Katı olan her şeyin buharlaştığı dünyamızda Hayalet Kitap...
Spinoza sevgiye hazzın, nefrete ise acının eşlik ettiğini söyler. Spinozacı anlayışta sevgi, zihnin mevcut olmayan şeyleri “tahayyül etme”sidir. Buna karşılık nefret, daha ziyade, bir hafıza meselesi haline gelme eğilimindedir. Bu hislerin ortak noktası hatıra üretme kapasitelerinin yüksekliğidir. Çoğu kez sevgi, nefrete ya da kıskançlığa dönüşerek bir melodram halini alır ve –Ulus Baker’in deyimiyle– melodram, sevginin edebiyata eklemlenme biçimidir.
Doğu Yücel’in Hayalet Kitap'ı da bu melodramın fantastik bir versiyonu. Edebiyatın en ilkel ve basit hikaye anlatma geleneği olan bu melodram biçimine dokunuyor olmak Doğu Yücel’in gösterdiği büyük bir cesaret. Yazar özgünlüğünü anlatmaya cesaret ettiği konuyla değil onu anlatma biçimiyle kazanıyor. Gökalp’in hayaleti Güldem’e, canlandırdığı bir tiyatro oyununda şöyle der: “Hayata dair iki şey hatırlıyorum: aşk ve öfke…” Öfkeyi zamanla yaşadığı acıları hafızasından çıkarmaya başladıkça hatırlayacaktır, ama aşk onun için hayal etmektir ve hayal Güldem’dir.
Kitap romanın başkişisi Gökalp’in intihar mektubuyla başlıyor. Kendisine tekrar dünyaya dönme şansı verildiğinde bazı şeytani fırsatlara da sahip olacağının farkına varacaktır. Olayların bir üniversite çevresinde geçtiği kitap boyunca Gökalp’in hayaleti okurunun da peşini bırakmaz. Vazonun içine düşen ekonometri hocasının nasıl oradan çıkacağı, aynaya baktığında yüzünü yaşlı bir kadın olarak gören Ceyda’nın endişesini yoğun bir şekilde hissettirir. Gökalp kitap boyunca var olduğu her yeri, her anı cehennem azabına çevirir. Aslında cehennemi biraz da kendi ellerimizle yarattığımız gerçeğinin fantastik söylenme biçimidir bu. Kötülüğü onayladığımız, ona göz yumduğumuz, hırs ve açgözlülükle davrandığımız her anda soğuk bir rüzgar esmeye ve dünya kararmaya başlar. Gökalp biraz da bunlarla yüzleşmek için değil hesaplaşma isteğiyle geri döner ve ortaya Macbecth gibi demonik bir karakter çıkar. Aşk, dostluk, eğitim gibi kavramların değillemesi bir kara film mizanseni gibi şekillenmeye başlar.
Gökalp’in dünyaya geri dönme motivasyonunu Güldem’e duyduğu karşılıksız aşk ve tabii Güldem’in tercihi olan Ersin’e karşı duyduğu nefret oluşturur ve bu duyguların yarattığı hatıralarla hem yüzleşmesi hem de hesaplaşması gerekecektir. Aşk, kitabın temel düşüncesini oluştursa da diğer kavramlar yardımcı düşüncelerdir. Özellikle arkadaşlığın imajlar üzerinden cezalandırıldığı bölümler dikkat çekicidir. Derrida, dostluğu sevme ve sevilme çabası üzerinden yorumlar. Ona göre sevilmek daima başkasının bir lütfudur ve dostluk sevmek için verilen uğraş olmalıdır. Kitap boyunca Gökalp çevresi tarafından haz edilmeyen, tuhaf bir varlık olarak tanıtılır. Birbirine bağlıymış gibi duran ama çıkarların konuştuğu sözde dostluk ilişkilerinin çarpıklığını onların saplantılarına Gökalp’in linç girişimiyle şahit oluruz. Yazar bize, asıl tuhaf olan nedir, sorusunu tam da burada sorar. Çevresinin gözünde sürü dışı kalan özellikleriyle Gökalp mi, yoksa devşirme duyguların birer temsilci olan ve saplantılarının kölesi olmuş diğerleri midir?
