Ölü Doğan Ay
Şebnem İşigüzel’in on dokuz yaşında yazdığı ilk öykü kitabı Hanene Ay Doğacak. Aşk, ölüm, delilik etrafında gelişen öyküler yalın bir dille en acımasız gerçekleri anlatıyor. Tam da on dokuz yaşa yaraşır bir cesaretle yazılmış dokuz öykü var kitapta. Hanene Ay Doğacak, yayımlandığı yıl bir yandan muzır kurulunca sansüre uğruyor, bir yandan da Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer bulunuyor. Yazar öyküyü abartıp süslemeden, yargılamadan işleyerek okurun kucağına bırakıyor. Okura, her gün gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde, hastanelerin bekleme odalarında, otobüs yolculuklarında duyup kafasını çevirdiği hikayeleri sindirmek kalıyor.
Okurun algısıyla oynamayı seven bir yazar, Şebnem İşigüzel. Öykülerin çoğunda anlatıcının yaşını, cinsiyetini, anlattıklarıyla ilişkisini gizleyerek ilerliyor. Berrak, boyu geçmeyen bir denizde ilerlediğini sanan okur kendini bir anda pis kokulu bataklığın ortasında buluyor. Yazar bunu okuru kandırmak için sahte göstergeler yerleştirerek de yapmamış. Tek aracı ustalıkla kullandığı dil. Karakterlerini çıplak gerçekliğiyle ortaya koyuyor yazar, bir nevi soyarak gizliyor. Bir ilk kitap için başarıyla okurun güvenini kazanıyor. Güvenli alanında seyirci olarak izlediği hikayenin ortasına geldiğinde kendini birden havada buluyor okur. Suya Yazılan Mektuplar'da romantik aşk mektupları olarak okuduğu öykünün anne-oğul arasındaki ensest ilişkiyi anlattığını fark ediyor, Sevgili Bayan Arvadak'ta ise okuduğu umutsuz aşk hikayesinin kahramanlarından birinin kadavra olduğunu. Yazarın öykülerin başında okura sağladığı bu muğlak zemin bir yargılamasız alan işlevi görüyor öykülerde. Geleneksel ahlak anlayışına ters düşecek ilişkilere bir an için içeriden, karakterin kendi gerçekliğinden bakma imkanı yaratıyor. Bu yargısız, ayıplamasız dil sayesinde okur kendi gerçekliğine yabancılaşıyor. Bir Öğleden Sonra adlı öyküde babasıyla yaşadığı ilişkiyi anlatan karakter de ortak oluyor bu yabancılaşmaya ve bir köpeğe dönüşüyor. Bazen bir köpek başka bir öyküde bir karafatma olarak insanlıktan çıkartılan ve dilsizleştirilen bir tanıklık yaratıyor bu yabancılaşma anlarına. Şebnem İşigüzel, kitabında yer alan öykülerin kırılma noktasını tam da bu yabancılaşma anlarına yerleştirmiş. Okuru en savunmasız bıraktığı anda vuruyor darbeyi. Gerçeklik öykünün ortasında yeniden şekillenirken, okurla yazar bir an aynı bakış açısında buluşuyor. Bu buluşmalara didaktik hiçbir şey eklemiyor yazar. Sadece sesleniyor okuruna; o da sadece Şehir Beni Tek Etti adlı öyküde, “Ey okuyucu. Kitabı kendini vererek okumuyorsan bu satırları iki kez okursun.” (s. 75) Bu çağrı da yazarın okurla aynı noktada durma ve aynı yerden bakma isteği olarak yorumlanabilir.
Kitapta yer alan dokuz öyküde de sıklıkla ölüm arzusu dile getiriliyor. Yaşamın insanda yarattığı yıkımdan kurtulmanın iki yolu var: Ölmek ya da delirmek. Yazar çoğunlukla ilk seçeneği gerçekleştirmiş. Öykülerin mutluluğa en yakın karakterleri ölü olanlar. Hanene Ay Doğacak adlı öykünün kahramanı ise kitabın en mutlu kişisi sayılır çünkü ölerek kurtuluyor evin kadınlarına (babaannesine, annesine, ablasına) başka -daha iyi, daha yakışacak- yaşamlar düşünmekten. Böylece karakterin falında hanesine doğan ayın, yani kısmetinin kendi ölümü olduğunu anlıyoruz. Benimle Ölür müsün? adlı öyküde ise mutlu bir intiharı kaleme alıyor yazar. Doğmak kadar doğal bir ölümü paylaşmaya yanaşmayan karakterine pişmanlığı layık görüyor. Bu pişmanlıkla sürdüğü otobüsü uçuruma sürüklüyor karakter, otobüstekileri hayattan kurtarmak için. Bir Filmin Son Sahnesi İçin Gerçek Yaşamdan Alıntılar adlı öyküde ise yaşamak güzel diyen bir karakter öldürülüyor, yani karşımızdaki cana kıymaktan çekinmeyen bir yazar. Üstelik bunu canilikten değil, sevgiden yapıyor ve katili de idama mahkum ediyor. Kitabın son öyküsü Ayrıntılı Planlarımız Buraya Kadar ise bir ölü doğumla noktalanıyor. Bu ölü doğum yazarın karakterine bahşedebileceği en mutlu senaryo aslında. Kadavralarına bile tecavüz edilen, siyasi sürgünlerin tabutlarının kurşunlandığı, cinsel istismarın görmezden gelindiği, polisin cana kastettiği bir dünyada yazar belki de tek sözünü bu şekilde söylüyor.
