Korkuyla gülen senaryolar
İnsanın tümüyle kendine ait bir yaşam kurma isteği, kendinin bilincinde olma, varoluşunu gerçekleştirme arzusunun bir tezahürüdür. Bunun için gerekli koşullar sağlanamadığında yaşam denen şey bitmek bilmeyen bir mücadeleye dönüşür. Gaye Boralıoğlu’nun Hepsi Hikâye adlı eserinde bu mücadele ortasında yalnız kalan bir kadının kaygılı, sancılı yaşamından kesitler mizahi bir anlatımla verilmiştir.
Hepsi Hikâye’nin kadın anlatıcısı, her ne kadar zor olsa da, kendine ait bir yaşam kurmayı başarabilmiş ancak duvarlarını kendi ördüğü bir eve hapsolma pahasına, yaşamını dışarıdan gelen tüm tehlikelere karşı koruma mücadelesindedir. Öykü kişisi bu koşullarda, toplumsal normlara pek de uygun olmayan yaşamıyla, kendini her an tehlike altında hisseder. Üzerindeki toplumsal baskı arttıkça kaygısı da artar. Hepsi Hikâye’deki tüm öykülere sinen bu kaygı, öykü kişisinin hareket alanını kısıtlar, gittikçe yalnızlaşmasına sebep olur. Benliğini ve yaşamını yitirme korkusu iç dünyasını paranoyalarla, anksiyeteyle, kuşkuyla zehirler. Bu yalnızlığın etrafında trajikomik hikayeler gelişir.
Hepsi birbiriyle bağlantılı olan öykülerde, anlatıcının diğer insanlarla kurduğu tüm ilişkiler çoğu zaman kendi iradesinin dışında gerçekleşir. Eşiyle evliliği, ona hayır diyememesinin bir sonucudur örneğin. Rahatsız olsa da yardımcısı Nebahat daima haklıdır, ona da hayır diyemez. Oldukça yalnız olduğundan sürekli kurgulamak, birazdan başına gelecekler hakkında tahmin yürütmek, kötü ihtimalleri tek tek sıralamak vd öykü kişisi için olağan bir durumdur, kitap boyunca devam eder. Küçük felaket senaryoları halini alır.
Kitaptaki diğer kişiler, yalnız yaşayan öykü kişisinin yaşamına dahil etmediği, adeta kendisini koruduğu kişilerdir. Özellikle erkekler, onun için kaygı unsurundan başka bir şey değildir. Üzerinde yoğun baskı kurarlar. Öykü kişisi “İnce Hesap”ta telefon etmek için dışarı çıkan sevgilisine güvenmez, onun ne yaptığı konusunda türlü senaryolar yazar, kaygılanır, şüphelenir, sevgilisini öldürmek ister. Sevgilisini kaybetme korkusu onu intihara meyilli biri haline getirir. “Uçuk” adlı öyküde, biriyle ilk kez yemeğe çıkacakken dudağında çıkan uçuğunu kapatmak için uğraşır, beğenilmeme kaygısıyla tüm geceyi ıstırapla geçirir, konuşamaz, gülemez. “Sucuk Fiyatı”nda işle ilgili fikir bulamadığı için kovulacağını düşünür, patronunu tedirginlikle izler, kovulma kaygısıyla karşısında korkudan saçmalar. “Mutlu Son” da ise aynı kaygıyı prodüktöre karşı duyar. Üç ay evli kaldığı, aynı yerde çalıştığı eski eşinin bakışlarından da tedirgin olur. Öykü kişisinin yaşadığı en büyük korku “Zehir Gözlü Beyaz Yüzlü” adlı öyküdedir. Evine gelen tesisatçı tarafından tecavüze uğrayacağı korkusuyla türlü oyunlar oynar. İmza istemek için gittiği garip komşusunun evinde de aynı korku sebebiyle paniğe kapılır, kendini dışarı atar. Kişinin gitgide artan yalnızlığı, kaygılarını kuvvetlendirir. Bazen de kaygı unsuru başka bir kadındır. “Haklı Nebahat”ta evine yıllardır temizliğe gelen Nebahat’tan korkar öykü kişisi, Nebahat çoğunluğun gözünde olunması gereken kadın özelliklerinin çoğunu taşır. İyi yemek yapamadığı, evi temiz tutmadığı, saçlarını döktüğü için Nebahat tarafından azarlanır. Öyle ki korkudan o gelmeden yemek yapmaya çalışır, evi toparlar. Yine de Nebahat’a kızamaz, hayır diyemez. Sonunda hep Nebahat haklıdır.