Güldem kitap boyunca en çok iletişime geçebildiğimiz karakterdir. Günlüğü vasıtasıyla hassasiyetleri daha görünür hale gelir. Onun için yazma eylemi daha önce sadece kitaplarda sevdiği alıntıları not etmek biçiminde daha pasif bir eylemken günlük tutarak var olmayı tercih eder. En son duygularını döktüğü şey ortaokulda yazdığı şiirdir. Yazmak onun için biraz da beğeni kazanmak adına yapılan bir eylemdir. Günlüğüne “siz” diye hitap etmesi, farkına varamadığı yeni kimlikleri ile de yüzleşmesi anlamına gelir. Sıkıcı olmaktan korkar Güldem. Hatta günlüğünün bir yerinde şöyle der: “Düşüncelerimi doğuran şeyleri anlatmak bir fıkranın neden komik olduğunu açıklamaktan daha sıkıcı bir şey olur.” Bu düşünce onun da hayaletsileşmeden önceki düşüncesidir. Kitabın üst kurmacası gereği aslında biz sadece Gökalp’in gözündeki Güldem’i tanırız. Gerçek Güldem kitabın sonlarına doğru büyülenir ve aslında kendisine nasıl yabancı olduğunun, yaşamına bir turist gibi geldiğinin farkına varacaktır. Bence asıl buradan sonra anlatılanlar anlam kazanır. Gökalp’in imgeleminde Güldem hayal etmesi gereken ama yine de zaaflarından vazgeçemeyen bir karakter olarak yer alır. Zaaflarımızdan kurtulmadan kendi hayatımızda turistik geziye çıkmaya devam ederiz. Başkasına düşkünlük, maddeye düşkünlük, kendine düşkünlük; bir engel olamama halidir zaaf. Kitap boyunca da herkesin düşkünlükleri cezalandırılır.
Hayalet Kitap katı olan her şeyin buharlaştığı dünyamızdaki yaşamlarımıza dikkat çeker. Nefret ve öfkeden oluşan cehennem ateşine herkesi bir bir atar Gökalp’in hayaleti. Sevgi ve aşk ise yalnız Güldem’e hissedilendir. Dünya kusurludur. Zaman oldukça aşk var olmayacak der, Güldem’in rüyasındaki Gökalp. Bu yüzden aşk dünyaya ait değildir. Çünkü zaman, modern dünyanın zinciridir ve aşkın da hayaletidir. Dünyayı aşk kurtarmayacaktır belki ama İnsan kendisine benzemeyeni yok etmeye çalıştıkça –burada Gökalp oluyor– dünyayı cehennemleştirecektir.
Arzuhan Birvar
arzuhanbirvar@gmail.com
Hayalperest okura methiye
Doğu Yücel'in 2011 tarihli ikinci romanı Varolmayanlar, hayal ile gerçeğin arasına kalın bir çizgi çekerek okurunu kendi saflarına yerleştiriyor. Fantastik edebiyat takipçilerinin ezelden hayalperest olduğu düşünülürse gerçekçilere açılan bu savaşta yazarın yanında yer almaları kaçınılmaz görülebilir. Bu yazıda, Doğu Yücel'in "hayalperest manifesto"sunun okurunu etkilemek için ne gibi araçları kullandığını inceleyeceğim.
Kitap "Başlangıç", "Değişim" ve "Sonun Başlangıcı" şeklinde üç bölüme ayrılmış. Milenyum gazetesi çerçevesi içine yerleştirilen bu bölümlenme ile, fantezinin "ayaklarının yere basması" amaçlanmış. Anlatı, Milenyum gazetesinin 30 Kasım 2010 tarihli haberi ile başlıyor. Bu haberle bilinen dünyanın gerçekliğinin değişmeye başladığı bir kurmaca ile karşı karşıya olduğunu anlıyor okur. Gerçeküstü varlıkların günlük yaşam rutinlerini aksattığı günlerde Kartal'da bir çöplükte bulunan kıyamet günlüklerinin olayların açıklamasını yapabileceğini duyuruyor gazete. Daha sonra okur, gazetenin "şaşıracaksınız, dehşete kapılacaksınız" uyarıları eşliğinde sıradanlığa ve küçük hesaplamalardan mürekkep bir rutine hapsolmuş genç bir adamın günlüğüyle baş başa bırakılıyor. Aktarıcı gözün değişmesinin ardından halihazırda üç başlıktan oluşan kitap, bir kez daha parçalara ayrılarak günlere bölünüyor. Bu durumun son dönem değişen okuma alışkanlıklarına da karşılık geldiği söylenebilir. Okurun ilgisini daima uyanık tutmak için yazar günlüklere yalnızca tarih atmakla kalmıyor ayrıca birer başlık da koyuyor. Bu başlıklara ek olarak günlüğün içinde yer alan öykülerin başlıkları da işin içine girince günümüzün sosyal medya tarafından dikkati dağılmış okurunun inip yeniden binebileceği birçok durak eklenmiş oluyor kitaba!