Neşe Pelin Kaya
nesepelinkaya@gmail.com
Devamlılığın Hazzı
Şebnem İşigüzel’in ilk kitabı, 1993 yılında basılan, Hanene Ay Doğacak’ta şu cümleyle karşılaşıyoruz: “Ben seni ilk gördüğümde öykünü merak ettim.” (s. 11) Bunlar daha önceden yazılmış öyküler miydi, yoksa bu kitaptan sonra mı yazıldılar elbette bunu bilemeyiz fakat bir sene sonra, 1994’te bir kitapla daha çıkıyor karşımıza yazar: Öykümü Kim Anlatacak. Bu benzerlik o kadar da şaşırtıcı değil aslında. Çünkü kitabı okuduğumuzda, Işık Hızında Spermler adlı öyküde bir kadının bu adı verdiği tabloyu hemen bir sonraki öyküde tekrar görüyoruz. İşte ben de, bu devamlılık fikri üzerinde durmak istiyorum.
Bu bağlamda, ikinci kitapta yoğunlaşarak devam eden bir söyleyiş yöntemi var onda. Daha ilk eserinden itibaren oluşturulan dilin sürekliliği göze çarpıyor. Ana unsurları “ama”, “oysa”, “çünkü” gibi bağlaçlar, ikinci kitapta buna “değil”, “hayır” gibi olumsuzlama kelimeleri de ekleniyor. Birçok farklı fonksiyonu var bu kelimelerin. Mesela, “ama” kelimesine bakacak olursak:
“Senin siyah şapkan neredeyse gözlerini örtmüş. İşte bu yüzden bakışlarının anlamını çözemiyorum. Ama başka zamanlar da, sözgelimi yatarken ya da kahvaltı ederken de bakışlarının anlamını çözemezdim.” (s. 97)
Burada ikinci cümle bittiğinde aklımızda “Demek ki başka zamanlarda çözebiliyor,” çıkarımı oluşuyor doğal olarak. Fakat yazar buna izin vermeyecek kadar hesaplı davranıyor ve o ihtimali ortadan kaldırıyor. Veya başka bir örnekte:
“Başını ellerinin arasına alıp, boğuluyor gibi olduğunu söylemesinden, terlemesinden, derin ve sık nefesler almaya başlamasından korkuyorum. Ama o, baş ağrısından söz ediyor.” (s. 29)
Burada, yine okura yönelik bir muziplik söz konusu. Karakterle anlatıcı aynı kişi olduğu için okur ile karakter arasındaki mesafe o kadar kapanmış ki bu tuzağa düşüveriyoruz.
Farklı bir fonksiyonda:
“Ne zaman ki âdet görmeyecektim, o zaman gebe kaldığımı anlayacaktım. Ama şimdi bir bebek taşıdığımı biliyorum.” (s. 106)
Bu alıntıda ise kendinden emin birisinin söyleyişi hakim kelimede. Bu şekilde örnekleri çoğaltmak mümkün. Daha sonraki kitaplarında da devam eden bu söyleyiş, İşigüzel’in daha ilk kitabından itibaren kendine bir dil oluşturduğunu açıkça gösteriyor. Tabii onun ne kadar hesaplı olduğunu da. Hesaplı derken onun karakterlerinin bazılarının da hesap yapma veya netlik konusunda takıntılı olduklarını belirtmem gerek. İlk kitapta bunun örneğini bir intihar sahnesinde yapılan hesaplarda görüyoruz. (s. 68) İkinci kitapta da devam ediyor bu durum, bir apartmanı boyayacak olan boyacının bir cümlesinde: “Caddenin solunda üçüncü apartmanın iki katının ön yüzünü saran bir sarmaşık, bu sarmaşığın kökünü tutan beş saksı ve gökyüzü.” (s. 61) Veya geçmişini anlatan bir kadının söylediği şu cümlede: “Bahçe kapısından eve kadar tam altmış dört adımlık toprak yolu çınar ağaçlarının çevrelediği betonarme bir evde oturuyoruz.” (s. 27) Bu alıntılardan da anlaşılacağı üzere onun karakterlerinin söz konusu takıntısı da kitaptan kitaba aktarılan bir şekilde.