Hepsi Hikâye’nin asıl dikkat çekici noktası ise, tüm bu kaygıların, kuşkuların vardığı noktanın mizah olmasıdır. Hepsi Hikâye’nin çoğu öyküsünde kaygı düzeyi arttığında kara mizah devreye girer. “Zehir Gözlü Beyaz Yüzlü” adlı öyküde eve gelen tesisatçıdan korkan anlatıcı, onun dışarı çıkmasını fırsat bilerek yalnız olmadığı izlenimi yaratmaya çalışır. Birçok kadın için gerçekten gerginlik yaratan bu durum Gaye Boralıoğlu’nun anlatısında mizahi bir havaya bürünür. Anlatıcı hemen iki kahvaltı tabağı hazırlar, ekmekleri ucundan ısırır, havluları, terlikleri ikiye çıkarır. Ancak yatağı tek kişiliktir. Çerçeveye eşi diye koyduğu fotoğraf gazetedeki bir ünlüye aittir. Başına gelecekler hakkında türlü senaryolar yazmaya başlar ve kendini kurtarmanın yollarını arar.
Mizah zihni rahatlatmanın en bilindik yollarındandır. Hepsi Hikâye’de de korkudan, panikten, paranoyadan ve baskıdan kurtulma, acıyı hafifletme yolu olarak kullanılan mizah ve uydurma anılar, “Mutlu Son”da dikkat çekici bir hal alır. Bu öyküde senaryo yazmaya çalışan anlatıcının bulduğu fikirler, sonlar detaylıca verilir. Son öykü olan “Mars’ta Hayat”ta ise benzer senaryonun adı hatırlanamayan bir Fransız filmine ait olduğu söylenir, sonu da çok acıklıdır. Eser boyunca kullanılan abartılı ve mizahi anlatımın gerçekliği kimi zaman sarstığına bir örnektir bu iki öykü arasındaki bağlantı.
Yalnızlığın ve kaygının doğurduğu küçük senaryolar güzel mutlu sonlara erişsin diye uğraşır anlatıcı, elindekileri kaybetme korkusu, onu aşırı kaygılı hale getirse de yaşadıklarında daima gülünç bir yan bulur. Hayatının “en lezzetli yanlarını” gözden geçirmeye çalışır. Zihni korkuyla güler onun bu haline. Hepsi Hikâye’de korkuya esir olmuş bilinç daima mizahla renklendirilir.
Damla Şengül
damlasengul2@gmail.com
Aksayan bir şey var
Gaye Boralıoğlu’nun Aksak Ritim romanı, Dolapdere’de yaşayan bir Çingene kızı ile Mecidiyeköy’de oturan bir şoför arasında mekik dokurken İstanbul’un da pek çok semtini bünyesine alıyor. Biri alt biri de orta kesimden iki karakterin buluştukları bu kitap,“yoksulluğun ortasında, hayallerin aynasında bir samanlık seyranı” olur.