Varolmayanlar'ın çekirdeğini yazılanların gerçeği etkileyebileceği hatta dönüştüştürebileceği fikri oluşturuyor. Otuzlu yaşlarda, finans sektöründe çalışan başkarakterin kendine ait olmayan zamanla yarışını anlatan günlükleri, alarm seslerine uyanan, trafikte bunalan okuru gerçekçiliğin tehlikelerine karşı uyarıyor. Doğu Yücel, günlüklerin yazarı üzerinden çizdiği portre ile hayalperestlerin, uyumsuzsuzların, tutunamayanların toplum tarafından acımasızca normalleştirilme sürecini ortaya koyuyor. Yazar bir baba ile ressam bir annenin tek çocuğu olan başkarakterin ebeveynlerinin tanışma öyküsü aslında oldukça romantiktir. Kitap boyunca karşımıza çıkacak isim sembolizasyonlarının ne ilki ne de sonuncusu olarak kahramanımızın babası Metin'in yazdığı çocuk masalları, annesi Serap tarafından görselleştirilmektedir. Yazar ve ressam tanışınca bu uyum kısa sürede aşka dönüşür. Çift birlikte kendi sanatlarının zirvesine ulaşır; yalnız tek eksikleri vardır, çocuk sahibi olamazlar. Ürettikleri masallarla başka çocukları mutlu ederken kendi çocuklarını sevememek çifti karamsarlaştırır ve çocuk sahibi olmaya takıntılı hale getirir. Bu emellerine ulaşmaları ise felaketle sonuçlanacaktır. Anne ölür, baba büyük bir vicdan azabıyla masallara küser, çocuğunu hayal dünyasının çekiciliğinden uzak tutmaya çalışır. Böyle bir ortamda gizli gizli fantastik öyküler, romanlar okuyarak büyüyen başkarakter babasının ölümünün ardından bunlardan uzaklaşır. Hayal dünyasından kopuşunu etkileyen bir diğer etmen ise ilk aşkı Ezgi'nin (genç kızın çok melodik bir ses tonu vardır çünkü) babasının ölümünün ardından kayıplara karışmasıdır. Gerçekçi arkadaşlarının da yönlendirmesiyle para kazanabileceği bir bölümü tercih eder ve kapitalist dünyanın şartlarına tamamen uyumlu bir hayat sürmeye başlar. Doğu Yücel beyaz yakalıların rutinlerini acımasızca eleştirirken gerek bu düzende bunalmış gerekse düzen tarafından dışlanmış hayalperest okurlarını kendi yanına çekmeye başlar. Bundan sonraki adımı "ben anlatısı" ile okurla tam bir özdeşlik kurmasını amaçladığı kahramanını aslına döndürmektir. Günlüğün yazarının isimsizliği de bu özdeşlik kurma arzusuna hizmet eder. İsimsiz kahraman, içinde bulunduğu dünyanın kazananlarından olmasına rağmen kendini tamamlanmış hissetmez. Antidepresanlara muhtaçtır. Ara sıra yoklayan migren nöbetlerine karşı tek savunması günlük tutmaktır. Kurmacanın bütün kapılarını kapayan babası günlük tutmasını teşvik etmiştir, ona bir sürü ajanda bırakmıştır. Günlük yazarak migren nöbetleriyle başa çıkabilen kahramanımız bir süre sonra kurgunun cazibesine karşı koyamaz. Günlüklerinin içine öykü de yazmaya başlar. Ve yazdığı öyküler gerçekleşir. Hayalgücünün kutsandığı bu an kitabın da kırılma noktasıdır.
Yaratıcılığın gücüne yapılan bu göndermeden sonra anlatının tonu değişir. Modern bireyin kalabalıklar içinde yalnızlığının "Hollywood-vari" hikayesi biter ve bir hayalperest isyan başlar. Varolmayanlar'ın sinematografik dili bu kovalamaca hikayesine de elverişlidir. Burada okur yeni bir katmanla karşılaşır... İnsanlık tarihinin gerçekçiler ve hayalcilerin mücadelesi şeklinde yorumlandığı başka bir katman açılır anlatıda.