Buraya kadar Şebnem İşigüzel’de devamlılığın ne kadar önemli bir mesele olduğunu görmüş bulunuyoruz. Bunun farklı bir örneği için de aile büyüklerinden alınan bir uygulamanın çocuklar tarafından nasıl sürdürüldüğüne bakacağız. Öykümü Kim Anlatacak adlı öyküde, kadın karakterin ailesi ölmüştür ve karakter çocukluğunda babaannesinin evinde kalmaktadır. Evin bir geleneği var. Bir araya geldiklerinde birbirlerinin öykülerini anlatıyorlar. Yarı masal yarı gerçek bu öyküler anlatan kişinin başka bir aile bireyinin geleceği üzerine söylediklerinden oluşuyor. Ve kadın karakterin öykünün en sonunda sorduğu soru bu geleneği devam ettirdiğinin en açık göstergesi: “Öykümü ya da masalımı kim anlatacak?” (s. 41)
Klişe Hayatlar'da da bu durumun bir örneğini görebiliyoruz. Kimya mühendisi olan boyacının dedesiyle bir gelenekleri var. Karşılarındaki insanın yüzüne bakarak onun nasıl bir duygu içinde olduğunu tahmin etmek. Fakat kimse kendi yüzünde nasıl bir duygu ifadesi olduğunu bilemiyor. Hikâyenin sonuna geldiğimizde erkek karakter yüzündeki ifadenin, dedesi öldüğü zaman onun yüzünde gördüğü ifadeyle aynı olduğunu fark ediyor: Huzur. Bu noktada, onda bir aile geleneğinin aktarımını da görmüş oluyoruz.
Gerçeküstü anlatıma da oldukça sık başvuran bir yazar İşigüzel. Bu bağlamda da bir devamlılık söz konusu kitapta. Daha ilk hikaye olan Devinimler'de, terk edilmiş olan anlatıcı karakter, İstanbul’un fethi sırasında kocasını terk eden kadının ruhunu taşıdığına inanıyor ve bu nedenle başına böyle bir şey geldiği kanısına varıyor. Bir başkası, Düş Gören'deki erkek karakter ise iş gezisine gittiği bir ülkede bir adamı öldürdükten sonra öğreniyor ki o ülkede “düş gören” adında bir anlatı var ve eğer birisine zarar verirsen o kişinin kötü anı ve rüyaları sana geçiyor. Bu karakter de bir kişiyi öldürerek ona en büyük zararı verdiği için bir rüya âleminde yaşamaya başlıyor.
Sonuç olarak, Şebnem İşigüzel’in Öykümü Kim Anlatacak adlı kitabı daha ilk eserinden itibaren süren bir devamlılık fikriyle örülü. Bu fikir kimi zaman kendi metinleri arasında, dilin devam ettirilmesi veya metinlerarasılık kurmak yahut öykülerin kendi içinde bir aile geleneğinin ya da bir halk anlatısının aktarımı şeklini alıyor. Yazar bunu, örneklerde de gördüğümüz üzere, gerçekten ustalıkla sürdürüyor. Tam da bu nedenle, bence onun eserlerinin ana odağı olan bu devamlılık fikrinin, o eserleri değerli kılan bir taraf olduğu açıkça ortaya çıkmış oluyor.
Uğur Erden
Aşk, Dostluk ve Diğer Ölümcül Şeyler
Şebnem İşigüzel’in 1996’da yayımlanan ilk romanı Eski Dostum Kertenkele, yoksul bir gencin başından geçenleri anlatmaktadır. Roman boyunca aşk, dostluk, yoksulluk, aile gibi birçok konu gündeme gelmektedir.
Her insan, hayatı boyunca aşmak zorunda olduğu sorunlarla karşı karşıyadır. Kişi ancak kendini aştığı müddetçe varlığını devam ettirebilir. Yoksulluk, aile, dostluk, aşk, anılar, geçmişin varlığı, gelecek kaygısı; hepsi bir yandan insanı güçlü kılabilecekken diğer taraftan ona ayak bağı olur. Bazen kişinin kendisi varlığını tehdit eden şeye döner. İnsan bunlardan bir kısmını her zaman aşmak zorundadır, peki bunların hepsi aynı anda yüklenirse insan ne yapar? Eski Dostum Kertenkele’nin meselesi işte tam bu noktada başlamaktadır.