Her insan, oluşumu sırasında belirli toplumsal, çevresel ve kalıtsal yasalardan etkilendiği gibi bunlara gösterdiği dirençle de kendini belirler. İnsan doğası bu çarpışmalar ve onların sonuçlarıyla giderek karmaşıklaşan bir yapı meydana getirir. Sıklıkla dile getirilen “İnsan nedir?” sorusuna dair bir cevap arayan sanat da bunların izlerini taşır. İşte tam da bu noktada Aksak Ritim’in karakterleri, sayılan unsurlarla iç içe geçerken onlara karşı gelişleri, ortak oluşları ve çelişkileriyle var olurlar. Çingene kızı olan Güldane, bir yanda ondan beklenen davranışları sergiler; dans edip göbek atarken ya da çiçek satarken bir yandan da tüm bunlara karşın içinde barındırdığı dişil gücü kontrol altına alır; kendisinin her şeye teslim olmadığını göstermeye çalışır. Kendisine yapılan hiçbir davranışı unutmayıp gerektiğinde sağlam bir şekilde intikamını da alır. Bir trafik kazası geçirdikten sonra taksi şoförlüğü yapan Halil ise hayatını halüsinasyon ile gerçekler arasında geçirir. Belki her insan gibi o da hayatın nerede başlayıp nerede bittiğini, neyin gerçek neyin hayal olduğunu bir türlü ayırt edemez. Geçmişi şimdi ile iç içe geçer.
Kitaptaki karakterlerin belirleyici özellikleri, çevreleri ve büyüdükleri ortamla uyumludur. Güldane, Yunus, Cevdet ve Safiye insanın hemen aklında canlanıveren birer “çingene” tiplemesidir. Onları diğerlerinden ayırt edici vasıflar neredeyse yok denecek kadar azdır. Yunus, kız kardeşine olan bağlılığıyla, Güldane ise olanlara karşı verdiği sert ve mizacına uygun tepkilerle diğerlerinden ayrılırlar ancak hepsinde müziğe olan eğilim, sürekli göbek atma isteği, mahallelinin diline düşmeme arzusu vd ortaktır. (Aslında karakterlerin sürekli beklenen davranışları yinelemesinin, onların gerçekçiliğini zedelediğini söylemeliyiz.)
Metnin iki ana karakteri; Güldane ve Halil... Güldane, çiçekçilik yaparken kendisiyle eğlendiğini düşündüğü Halil’in büyük bir trafik kazası yapmasına neden olacak kadar gözü kara bir kız; Halil ise kendisine ne yapılırsa yapılsın sevgisinden vazgeçmeyecek bir delikanlı. Her ikisi de roman boyunca bu davranışlarını terk etmezler. Yazarın onlara yüklediği bu unsurlar, seçimleri konusunda da belirleyici özellik olarak kendisini gösterir. Karakterler üzerine inşa edilen romanda bu ayrım sürekli olarak belirir. Güldane ile Halil’in çatışmaları ve yakınlaşmaları, okuyucuyu da sürekli yolculuklara çıkarmaktadır. Bir yandan Halil’in Beşiktaş’tan aldığı yolcuyu Sarıyer’e götürüş sahnesi akarken hemen ardından da Güldane’nin Dolapdere’den Etiler’e gidişi yer bulur. Metinde her şey sürekli bir hareket halindedir. Duraklamalar, durup dinlemeler ve görüşler azalmıştır. Doğal olarak yazar da hareket unsurunu artırdığı miktarda düşünceyi azaltmıştır. Eylem ve söz her zaman iç içe değildir. Bu da aynı zamanda senarist olan Gaye Boralıoğlu’nun diğer yazınsal ürünlerinin etkisinin metne sızışını göstermektedir.
Kitapta mekan olarak pek çok yer geçiyor; Dolapdere, Mecidiyeköy, Etiler, Beşiktaş, Sarıyer... Bu semtler kimi zaman taksicinin penceresinden kimi zaman da hızla yürüyen kızın bakışlarından yansıtılır. Çok detaylı tasvirler yapılmamış olmakla birlikte, bu semt çeşitliliği, okuyucuya da İstanbul’da bir gezinti yaptırır. İstanbul, bu semtlerle beraber giderek canlı bir varlık haline bürünür.
Gaye Boralıoğlu’nun Aksak Ritim kitabı, seçtiği konuyla dili bağdaştırarak ilerleyen, dinamik, yer yer melodramlaşıp film sahnelerini akla getirecek denli görsele dayanan bir roman.