Neşe Pelin Kaya
Tuhaf kahramanlar
Doğu Yücel’in 2014 tarihli Güneş Hırsızları kitabı 12 öyküden oluşuyor. Kitaptaki öyküler hem fantastik edebiyata hem de bilimkurgu sevenlere hitap ediyor... Öykülerin ortak noktası ise; anlatıcının birinci şahıs olması ve anlatıların günlük tutarmışçasına ilerlemesi... Birçok öykünün konusu kimi Amerikan bilimkurgu filmlerine ve yurt dışı kaynaklı fantastik edebiyat örneklerine benzese de, barındırdığı yerel motiflerle öyküler hem Türk edebiyatı içinde özgün bir yön kazanıyor hem de kültürel farklılıkları ironik bir anlatıya çeviriyor.
Örneğin kitaba da adını veren "Güneş Hırsızları," en uzun soluklu ve dikkate değer öykülerden biri. Distopik bir yapıya sahip bu öykünün konusu kısaca şöyle: Vücutları Güneş’e alışık olmayan Marslılar, Güneş ile Merkür arasına devasa elektrik süzgeçli panel dikerler. Böylece yaşanmaz hale gelen Mars’tan Dünya’ya taşınabileceklerdir. Marslıların “çevirdiği dolapları” deşifre eden ve bunu Marslılara belli etmeden halka anlatmaya çalışan Bekçiler ise Mars hâkimiyetine son vermeyi hedeflemektedir. Liderleri Renol, Dünyalıları kurtarmak için Bekçiler ile temasa geçer. Marslıları insanlardan ayırmak imkansızdır. Bekçiler ise iki farklılık keşfeder. Böylece yıldızlararası savaş başlar... "Güneş Hırsızları", özellikle sinemaya uygun bir kurguya sahip olmasıyla dikkat çekiyor.
"Hayatın Gıcık Anlamı" başlıklı öykü de distopik bir yapıya sahip. Uzaylıların Dünya'yı istila etmesiyle Yahudiliğin, Hıristiyanlığın, Müslümanlığın, Taoizmin temsilcileri ve Star Wars’un Jedistleri ile heavy metal’in temsilcisi Ozzy Osbourne Büyükada’da uzaylılar ile yapılan bir toplantıda bir araya gelir. Birçok kültürün iç içe geçmesi, buna uzaylıların da eklenmesinden doğan farklılıklar ile öykü mizahileşir. İşte bu özellikleriyle "Hayatın Gıcık Anlamı" öyküsünün, hem kitabın neredeyse tümüne hâkim olan mizahi dile hem de en başta sözünü ettiğimiz "kültürel farklılıklar" meselesine iyi bir örnek olduğunu söyleyebiliriz.
Son olarak, Leonard Cohen sebebiyle, ilk öykü "Rüya Tarifleri"nden de burada söz etmeliyiz. Öykünün anlatıcısı bir kadın ve olağanüstü yeteneklere sahip. 17 yaşında terk edilmesi ile gördüğü rüyalar kesilir. Eski sevgilisini rüyasında görmek için birtakım tarifler geliştirmeye başlar. Bir süre bunu müziklerle yapar. Gördüğü rüyalarda o gün dinlediği müziklerin etkisi vardır. Üniversiteden mezun olunca Erdal isimli bir öğretim görevlisi ile tanışır. Erdal’ın istediği rüyayı görebilmesi için yemeklerden de yardım alabileceğini keşfeder. Rüya Aşçısı adıyla anılır. Gastro-rüyalar ile insanlara yardım etmeye başlar. Bu öykünün özgün yanını yemekler-müzikler ve rüya aşçılığı oluşturuyor. Ama asıl, yalnızca bu öykü için bile bir soundtrack oluşturmak mümkün. Leonard Cohen'den “Lover Lover Lover”, Bryan Adams'dan “Please Forgive Me”, Rodriguez'den “Forget It”...
Esin Hamamcı
esinhamamci@windowslive.com
Doğu Yücel ile söyleşi:
"Bize yardımcı olabilecek iki şey var: Bilim ve hayal gücü."
Kitaplarınızda hayallere inanmak ve inanamamak arasındaki diyalektiği işliyorsunuz. Bu gerilim sizin için niçin önemli?
