı, zamanı bir yaraya döndüren metinlerden biri ortaya çıkmış oluyor.
Pelin Buzluk’un En Eski Yüz’ü içerdiği metinlerle farklı okumalara açık, inceliğini atmosferinde ve karakterlerinin tutumlarında barındıran bir öykü kitabı...
Abdullah Ezik
Pelin Buzluk ile söyleşi
Yağmur Yıldırımay: Deli Bal’daki hikayelerinizin çoğunda bir varoluş sorgulaması var. Bu sorgulamalar mesela, “Kafes” hikayesinde bir başkasının yerine geçmeyle ya da “2.9 Saniye” hikayesinde intihar etmekle sonuçlanıyor. Sizce bu sonlar, zafer mi yenilgi mi?
Aslında “2,9 Saniye”nin sonunda intihar yok. Kurguya ilk kıvılcımı çakan motif bir intihar. Varoluşçuluk üzerine epey okuduğum, okuduklarımdan etkilendiğim dönemlere rast gelen öyküler de var Deli Bal'da. Ancak bilirsiniz ki varoluşçu edebiyat ille de zafer ya da yenilgi beklentisi içinde değildir, hatta genel olarak insana dair tek bir doğru veya son ummaz, kurgulamaz. Sonlara odaklanmaz. Benim öykülerim de sonları için yazılmadı. Olay örgüsünün her bir parçası, bütün içerisinde bir kez karşılık bulduktan sonra hem diğer parçalar hem de kendisi için var.
Y.Y: Deli Bal’da fantastik diyebileceğimiz hikayeleriniz insanın, etrafındaki sessiz kargaşaya karşı verdiği mücadeleyi konu ediniyor biraz da. Sizce okur bu mücadeleden kendisine yardımcı olabilecek bir rota çizmeli mi?
Öykülerimden benim temel beklentim okuru birlikte düş kurmaya çağırması, böylece onu öykünün yaşam dünyasının varlığına inandırması. Ancak bu şekilde öyküler okurun katılımıyla canlanıp her imgelemde yaşamını sürdürebilir.
Y.Y: Deli Bal'daki hikayeleriniz fantastik olarak tanımlanabildiği gibi bu hikayelerin toplumsal sorunlara eğilen yanları da var. Mesela “Göz Hareketleri” işsizliği, açlık korkusunu, belki biraz elindekinden de olmamak için vurdumduymazlığı içeriyor. Bu açıdan baktığımızda hikayelerinizde, nasıl yazılırsa yazılsın, somut hayata değmeden geçemediğinizi söyleyebilir miyiz?
Elbette. Ne kadar kurarsak kuralım somut yaşamın içinde yaşıyoruz. Kurgu da, düş de oradan filizleniyor.
Meryem Çakır: Kanatları Ölü Açıklığında incelikle işlenmiş öykülerden oluşuyor. Öykülerin her birinde, ayrıntılara odaklanmaksızın fark edilmeyecek unsurlar mevcut. Bu işçiliği, üslubunuz olarak kabul edebilir miyiz?
Kanatları Ölü Açıklığında'dan itibaren dil üzerine kafa yormaya başladım. Aslında Deli Bal'ın birkaç öyküsünde de bu geçiş sezilebilir. Ayrıntılara odaklanmak, dile ilgimle başladı. Atmosfere ilgimle devam etti. Sağlam sahneler kurmak, böylece metnin dünyasını sahici kılmak için o atmosfere mahsus ayrıntıların çok önemli olduğunu fark ettim.
M.Ç: Kitapta yer alan "Kasap Havası" başlıklı öyküde, dükkanın girişine asılı "Şen Kasap" "Aile Kasabı" levhalarının güven vericiliği vurgulanırken Asiye'nin karşısında önlüğü kanlı, ürkütücü bir adam bulunuyor. Bu gibi ironik durumlarla kitaptaki diğer öykülerde de karşılaşmak mümkün. Bu örnekten hareketle edebiyatınızda ironinin yerini anlatır mısınız?
İroniyi çok kıymetli ve zorlu buluyorum. Yazma ve okuma deneyimlerimden öğrendiğim kadarıyla ironinin tanımını yapmak istesem, “Bir şeye onu gülünesi kılacak kadar yakından bakmak, bir şeyi saçma bulacak kadar ciddiye almak,” derdim.