Abdullah Ezik
abdullahezik@hotmail.com
Eli öpülesi “mübarek kadınlar”
“Suskunluk bu toprakların tabiatında var. Gizlenmiş, saklanmış, anlatılmamış o kadar çok hikâye var ki.” Gaye Boralıoğlu'nun Mübarek Kadınlar ile ilgili Radikal Kitap’ta yayımlanan röportajından aldığım bu kısım, kitabın ortaya çıkış amacını da açıkça belli ediyor. Yazar, on üç öyküden oluşan kitabındaki her öykü kişisine büyük bir saygı besliyor. On üç öykü kişisinin acısını ve bu acıların ne kadar da gözümüzün önünde yaşandığını anladıkça yazarın saygısına hak vermemek mümkün değil. Birilerinin karısı, birilerinin hizmetçisi ya da çocukluk aşkı olan bu kadınların farklı farklı hikayeleri... Hayatın hızlı akışı için görünmez olan bu kadınları hayatları yalnızca travmatik bir olayla değiştiğinde umursuyoruz. "Pilavcı Karısı"nı yüz yirmi üç kişinin ölümüne neden olmadan önce kim dinlerdi? Her gün yüzlerce dittiği tavuğu, kazanlarca yaptığı pilavı ama buna rağmen yine de kocası tarafından hor görülmesi kimi ilgilendirirdi? Görünmez olan bu kadınların öyküleri farklı farklı olsa da, onları bir araya getiren, onlara “mübarek” sıfatını kazandıran bir ortaklıkları var: Dirençleri.
İlk öykü "Muamma", susmak zorunda kalmış bir kadının iç dünyasını gösteriyor bize. Öykü kişisi konuştukça eşi Mükerrem Bey'in onun için ne kadar yanlış bir eş olduğunun farkına varıyoruz. “Mükerrem Bey acaba onu seviyor mudur?” Çünkü hiç söylememiştir. “Daha hayat dolu biriyle evlense hayatı daha farklı olabilir miydi?” gibi sorularla oyalanır öykü kişisi... Onun dramı hayatın akışının kendi kontrolünden çıkmış oluşudur. Yıllanmış ritüellerin değiştirilmesine imkan yoktur ve öykü kişisi muammalar içindeyken öykü adına yakışır şekilde bitirilir. Benim içinse, Mübarek Kadınlar’ın en akılda kalıcı öykü kişisi "pilavcı karısı." Anlatının derinliğiyle “pilavcı karısı”nın tavukları kaynatırken eve dolan koku neredeyse duyumsanır. Yıllar boyu tavuk ditmekten perişan olan eller gözümüzün önündedir. Ve tıpkı "Muamma"da olduğu gibi hayatın dur durak bilmez tekdüzeliğine karşı koyamayan bunun içinde sürüklenip giden bir karakterdir “pilavcı karısı.” Hayattaki tek görevi pilavcının karısı olmaktır. Bu nedenle yargılanır. Yüz yirmi üç kişinin ölümü gibi travmatik bir olayın içine karışmasa tavuk ditmekten ne denli nefret ettiğini asla öğrenemeyeceğimiz, göz ardı edilmiş bir kadındır.
"Ömrüm Oldukça" ve "Hayal Alemi" öykülerinde de ortak bir kadın karakterle karşılaşıyoruz: Nurhayat. Kadın, bu kez bir çocukluk aşkı, komşu abla misyonuyla karşımıza çıkıyor. “Ömrüm Oldukça” öyküsünde küçük bir çocuk olan Harun'un gözünden mükemmel bir betimlemeyle anlatılan Nurhayat Abla'nın hayatı çocukluğun bitimiyle değişime uğruyor. İkinci öyküde "Ömrüm Oldukça"nın küçük öykü kişisi büyüyüp yetişkin yalnız bir adam haline dönüşünce Nurhayat Abla'nın kocasını öldürme haberinin masumiyetin kaybediliş anı olduğunun farkına varıyoruz. Çünkü o günden sonra hiçbir kadın, öykü kişisinin gözüne Nurhayat gibi gözükmez ve bir daha asla çocukluğunda Nurhayat Abla'yı gördüğü zamanlardaki kadar mutlu olamaz. Bu öykü aslında çocukluğa olan özlemin haklılığını kanıtlar nitelikte.