Ben yazmaya can sıkıntısıyla başladım. Özellikle ilkokuldayken derslerde çok sıkılırdım. Ders kitaplarının boş kısımlarını hikayelerle doldurmaya başladım. O boşluk hissini sevmiyordum. Hem hayattaki boşluk hissini hem de kitaplarda çarçur edilen sayfaların boşluğunu sevmezdim. Mesela bir iki cümle kalmış ve sırf onun için açılmış bir sayfa benim sinirimi bozardı. Bu benim hayatımda bir kırılmaya neden oldu. O yüzden de, bu temayı seviyorum. Kafka’dan Borges’e kadar birçok öykücüde gördüğümüz bir şey aslında. Hayattan sıkılan bir kahramanın gündelik hayatında bazı kırılmalar olur ve bambaşka bir gerçekliğe adım atar. Bambaşka bir gerçeklik de değildir bu aslında, yine içinde bulunduğumuz gerçekliktir ama bu gerçekliğin içine bazı gerçeküstü unsurlar girer. Bu sevdiğim bir öykü biçimi öncelikle.
Bunun dışında şu da var: Benim tarzımı fantastik edebiyata, yani klişe anlamda fantastik edebiyata indirgemeye çalışanlar oluyor. Daha çok kitaplarımı okumayanlar yapıyor bunu. Ben kendimi ne tam olarak fantastik edebiyatta ne de tam olarak gerçekçi edebiyatta görüyorum. İkisinin ortasındaki gri bir alandayım. Kendi hayatımda da öyleyim. Bir yandan çok gerçekçiyim. Bilimsel düşünceye inanırım. Kesinlik hurafelere ya da doğaüstü şeylere inanmam. Mesela, burçlara ya da ilham perilerine inanmam. Ama diğer yandan hayalgücünün hayata renk kattığını düşünüyorum. Öykülerimde de bunu yapmaya çalışıyorum. Ayaklarım sürekli yere basıyor ama kafam rüya âleminde diyebilirim. Bütün fiziksel kuralları yıkıp başka bir gerçeklik yaratan edebiyat da çok katı gerçekçi edebiyat da bana göre öykü anlatmanın doğasına uygun değil. Biri gerçekleri reddediyor, diğeri de rüyaları.
Dar anlamda fantastik ve bilimkurgu edebiyatı arasında ayrım yaparsak, sizi bilimkurgu edebiyatına daha yakın görebiliriz diye düşünüyorum.
Bilimkurgu diyemem ama fantastikten daha çok bir bilimkurgu hissiyatına sahip olduğum söylenebilir. Büyülügerçekçilik akımına dahil edilebilecek bir hikayemde bile bir tür bilimkurgu disiplini kurmaya çalışıyorum. Örneğin, Varolmayanlar’da gerçekliğe dair yeni birtakım kurallar ortaya çıkıyor. Bu bölümleri yazarken gerçekliği bu kadar esneten kurallar koyuyorsam sonuna kadar bunlara riayet etmeliyim diye düşündüm. Yani büyülügerçekçilikte olduğu gibi “zaten gerçeküstü bir öykü bu, şöyle de uçuk bir şey olabilir” diye bakmam doğru olmazdı. Ben yazar olarak öyküye kafama göre müdahale etmemeliyim. Bazı yazarlar sürekli olarak müdahale etmiş gibi geliyor bana. Ben genellikle kuralları saptıyorum ve onu uyguluyorum. Okur “bu da nerden çıktı” dediği anda sadece dramatik yapı çökmez, öykünün sihri de kaybolur bence. Harry Potter gibi eserlerde bile çıkıyor karşıma bu. Sihirbaz abrakadabra gibi bir şey der ve karşısındakini yener. Ama o sihrin bilgisi o ana kadar verilmemiştir. Zaten gerçekçi edebiyat sevenlerin fantastik edebiyatla ilgili başlıca sorunu bu tip sahnelerde ortaya çıkıyor.
“Hayal et” ya da “Hayallerinin peşinden git!” gibi söylemleri popüler kültürde oldukça sık görüyoruz. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Son yıllarda yaygınlaşmaya başladı. Reklamlarda çok sık görüyoruz. “Hayallerini takip et ve bilmem ne marka araba al,” mesajı veriliyor. Hayalleri oraya bağlamaları beni gerçekten tiksindiriyor. Reklamcılar dışında yaşam koçlarının veya ruhani grupların da benzer sloganlar seçmesi beni uyuz ediyor. Çünkü içini boşaltıyor ve “hayal”i yine kendi empoze ettikleri bir çerçeveye, bir programa sokuyorlar. Oysa hayal kurmak biraz delice bir iştir, çıkarlar gözetilerek gerçekleşmez. Spontanedir. Çocukçadır. O yüzden en saf hayallere çocuklar sahip olur. Ama biz onları kalıplaştırmaya çalışırız.