Romanın ana karakteri Kertenkele, etrafı birçok sorunla örülmüş bir genç olarak gözükmektedir. Tüm bunların içinden çıkış yolu olarak aşkı ve sanatı seçtiği söylenebilir. Üstelik bu ikisi, aynı düzlemde yer alır. Matrakçı Nasuh’u araştırmak için gittiği kütüphanede çalışan kıza aşık olur. Sorunları giderek artarken çıkış yolu olarak hep onlar belirir. Roman boyunca hiç silinmeyen ve acısı her zaman hissedilen en önemli etken aşktır. Bu konu bir yan hikayeyle desteklenir. Kertenkele’nin olduğu kadar teyzekızının hayatını da ele geçiren bu olgu içten içe bütün romanı kapsar ve her ikisinin hayatını mahveden bir yapıya bürünür. Bunalımdaki kızın gölgesi Kertenkele’nin üzerine düşer. Kertenkele, “Aşkın kara bir büyüye dönüşmesi biz yoksulların dünyasında mümkündü,” derken aynı zamanda romanın ilerisi için ilk ipuçlarından birini vermektedir. Aşk ve yoksulluk üzerinden harekete geçilir. “Aşkla bu kadar çok uğraştığın için delirebilirsin,” cümlesi Kertenkele’nin ve teyzekızının hayatı için oldukça uygundur. Her ikisi de aşkla uğraşmıştır. Onun peşinden koşmuş, istediklerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Metin boyunca Kertenkele’nin değişimi gözle görülür bir şekilde belirginleşir. Belleğindeki sarsıntılar özellikle sona yaklaştığı anda doruğa ulaşır. Ölümcül yaralardan ilki ve en önemlisi böylece alınır.
Ölümcül şeyler arasında aşılması maddiyata en bağlı olanı yoksulluktur. Kertenkele’yi ve çevresini kuşatmış olan yoksulluk, onu yalnızca istediği şeylerden uzaklaştırmakla kalmaz, zamanını ve düşüncesini de etkiler. İşigüzel’in roman boyunca hissettirdiği önemli hususlardan biri budur. Kedici ve Başparmak, bu konuda yan hikayeleri meydana getirir ve anlatıyı çoğaltır.
Aile, özellikle doğu toplumlarında aşılamayan temel bir yapıdır. O aşılamadıkça ve kişi onu aşmaya direttikçe heyula gibi insanın karşısına dikilir. Kertenkele’nin en büyük çıkmazlarından birisi aile yapısıdır. Üstelik bu zehir onun içine giderek yayılırken ailesinin onun üzerinde kurduğu baskı artar. Bir yandan annesi eve para getirmesi konusunda diretirken diğer yandan teyzekızının durumu, kardeşinin hatırası, babasına dair düşündükleri onu etkisi altına alır. Aşamadığı bu konular onu dibe doğru çeker.
Kertenkele’nin annesi hayatı anlatılırken kurulan şu pasaj romandaki atmosferi ortaya çıkarır: “…istemediği bir adamla evlenmesinin, çocuk yaşta doğurmanın, aç kalmanın, öteki annesini, babasını, doğduğu toprakları özlemenin, bir diğeri kendisini götürmeye gelen ağabeylerinin kocası tarafından vurulmasının, ağabeylerini vuranın kocası olduğunu bile bile susmak zorunda kalmasının, yoksulluğun, yalnızlığın, kendisini, altın dişli görümcesiyle avutması” hem onun hem de aynı evde yaşayan ve birlikte olmak zorunda kalan bireylerin çıkmazlarını göstermektedir. Romandaki her karakterin hayatında bu tür parçalanmışlıkların olması atmosferi belirginleştirir. Başparmak’ın, görümcenin, teyzenin durumu farklı değildir.
“İnsan kendisi gibi olanlarla yaşamalı. İnsan çocukluğundan bu yana ne gördüyse bir adım ilerisine gitmemeli,” diyen Kertenkele’yi kendi sonuna götüren bu mudur? Giderek ayrıştığı dostu Başparmak, kendisinden hep çekindiği Kedici ile ortak işler çevirmek zorunda kalması, annesinden, teyzekızından uzaklaşması, kardeşinin ve babasının silinmeyen izleri, aşık olduğu kızın hayali, yoksulluğu onu yola çıktığı andaki durumundan giderek uzaklaştırmıştır. Bu başkalaşım onu kendisinden ve kendisi gibi olanlardan uzaklaştırmış, isyan ettiği şeylerin kucağına düşürmüştür. Burada, yazarın romanda ortaya koyduğu gelişim çizgisinden söz edilebilir. Her bölümde tüm bunlara bir halka daha eklenir. Aileye yoksulluk, yoksulluğa sanat, sanata aşk… Böylelikle hepsinin varacağı bir nokta oluşur. Tüm bunların merkezine yokluk yerleşir.