Mübarek Kadınlar, kendi kabuğuna çekilmiş, acılarını kendi içlerinde yaşayan kadınlardan, acılarını siyasi-toplumsal meseleler üzerinden yaşayan kadınlara doğru evriliyor. Bu değişim "Koparmabeni" ile başlıyor. "Koparmabeni"de iki tür dram hüküm sürüyor. Birincisi, öykü kişisinin muammalar içinde bir mahkum oluşu, ikincisi ise öyküde sezilen çocukluk özlemi. Öykü kişisinin mevcut durumunu babasının çocukken anlattığı masallarla iliştirerek anlatması, gerçeklerin acısını çeken karakter için bir avunma yolu adeta. Öyküde paralel bir şekilde ilerleyen masal ve öykü eşzamanlı olarak sonlanmaz. Öykü içindeki gerçek olaylarla birebir örtüşen masal, anne ve babanın küçük kızlarını kara ülkeden kurtarmalarıyla son bulur. Bu güzel son, mahkum öykü kişisi ve öykünün sonu için bir umut ışığı doğurur. Öykü kişisinin merakla beklediği babasıyla görüşme anında babasının ağzından çıkacak tek bir söz "Kara Ülke"den kurtulmasına gerçekte de yardım edecekken babası suskun kalır. Böylece, öykü kişisi masallardan sıyrılarak çocukluğundan aşağıya son hız düşer ve gerçekliğe çakılır. Babasının sayesinde kazandığı cesaretini, babasının gözlerinde yitirir.
Gaye Boralıoğlu, acıları, özellikle kadınların yaşadığı acıları anlatırken her öykü kişisinin toplumun bir kesimini temsil etmesine dikkat etmiş. Özel acılardan yola çıkıp anlatımını derinleştirerek daha geniş acılara, daha çok kişiye ulaşmış. "Pepuk Kuşu" ve "Ninni" isimli öykülerde bu durum açıkça belli oluyor. "Pepuk Kuşu"ndaki babaanne karakteri örneğin, acılar çekmiş bir toplumun izdüşümüdür. "Ninni"deki Arev, "Arevliğini" ve Ermeni oluşunu unutamıyor ve buna sıkı sıkıya sarılmış halde karşımıza çıkıyordur.
Mübarek Kadınlar, aşina oldukça önemsizleşen kadınların dramını, gerçek anlamıyla görmemizi sağlıyor.
Ezgi Bilgi Gümüş
ezgibilgigumus@gmail.com
Meçhul’ün ardından
“İki yüzyılın büyük bir gürültüyle bir araya geldiği yıllarda, dünyanın en kalabalık kıtası ile dünyanın en zengin kıtasının birleştiği bir ülkede, İbrahim adında biri yaşadı. İbrahim garibandı. Ama biraz da acayipti.” (s. 7)
Meçhul, Gaye Boralıoğlu’nun fotoğraflardan yola çıkarak yazdığı bir roman. Çoğu ümitsizliği, sessizliği, bahtsızlığı andıran fotoğrafların sahibi ise Manuel Çıtak. Yazar, kitabın her bölümünün başına bir fotoğraf ekliyor ve onların hikayesini yazıyor. Eski, yıpranmış bir koltukta oturan bir adam, İbrahim’in taşıyıcılık yapan abisi oluveriyor. Boş bir oda, İbrahim’in kaldığı bir otel odası; motorsikletin üzerine oturmuş birisi, İbrahim’in bir süre yanında çalıştığı motor tamircisi oluyor... Romanın malzemesini biraz da fotoğraflar oluşturuyor.