Gelenekler, okul, bir okul daha, sonra dersane, sonra üniversite, sonra iş hayatı ve sonra evlilik... Böyle bir hayat rutini dikte edilir. Çocukken “Büyüdüğünde ne olacaksın?” diye sorulduğunda, çocuk 4-5 tane şey söyler. Ama bu sayı sonra giderek azalır ve sıfıra iner. Sonra sistem ne verirse o mesleği yapar. Kısacası, kimse hayal ettiği mesleği yapmaz. Bu sadece bireysel psikolojik bir bozukluğa yol açmıyor, toplumun geneline yayılan bir kangrene dönüşüyor. Belki de savaşların ve toplumsal birçok çarpıklığın kökeninde bireyin bu travması yatıyor. Çünkü savaşlar ve toplumsal eşitsizlikler mutsuz insanların yarattığı ve sebep olduğu şeylerdir. Ben de insanların öncelikle kendi hayallerini gerçekleştirmesi gerektiğini ve ancak öyle bir noktada bir şeylerin değişebileceğini söylüyorum. Takip ettiğim yazarlar da, Jules Verne’den Ursula Le Guin’e kadar bana hep bunu söylediler. Aslında çok farklı bir şey söylemiyorum. Öte yandan, ilk dört kitabımda bunu çok tekrarladığım için, aslında bu konuda bazen kendimi frenlemem gerektiğini de düşünüyorum. Ama ne zaman bu konuda kendime telkin uyguladığımda, karşılaştığım olaylar aslında bunu daha çok tekrar etmem gerektiğini söylüyor.x
Varolmayanlar romanınızın okura sunduğu dünyayı düşünürsek, elden ele yayılacak bir roman özelliği taşıyor bence. Ayrıca yazma isteği de uyandırabiliyor okurda.
Varolmayanlar’ın insanlara yazma aşkı aşıladığının söylenmesi beni mutlu ediyor. Barış Bıçakçı da kitabı okuduktan sonra böyle demişti, sevindirmişti beni. Çünkü benim de yazarken amaçlarımdan birisi buydu. Bana edebiyatı sevdiren isimler de hep tırnak içinde fantastik isimler olmuşlardı, Jules Verne, Poe, Lovecraft... “Fantastik” nedir, o da ayrı bir soru işareti. Borges’in önsözlerinde yazıyor, Marquez ve Kafka da zamanlarında fantastik edebiyat yazarları diye anılıyorlardı. Llosa’nın Genç Bir Yazara Mektuplar isimli kitabı var, ki bu kitap da yazmaya motive eden bir kitaptır, bu kitabın orijinaline baktığımızda Llosa’nın kendi yazdıkları için “fantastico” terimini kullandığını görüyoruz.
Maceraya atılmadan önceki hayatın boğucu ve yalnızlık dolu olduğunu da sıkça işliyorsunuz. Bir yazar olarak yalnızlıkla ilişkiniz nasıl?
Bunun da bana özel bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çoğu yazarın hissettiği bir duygudur yalnızlık. Yazarlık diğer sanatlara nazaran en yalnız yapılanı diyebiliriz. Ressam bir modelle çalışır, bir manzaraya bakar, fotoğrafçı bir arkadaşıyla gezebilir, yanında yardımcıları vardır. Ama yazarlık tek başınalık gerektiriyor. Evde sizin dışınızda biri olduğunda dahi yapamıyorsunuz bazen. O yüzden bu çoğu yazarın hissettiği bir şey. Şahsen en huzurlu hissettiğim yer evimde yazdığım yerdir. Sevdiğim yazarlar da hep yalnızlıkları ile tanınan yazarlar.
Hayalet Kitap'ın yazılış süreci nasıl başladı?