Roman boyunca birçok kitap ve şarkıdan alıntı söz konusudur. Tüm bunlar yan anlatıları meydana getirir. Sezen Aksu’dan Lorca’ya, Homeros’tan King Crimson’a kadar birçok kişi böylelikle kitapta kendine yer bulur. Yararlanılan bu kişilerin farklı kimlikleri tıpkı bütün sorunlardan Matrakçı Nasuh’a sığınma gibi roman atmosferini sanatın çeşitli kollarıyla örtüştürmektir. Dolayısıyla giderek genişleyen, gürleşen bir yoldan söz etmek mümkündür.
Kitapta dilsel bir bütünlükten bahsedilebilmektedir. Yan hikayelerle desteklenen yapı, karakterlerin ve anlatının durumuna uygundur. Giderek hızlanan ve ivme kazanan Şebnem İşigüzel’in edebiyatı için bu oldukça önemlidir. Metin boyunca sakin bir dilin kullanımı, hikayesi anlatılan bireylerin hayatlarıyla örtüşmekte ve onları gölgede bırakmamaktadır. Her şey bir uyum dahilinde hareket etmekte ve dağınık haldeki hayatlar eklem yerlerinden birbirlerine kaynaştırılmaktadır.
“Başkaları hep tuzaktır. Kadınlar, dostlar, anılar, çocuklar hep tuzaktır.” Romanın toplamı belki bu cümlede saklıdır. Zaten cümle, romanın sonlarında yer alır. Kertenkele için aşk, dostluk, aile, yoksulluk, sanat hep birer ölümcül yaradır. O, bunların hepsini yüklenir ve nefesi yettiğince koşmaya başlar. Şebnem İşigüzel’in ilk romanı olan Eski Dostum Kertenkele, içinde bulundurduğu tüm ölümcül şeylerin ve belki de bunların aşılamazlığının bir sonucu olarak ölümle sonlanan bir kitap olarak kendini tamamlar.
Abdullah Ezik
abdullahezik@hotmail.com
Tesadüflerin Romanı Üzerine
Şebnem İşigüzel, Sarmaşık’ın tesadüflerin romanı olduğunu ifade ediyor. Roman, artık harfleri tanıyamayan Nobel ödüllü yazar Salim Abidin ile, renkleri ayırt edemeyen ressam Ali Ferah’ın bir nöroloğun muayenehanesinde karşılaşması ile başlar. Metni, tesadüfler, iç içe geçmiş hayatlar, romanlar ve resimler oluşturur.
Ali Ferah, Salim Abidin, Hayal, Ali Ferah’ın annesi, Celine, Oleg, Sedef, Starov, Sedef’in eşi, Kıbrıslı Savcı, Picasso, Van Gogh, Milan Kundera roman kişileridir. Şahıs kadrosu oldukça kalabalık olan roman, İstanbul’da geçmektedir, yaklaşık bir aylık süreyi konu alır. Anılar üzerinden çok daha eski zamanlara ve şehirlere de yer verilir. Ali Ferah’ın okura çok saf olarak tanıtılması, dünyadan bihaber ve zararsız bir aşık olarak gösterilmesi, kötü tesadüflerin toplandığı bir roman için ilginçtir. Yazar, romanın ilk paragrafında “tesadüflerin hayatın atomları olduğunu” ifade etmese, roman için yapılabilecek en büyük eleştiri “bu kadar da olmaz” dedirten tesadüflerdir. Ancak hem bunun sık sık belirtilmesiyle, hem de iki anlatıcı arasında değişen bakış açılarında romanın gerçekliği hakkında yapılan yorumlarla tesadüflerin bilinçli bir tercih olduğu okura aktarılmıştır.
Ali Ferah ve Salim Abidin’in dost olmaları ile başlayan süreç, hayatları arasında kurulan bağların, içinden çıkılmaz bir hal almasıyla devam eder. Herkesin herkesle ilgisi vardır. Moskova’dan gelen Oleg ile Londra’dan gelen ve Mısırlı sevgilisi için eski sevgilisi Ali Ferah’a tablo yaptırmak isteyen Celine arasında bir bağ vardır. Fakat ikisi bu bağı hiçbir zaman öğrenemezler. Sedef, doğumdan kısa süre sonra Salim Abidin’in kitabına uzanmak isterken üzerine kitaplığın düşmesiyle kaybettiği bebeğini dünyaya getirmek üzere hastaneye giderken Nadya’nın cesedi ile karşılaşır. Nadya’yı Ali Ferah öldürür ancak roman boyu belki de akla gelmeyen tek ihtimal Ali Ferah’tır. Şebnem İşigüzel, bir karakter olarak da bulunduğu romanda okuru öyle güzel yönlendiriyor ki, hepimiz bir süre için zavallı Salim Abidin’in Nadya’nın katili olduğunu düşünüyoruz. Ancak hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bu romanda, elbette bu düşünce çok uzun sürmüyor. Salim Abidin’in Ali Ferah ile dostluğuna verdiği önem anlatıldığında, onun ne kadar saf ve sevilmeye muhtaç olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla da planlı bir cinayet işleyemeyeceğini, fakat ölmek üzere olan birine bazen yardım etmeme ihtimali olduğunu göz önünde bulunduruyoruz.