Hikayelerin birleştiği tek nokta İbrahim. Ancak İbrahim’in sesi romanda yok. Hikayesini ondan dinleyemiyoruz. İbrahim’in öyküsünün her anlatıcı tarafından yeniden yazılması, anlatıyı, romanın temel meselesi olan “meçhul”lüğe götürüyor. Onu tanıyanlar, gazetecilere verdikleri cevaplarla bir yandan İbrahim’in hayatını, bir yandan kendi hikayelerini yaratmış oluyor. Onların da ortak noktası “bahtsızlık.” Gaye Boralıoğlu, İbrahim’i merkeze almış gibi dursa da bahtsız, kadersiz, herkes gibi yaşayamayanların hikayeleri ön plana çıkmış oluyor aslında. Kendi hayatının söz sahibi olamayan Seda Sayar, Rüya, Meliha, Salih, İbrahim… Lağımlar, silah sesleri, kuyruk yağı kokuları, mezarlıktaki yaşamlar, ensest ilişkiler, adı konmayan ilişkiler, dövüşerek para kazananlar, onları izlemekten zevk alanlar, kan kokulu mahalle… Sıra dışı şahısların, tekinsiz mekanların, yaşamın hızla kokuşması, çürümesi ve aynı devinim içinde tekrarlanmasının öykülerini okuyoruz. Böyle olunca anlatının çerçevesine “underground” bir yapı hâkim oluyor ve dil de ona göre şekilleniyor. Bu nedenle Gaye Boralıoğlu, anlatıcıların hepsini aynı dilde konuşturuyor: Sokak dili. Romanı okurken bu aynılık bir sorun gibi dursa da karakterlerin halleri üzerine bir bütünlük oluşturuyor. Hepsi kaderlerine sövüyor. “Söverek” var olacaklarını düşünüyorlar.
Gaye Boralıoğlu’nun fotoğraf okumalarından yola çıkarak yazdığı bu roman aynı zamanda “Meçhul” adlı bir sergiye dönüşmüş. Romandan bazı metinleri de Zuhal Olcay, Bora Akkaş, Altan Erkekli seslendirmiş. Manuel Çıtak’ın objektifi ile Gaye Boralıoğlu’nun dilinin birleştiği Meçhul “arka sokak”lardaki insanların yaşantısına kamera tutmuş.
Yeşim Esin Hamamcı
esinhamamci@windowslive.com
Gaye Boralıoğlu ile söyleşi:
“Bildiklerimiz, aslında birilerinin bilmemizi istedikleri”
Öncelikle hem yazar hem de senarist kimliklerinizin bir aradalığından başlamak istiyorum. Bu iki kimliğin sizdeki uyumu nedir? Yararını ya da zararı gördüm, diyebilir misiniz? Sanki Meçhul'de ikisi bir bütün gibi.
Şu benzetmeyi kullanırım bana bu soru sorulduğunda: Film karanlıkta izlenir, kitap okumak için ışığa ihtiyaç vardır. Sinemanın net kuralları vardır, en deneysel olanının bile! Sinema izleyicisi karanlıktadır, kaybolmak, dağılıp gitmek istemez, tutunmak ister. Edebiyat okuru ise aksine göç etmek arzusundadır. Kurallara ihtiyaç yoktur, uçar, koşar, nefes alır, susar… Edebiyat, serbestliktir. Ben iki alanın içinde de varoldum ve uzun yıllar ikisini de ürettim. İki ayrı yazım alanı bir bünye içinde bulununca mutlaka birbirinden etkilenir. Meçhul için de, Aksak Ritim için de, çeşitli öykülerim için de hep şu lafı duymuşumdur: Okurken sanki film gibi izledik. Ben yazarken de öyle yazıyorum. Yani tamamen film gibi gözümün önüne geliyor, sahneler, karakterler.
Senaryo yazarı olmak biraz zamanla, özgürlükle savaşmak gibi bir şey... Yani sanki bu konularda biraz kısıtlayıcı. Sizce de öyle mi? Mesela yazmanıza engel oldu mu hiç bu durum?
Yok o açıdan bir problem olmadı. Kitap yazarken, öykü ya da roman, onun ritminde ilerliyorum. İşte, dört yıldır senaryo yazmıyorum ama öncekine göre daha fazla kitap üretmiyorum. Ama zamanım olduğu için daha çok okuyorum, yazdığım metinler üzerinde daha çok uğraşıyorum, daha uzun süre demliyorum. Dolayısıyla niceliksel olarak değil belki ama nitelik olarak etkilemiş olabilir.