Hayalet Kitap’ı genç yaşlarda yazmaya başladım. 21 yaşlarında üniversitedeydim. Gerçekten kitaptaki karakter gibi platonik aşk belasıyla uğraşıyordum. Tuhaftır, o zamanlarda platonik aşk çok yaygındı ve çok şiddetli yaşanıyordu. Günümüzde bence o kadar şiddetli yaşanmıyor çünkü sosyal medya ilginin tek kişiye odaklanmasının önüne geçiyor. O zaman yeni biriyle tanışıyordun, dünya ondan ibaret sanıyordun. O dönemde bence bu yüzden intihar vakalarıyla çokça karşılaşıyorduk. Gazetelerde platonik aşk üzerine, özellikle İzmir’de gerçekleşen platonik aşk intiharları üzerine haberlere rastlıyordum. Bunlardan birkaç tanesi beni çok etkilemiştir. Özellikle Buca’da rayların üzerine kafasını koyarak intihar eden bir genç vardı. Ve ben de her gün o rayların üzerinden geçiyordum. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat’ta okuyordum o dönem. Rayların üzerinden geçerken, “Ah be çocuk, bir kız için değer mi?” diyordum. Sonra kendimin de benzer bir durumda olduğunu hatırlıyordum. Bu durumu sorgulamaya başladım. İntihar etsem nasıl ederim, nasıl bir intihar mektubu yazarım, ölsem ne olur, e herhalde bir sene sonra hayaletim geri döner dedim. Sonra bu düşünce akışından güzel bir öykü çıkabilir dedim. Önce intihar mektubunu yazdım. Sonra gerisi geldi.
Filme nasıl dönüştü peki?
Kitap hakkında okurlardan gelen yorumlarda “bu romandan bir film çıkabileceği” üzerinde duruluyordu. Hatta ekşi sözlük’te daha ikinci entry’de “film gibi kitap” yazar ve “bkz. Hayalet Film” diye devam eder. Ben de bu kadar yorum geliyorsa film olabilir diye düşündüm. Kim çeker derken, Taylan Biraderler aklıma geldi. Taylan Biraderler’e nasıl ulaşırım diye düşündüm. Zamanında Mimar Sinan Üniversitesi Sinema bölümüne başvurmuş ama kabul edilmemiştim. Sınav esnasında Taylan Biraderler’in asistanı olan Barış Erdoğan ile tanışmış ve onun telefonunu almıştım. Onu aradım. “Bir kitabım var. Taylan Biraderler’e ulaşabilir miyim?” dedim. O da Taylan Biraderler’e ulaştı. Durul Taylan açıyor telefonu ve duyduklarına inanamıyor. Meğer Sinan Çetin ile bir toplantıdan çıkmışlar. Sinan Çetin onlardan bir korku filmi istemiş. Kim yazar diye düşünmüşler. Durul da o gün benim Cumhuriyet Kitap’ta çıkan röportajımı okumuş. “Bir çocuk var. Bir gençlik korku romanı yazmış. Belki o yazar” demiş toplantıda. Sonra buluştuk, kafalarımız uyuştu ve süreç hızla ilerledi. Okul filmi sırasında benzer başka fantastik rastlantılar da geldi başımıza. Filmin müziklerini kim yapar diye çok düşündük. Daha önce korku filmi yapılmadığı için aklımıza Türkiye’den kimse gelmiyor. O sıralar Durul ve Yağmur’la CD alışverişinde bulunuyorduk, Kevin Moore’un bir CD’sini vermiştim Durul’a. Durul CD’yi çok beğenmiş, bir şarkı çaldı ve “Bizim müziğimiz böyle olmalı” dedi. Güzel bir keybord girişi var şarkıda. Tam o esnada bir arkadaşım aradı. “Kimi gördüm Beyoğlu’nda, bil bakalım,” dedi. “Kimi gördün?” dedim. “Kevin Moore’ı gördüm.” dedi. “Yok olmaz böyle bir şey. Biraz önce ondan bahsediyorduk,” dedim. Sonra ona ulaştık ve gerçekten de filmin müziklerini o yaptı. Baştaki soruya geriye dönersek, “Hayal et ve hayallerini takip et” mesajı da buluyorum çünkü ben bunun canlı bir örneğiyim. Gerçekten bazı hayallerim için çok çırpındım. Fedakarlıklarda da bulundum ama sonuçta gerçekleştiler. Gerçekten çalışıp da hayallerini gerçekleştiremeyen bir kişi bile tanımıyorum. Ama hayalleri için kılını bile kıpırdatmayan, sonra da hayalleri gerçekleşmediği için mızmızlanan çok insan var. (Gülüyor)
Filmde yüzeysel bir intikam duygusu işlenirken, kitapta bunun arka planı daha belirgin. İkisi arasında farklar var.