Ali Ferah, Polonyalı sevgilisini, babasını ve Nadya’yı öldürür. En azından bildiğimiz kadarıyla böyledir. Polonyalı sevgilisini ondan ayrıldığı için, babasını ona hep kötü hissettirdiği, annesine yaptığı şeyler ve ondan yazar olmasını beklediği için öldürmüştür. Nadya’yı Salim Abidin’e zarar vermek için öldürmüş olabilir. Çünkü Ali Ferah’ın elleriyle boğarak öldürecek kadar sevmediği babası Salim Abidin hayranıdır, tüm romanlarını okumuştur ve Ali Ferah’a onu örnek gösterir. Tüm bunlar geçerli ve yeterli sebeplerdir.
Ölüm, metnin temalarından biridir. Sürekli birileri ölür ve neredeyse sağlıklı düşünen insan yoktur. Starov, Oleg ve Sedef’in ölüm sahnelerinde akıllarına istemedikleri şeyler gelir. Üçü de tüm çabalarına rağmen ölüme en yakın oldukları anda hayal ettikleri sahneleri zihinlerinde canlandıramazlar. Starov ve Oleg ölür, ancak Sedef ölümden son anda kurtulur. Oleg, Rus denizaltısı Kursk’ta boğularak can verir. Starov ise takıntılı sevgilisi tarafından boğularak öldürülür. Sedef, Salim Abidin ile Boğaz’a sandalla açıldıkları bir gün boğulmaktan son anda kurtulur. Salim Abidin ve Ali Ferah ise dibi sarmaşık dolu bir havuzda yine boğularak ölürler. Ali Ferah babasını boğarak öldürür. Salim Abidin’in eski eşi Margret de küvette boğularak ölür. Metindeki tüm ölümler boğularak gerçekleşir.
Tecavüz, en çok karşımıza çıkan diğer konudur. Ludmilla, Ali Ferah’ın annesi ve Hayal 12 yaşındayken tecavüze uğrarlar. Ludmilla’ya, Rusya’da babasının ortağı Boris tecavüz eder. Ali Ferah’ın annesine sonradan eşi olacak kişi, Ali Ferah ve Hayal’in babası tecavüz eder. Hayal’e ise, yatılı okulda kaldığı zamanlarda rahibe Beatrice tecavüz eder. Ali Ferah’ın annesi tecavüzden sonra, yıllar boyu tecavüzcüsüyle evli kalır. Tecavüz sırasında annesi sesini duyar ama ona yardım etmeye gelmez. Tecavüzün etkisi hayatı boyunca devam eder, aklını bu tecavüz yüzünden yavaş yavaş kaybeder, önüne gelen herkese bu olaydan bahseder. Ludmilla, uzun yıllar Boris Amca’sının tecavüzüne uğrar ve bunu bilen ailesi ses çıkartmaz. Hatta Boris’in kızına olan ilgisini fark eden babası, Ludmilla’ya Boris’ten para istemesini söyler. Hayal, bu hikayelerin içinde en acısını yaşamış olabilir. Oysa Hayal’in delirmesinin birçok sebebi var gibi görünür. Okur Hayal için farklı bir travma düşünmez, deli bir annesi ve tecavüzcü bir babası vardır. Bütün bunlar, büyüdüğü sağlıksız ortam Hayal’in deliliği için yeterli sebeplerdir. Okurun beklemediği bir anda, olayın içyüzü açığa çıkar. Uzun süre rahibe Beatrice’in tecavüzüne uğramış, sesini kimseye duyuramamıştır. Rahibe Beatrice’in erkek olduğu iddiaları okulda dolaşmaktadır. Hayal, annesinin tecavüz hikâyesini dinleyerek büyümüş, annesiyle aynı yaşta, aynı şeyleri yaşamıştır. Okuldan eve geldiği zamanlarda annesinin ona duş aldırmasını istemiştir. Annesi Hayal’e duş aldırsa, vücudundaki yaraları görse, onu okula göndermese belki her şey değişir, Hayal katatonik şizofren olmaz ve hayatları biraz daha normal olur. Üç hikayede de tecavüze uğrayan kız çocukları sesini ailelerine duyuramazlar. Farklı kişilere, akrabalara değil, anne babalarına bile seslerini duyuramazlar. Hatta daha kötüsü her şeye göz yumulur. Ve bu tecavüze uğrayan kadınların peşini ömür boyu bırakmaz. Hayatta güvenecek kimseleri kalmaz.