Verdiğiniz örnekte ise ironi yok aslında. Kasap kasaplığını yapıyor, et parçalıyor. “Şen Kasap” revaçta bir kasap dükkanı ismi. Tuhaftır, birçok kasap tabelasının altında “Aile Kasabı” ibaresi de yer alır. Bunlar kurgu ürünü değil. Kurgunun yaptığı, bu adlandırmalara başka bir açıdan bakmak, böylece ne kadar dehşetengiz olduklarını göstermek, şeyleri ilk anlamlarına yaklaştırmak. Yoksa kimse kasabın önlüğündeki kanı yadırgamaz. Çünkü et yiyen kimse ceset yiyorum demez. “Kasap Havası” adlı öyküde ironiden çok, gerçeği bozup yine kendi malzemesiyle kurmak, böylece yeniden görünürleştirmeye çalışmak var.
M.Ç: Kanatları Ölü Açıklığında'daki öyküler mekansal olarak incelendiğinde farklı coğrafyalarla karşılaşılıyor. Bu mekanların oluşumunda ve kurgulanışında düşselliğin payı ne kadardır?
Sorunuzu doğru anladımsa sözü geçen coğrafyalarda, mekanlarda gerçekten bulunup bulunmadığımı merak ediyorsunuz. Bir kısmında bulundum, diğer kısmında da düş yoluyla ama yine bulundum.
Abdullah Ezik: En Eski Yüz’deki “Su İşi” gibi öykülerinizde gidip dönemeyen karakterler gözüküyor. Bu dönemeyişin ardında siyasi nedenler de yatıyor. Bu iki mesele için, özellikle günümüzde ne düşünüyorsunuz?
Ani gidişler, yitişler öykü kurgularımda bana hep ilginç gelmiştir. Öykünün çatısını üzerine kurduğunuz kişilerden birinin bir noktadan sonra yokluğuyla var olması, boşluğunda kendinden söz ettirmesi cezbedici geliyor bana.
Bunların arkasındaki politik nedenlere gelecek olursak, uzun yıllardır bu coğrafyadaki şüpheli kayıpların çoğunun arkasında devlet ya da devletin temsilini üstlenmiş bireyler var. Bu türden kaybolmalar, daha doğrusu kaybedilmeler de öykülerimde kendine yer buluyor haliyle.
A.Ö: En Eski Yüz’deki kocalarını sevmeyen kadınlar, ayrılmak isteyen kadınlar, ayrıştırılan kadınlar, içinde hep bir yas taşıyan kadınlar... Bu kadın karakterlerin sizdeki yeri nedir?
En Eski Yüz’deki öykülerin yazılma süreci, kendi içimdeki kadını daha iyi tanıdığım, toplumsal cinsiyet, cinsel politika ve kadın hareketiyle daha yakından ilgilendiğim bir döneme rast geldi. Zaten duyarlı olduğum meselelerde böylece daha derli toplu düşünür oldum. İlgim artınca imgelemim de bu alanlara odaklandı. Öykülerim bu dönemde dünyalarını daha çok kadın karakterlerle şekillendirdi. Aslında kurgularımda, bütün bu saydığınız durumlardaki kadınların direniş ve umudunu yükseltmeye çalışıyorum.
A.Ö: Öykülerinizde kadınların hissettikleri tedirginlikler gözüküyor. En Eski Yüz’deki “Dördüncü” gibi mesela.
Kadınların sokakta, geceleyin hissettikleri tedirginlik Ortadoğu’da kadın olmaktan ileri geliyor. Bu coğrafyadaki anlayışa göre geceleyin sokaktaysanız saldırıyı hak etmişsinizdir demektir. Saldırıya açık olmak, bu saldırıların meşru görülmesi, cezasız kalması kadınları sokakta ve geceleyin daha da yalnızlaştırıyor. Biz kadınlar Türkiye’de zaten bunun içine doğuyoruz, son on yılda bu durum giderek daha da ağırlaştı. Bütün bu kuşatılmışlığa rağmen sokağa çıkmak, varlığımızı sürdürmek zorundayız. Bu girişimlerin her biri tabii yanında güçlü bir tedirginlik de getiriyor.
Görsel: Fırat Bilal
Yeni yorum gönder