Film istediğimiz gibi olmadı aslında. Serbest uyarlama gözüyle bakabiliriz. Tabii şartlar nedeniyle birçok şeyi istediğimiz gibi yapamadık. Korku filmi tutmaz diye bir önyargı vardı o zamanlar. Büyük bir yapım şirketinden çıkmış olsa da ucuza mal edilmiş, çok kısa sürede yazılmış ve çekilmiş bir film Okul. Zaten neredeyse bütün roman uyarlamalarında vardır bu. Kitaptaki derinliği filmde sığlaştırıyorsun. Ben yine de filmdeki “hayallerini takip et” mesajının güçlü olduğunu ve Okul vizyona girdiği sırada genç olan kuşakta etkili olduğunu düşünüyorum. Mesela Beren Saat bir röportajlarında söyler: Hayatındaki kırılma noktası olarak Okul filmine gidişini anlatıyor. O sıralarda konservatuvar ve normal üniversite arasında ikilem yaşıyormuş. Okul’u izledikten sonra konservatuvara gitmeye karar veriyor. İnsan böyle örnekleri duyunca mutlu oluyor. Benim birinci önceliğim iyi bir hikaye yazmak. Gençken okuduğum kitaplardaki sihri yaşatmak. Diğer yandan, çok didaktik olmadan insanların hayatına dokunabilirsem bu da ayrı bir mutluluk sebebi.
Peki Güneş Hırsızları’nı film olarak düşündünüz mü hiç?
Düşünüyorum hâlâ. Ucuza da çekilebileceğini düşünüyorum. Çünkü teknoloji gerektiren birçok şey zaten, hikayede görünmüyor. Uzay kısmındakileri buradaki örgütün telsiz görüşmeleriyle öğreniyoruz. Savaş görüntülerini de görmüyoruz. Ki bu da yapılamayacak şeyler değil Türkiye’de. Bir de çizgi roman olabilirmiş gibi geliyor bana.
Filmlerden ve çizgi romandan bahsetmişken; günümüzde görselliğin öne çıkarılması, hayal gücünü baltalıyor mu sizce?
Bu çıkmazı en çok bilgisayar oyunları alanında görüyorum. Yeni üç boyutlu oyunlar var örneğin. Biz eskiden iki çizgiye bakar, o çizgilerde uzay gemisi görürdük, arada giden kare bir ateş topu olurdu, şimdi ise hayal gücüne hiç yer bırakmıyor bilgisayar oyunları. Sinemada da CGI teknolojisinin ilerlemesiyle hayal gücüne yer bırakmak kalmadı. O yüzden romanlar ve öyküler hâlâ hayal gücümüze egzersiz yaptırabileceğimiz tek yer ve hayal gücü bence hayati bir ihtiyaç. Yemek yemek ya da nefes almak gibi. Doğduk. Kısıtlı bir zekayla hayatı algılamaya, kendimize bir yol biçmeye ve bu büyük bilmeceyi çözmeye çalışıyoruz. Onu çözmeye çalışırken de bize yardımcı olabilecek iki şey var: Bilim ve hayal gücü.
Sadece bilim neden yeterli olmuyor?
Bunun çok sebebi var. Öncelikle bilim her şeyi açıklayamayacak. Mesela ölümden sonrası her zaman muallak olarak kalacak. Hayatın anlamı ve kendi hayatımızın anlamı da. Bilim ve teknoloji belki bir gün başkalarının düşüncelerini okumanın yolunu bulacak ama hiçbir alet bunu Dostoyevksi gibi kağıda dökemeyecek. En önemlisi de, hayata dair gizemlerin hepsi aydınlatılsa bile insan aklına yeterli gelmeyecek, hep “bundan ibaret olmamalı, daha fazlası olmalı,” diyeceğiz. İlk insan da rüya görüyordu, şimdiki insan da. En uzak gelecekte de insan rüya görmeye devam edecek. Ben gerçekten hayal gücünün bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu ihtiyacı fark edenler dinlerle, kişisel gelişim safsatalarıyla bu açığı istismar ediyorlar. Ursula Le Guin şöyle der: “Eğer ejderhalara inanmıyorsanız, hayal gücüne inanmıyorsanız, inandığınız şeyler müzelerdir, bombalardır ya da borsadır.” Zaten dünyanın halinden aslında onlara inananların çoğaldığını ve böyle bir dünyada yaşadığınızı fark ediyorsunuz.
Hüseyin Kesim
hkesimm@gmail.com
Görsel: Aslı Yazan
Yeni yorum gönder