Metinde hareket, baştan sona kadar devam eder. Şiddet sahneleri, Sedef’in doğum sahnesi, özellikle Hayal’in tecavüz sahneleri mükemmel bir gerçeklikle aktarılmıştır. Okurun zihninde beliren bu sahneler rahatsız edicidir ve yazar tarafından tam da bu yüzden tercih edilmiş gibidir.
Van Gogh, Milan Kundera, Picasso romanda sıkça bahsedilen ünlü karakterlerdir. Van Gogh Hayal’in görünmez arkadaşı, Hayal’in deyimiyle görüşmecisi olarak yer alır. Picasso, Vladimir Starov’un yakın arkadaşı olarak, Milan Kundera ise Salim Abidin’in dostu sıfatıyla bulunur. Arnolfini’nin Evlenmesi adlı tablo, yine romanda sıkça sözü edilen eserlerdendir. Roman, bu resmin çevresinde oluşan tesadüf üzerinden de şekillenir.
Metin, bazen Ali Ferah’ın gözünden, bazen ise her şeyi bilen bir üçüncü kişinin gözünden yazılmıştır. Anlatıcı olma sırası üçüncü kişiye geçtiğinde, romanın kurmaca olduğu sık sık dile getirilir. Bir romanın içinde olduğumuzu, tüm bunların kurmaca olduğu ve karakterlerin kaderinin yazara bağlı olduğu gerçeği ifade edilir. Üçüncü kişi, tüm karakterlere tepeden bakar ve onların gerçekliği ile nesnel gerçekliği karşılaştırır. Bu şekilde tüm anlatının bir kurmaca olduğu, bunca tesadüfün başka bir şekilde bir araya gelme olasılığının olmadığı bir kez daha ifade edilir.
Ayşe Gülen Eyi
ayseguleneyi@gmail.com
Geçmiş ve Şimdi Arasındaki Hazine
Bugün ne korkunç gündü böyle, her şeyi hatırlıyordu.
Geçmiş nedir, var mıdır, yaşanılır mı ya da yaratılır mı, hazine midir yoksa yokluk mu? Soruların cevabı değişebilir belki, ama çoğumuz, geçmişimizin bıraktığımız yerden devam ettiğini, bizi geleceğe götürdüğünü düşünürüz. Her şeyin, en ufak ayrıntısına kadar depolandığı bir yer olan belleğimiz de bu geçmişimizin mekânı olur. İşte, geçmişimizi nasıl ki belleğimizde, hafızamızda bu şekilde muhafaza ediyorsak, Şebnem İşigüzel’in çöplük dediği yer de bu geçmişi içinde barındırır. İşigüzel kitabında, geçmişin yığılı olduğu çöplüğün hazine olduğunu söyleyerek, bu hazineyi eşer durur.
Roman, bir zamanlar sevilen, değer verilen şeylerle dolu olan çöplüklerden birinin kraliçesi olan Leyla’nın gerçeğinin vurgulanmasıyla başlar: “Hayatta her şey çöptür.” İşigüzel, bahsettiği bu çöplüğü anlattığı Çöplük’ü iki kadın karakter üzerinde kurgular: Bir zamanlar evlerinde aileleriyle, huzurlu olmasa da bir hayat sürdüren Leyla ve Yıldız. Rusya’da yaşayan, satranç konusunda oldukça iyi olan Leyla, anne ve babasının şüpheli bir şekilde ölmesiyle birlikte İstanbul’a yollanır. Akrabaları ve devlet tarafından bir tehdit olarak görülen Leyla, hiç mutlu olamadığı evlerden kaçarak sokağa sığınır. İki yıl sonra çöplükle tanışan Leyla kirin, yer altı dünyasının, organ mafyasının içinde, karanlıkta, on dört yıl boyunca huzurlu bir şekilde yaşar. Leyla’ya paralel olarak anlatılan Yıldız ise müzikologdur. Despot annesiyle hiçbir zaman anlaşamayan Yıldız, akademideki görevini bırakarak sadece dünyaca ünlü orkestra şefi olan Eşref Şefik Kayacan’ın biyografisini yazmaya çalışır. Bunun kendisine iyi geleceğini sanan Yıldız, şefin ona davranışlarıyla daha da kötü bir hale gelir. Öldüğünü düşündüğü annesinin hayaletiyle konuşmaya başlan Yıldız, sonunda kendini sokaklara bırakır.
Bellek ve hafızanın merkeze alındığı romanda anlatılan çöplük, herkesin yaşadığı o sıradan dünyaya benzemez. “Elmanın çekirdeğini tükürürsünüz, işte o tükürdüğünüz asıl olandır,” der çöplüğün kralı Kama. Böylelikle romanda çöplük de anahtar bir metafor niteliğine bürünür. Geçmişiyle ve bedeniyle sokaklarda var olabilen, toplumun silkelediği bu insanlar, çöplükte geçmişlerinin defterlerini dürerek geleceklerini inşa ederler. Leyla’nın, Yıldız’ın ve çöplükte yaşayan diğerlerinin kendileriyle, başlarından geçenlerle yüzleştikleri bir yer olur çöplük. Bu bakımdan çöplük ile bellek/hafıza kelimelerinin yan yana kullanılması önemlidir. Nasıl ki insan kullanmadığı şeyi çöpe atıyorsa, geçmişte yaşanan acılar da belleğin kör noktasına atılarak unutulabilir sanılır. Nitekim en büyük yanılgısı da bu olur çünkü geçmiş, insanın geleceği inşasında ilk taştır. Bunu fark eden Leyla da, “Geçmişimin olmadığını sanırdım. Çünkü hayat beni hep ileriye götürürdü bir rüzgâr gibi. Bugün bir geleceğimin değil, geçmişimin olduğunu anladım,” der. Çöplük ona en çok da geçmişinde yaşadıklarını hatırlatır. Romanda da çöplük ile bellek, içinde sonsuz sayıda şeyi barındırdığı için bir bütün içinde yansıtılır.
Yaşadıkları yerlerde mutlu olamayan, sokağa düşen Leyla, Kama gibi diğer insanların dirilerek yeniden yaşamaya başladıkları bu “çöplük krallığı”, romanda fantastik unsurların en fazla görüldüğü yerdir. Vajinasını parçalayan Kurt adında yaratık, kan ve idrar gölünün ortasındaki, aynaların kırılması sonucu başlayan kristal yağmuru, ceset parçalarıyla birleştirilen bir “atıkadam”… Geçmiş ile bugünün, yaşam ile ölümün gelgitleri arasında kurgulanan kitaba, bu fantastik öğelerle birlikte “gerçeküstü” bir mahiyet yüklenmiştir. Toplum düzeninde yer alamayan bu durumlar, büyülü gerçekçilikle işlenmiş çöplükte yer almıştır. Henüz çöplükte yaşamaya başlamamış olan Yıldız’da ise bu durum, öldüğünü sandığı, ama yer altında ölü hayvanları dirilten annesinin hayaletini görmesiyle gerçekleşir.
“Gaddarların sesi yüksek perdeden çıkıyor,” diyen İşigüzel, Çöplük’te bu sesin karşısına Hitler’in dikta rejimini koymuş. Kama’nın iktidar sembolü, Doktor Jivago’nun Hitler saati İşigüzel’in ortaya koymaya çalıştığı bu baskıları anlatıyor. Kişilerin hafızalarından yola çıkarak geçmişte yaşanan baskıları, acıları kendine bir fon olarak kullanan İşigüzel, kahramanlarıyla kendini dillendiriyor gibidir. Nasıl ki geçmiş kahramanlarını bırakmıyorsa, yazarını da bırakmıyor ve kendini “yeniden yaratıyordur.”
Geçmişle bugünün iç içe geçmesiyle kurgulanan Çöplük’te, buna bağlı olarak tekdüze bir anlatım yerine bir hareketlilik vardır. Kurguda var olan bu hareketlilik, mekanların seçimiyle de birliktelik gösterir. Bir yandan Yıldız’ın kendini romanın sonuna kadar hapsettiği evinde, diğer yandan Leyla’nın sokaklarında, çöplüğünde gezinir okur. Taksim ve civarındaki bu çöplüklerde yaşayanların birbirlerine olan yaklaşımları, Peride Celal, Aziz Nesin’den oluşan kütüphaneleri de çöplüğün hazine olduğunu gösteren diğer unsurlardan olur. İşigüzel’in iktidara karşı tutumu da böylelikle, diliyle birlikte kendini iyice belli eder. Bu çöplükte hayat vardır. Bitti denilen bir yerde tekrar bir umut belirir, başkalarının birikmişliklerinden.
Tek sayılı bölümlerin Leyla’ya, çift sayılı bölümlerin Yıldız’a ait olduğu Çöplük’ün kurgusu da tıpkı bir satranç oyununun hamlelerine benzer. Kitabın sonunda yer alan röportajlar kısmı, okura kafasında “Acaba?” dedirttir ve şunu sordurur: Bu roman da tıpkı bir çöplük gibi birbirinden farklı geçmiş artıklarından mı ibarettir?
Yağmur Yıldırımay
yagmuryildirimay@gmail.com
Yeni yorum gönder