Aynı zamanda felsefe ile de bağınız var...
Üniversitede felsefe okudum, sonra da okumalarımı sürdürdüm. Aklımı, dünya görüşümü etkiler felsefe okumak. Beslenirim, kendimi daha iyi hissederim. Bazen bazı şeyleri anladığımı bile sanıyorum. Gerçi sonra o duygu kayboluyor, ama bütün bu dalgalar edebiyatla uğraşırken kendimi daha iyi hissetmeme neden oluyor.
Kitaplarınızdan yola çıkarak şunu diyebilirim: Meselesi olan bir yazarsınız?
Ne bileyim, böyle söylüyorlar. Dertli biriyim evet. Dünyada çok mesele var, adaletsizlikler, kan revan, sömürü, alçaklık, rezillik… Haberlere bakıyorsun ve insan olduğundan utanıyorsun. Dünya tarihinin karanlık bir dönemindeyiz. İnsan nasıl görmezden gelir olanları bilmiyorum. Dertleri zevk edinmiyorum da, derman arayışı ister istemez oluyor.
Aksak Ritim'de de, Meçhul'de de çerçeve konular güncelden kopuk değil; cinsellik, yalnızlık, aile, varoluş, sınıfsal kimlik... Dolayısıyla toplumsal hayata dair de göndermelerde bulunduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Bunlar güncel konular mı, bana öyle gelmiyor. Dünya tarihinin her döneminde insan zihnini meşgul eden başlıklardan bahsediyorsunuz. Gezi’yi, İslami radikalizm gibi meselelerle uğraşsam o zaman güncel konulardan söz etmiş olurum ama bence edebiyat demlenmeye ihtiyaç duyar. Günceli edebiyatta konu etmek hiç kolay bir iş değil, çiğ durur genellikle, ben burada yabancıyım diye bağırır. Son dönemde bunun örnekleri de var. Ben güncel olanı değil ama toplumsal olanı zaman zaman konu ediyorum yazarken. E, fikriniz neyse zikriniz de odur.
Meçhul için, “edebiyat, fotoğrafın içinden geçerek gerçeğe ulaşıyor,” denilmiş arka kapağında. Bu gerçeğe ulaşırken neler yaptınız? Kitabı yazarken fotoğraflardan yola çıkmış olmanız oldukça ilgi çekici çünkü...
İşte, içinden geçtim. Manuel’in (Çıtak) çektiği fotoğraflardaki insanların kalbini yokladım. Tanıdığım insanlar onlar… Suskun, yandan çarklı, biraz sahtekar, çokça mağdur, feleğin çemberinde dolanan insanlar işte. Sırları var, söylemeye çalışıyorlar olmuyor. Ne sırları öğrenebiliyorsun, ne hakikati. Meçhul nerede duracağı belli olmayan büyük bir salıncak gibi. Koca bir soru işareti. Bildik ahvalimiz aslında.
Romanlarınızda en önemli unsurlardan biri de kuşkusuz, anne. İkisinde de çocuklarından uzak kalmış, çocuklarıyla hesaplaşma halinde olan anne var. Bunu yapmanızdaki neden, annenin çocuğun hayatındaki yerini sorgulamak mı? Ya da anne yoksunluğunun hiç onarılmayacak olması mı?
Özel olarak annede odaklanmaktan ziyade benim derdim aile. Dayatılan, ön kabullerle çerçevelenmiş, içinde insanların bir nevi hapis hayatı yaşadığı, rezilliklerin halı altına süpürüldüğü haliyle aile. Meçhul’deki İbrahim de, Aksak Ritim’deki Güldane ve Yunus da aslında aileleri tarafından yaralanmış çocuklardır ki, en derin yaralarımızı aslında ailelerimizden alırız.
Meçhul'deki İbrahim de, Aksak Ritim'deki Güldane de farklılıklarının kurbanı olmuş kişiler: İbrahim daha ilkokula giderken öğretmenine "zaman durur mu?" diyerek ortaya koymuştur bu farklılığını; Güldane ise, on beş yaşında olmasına rağmen güzelliği, çekiciliği ve aklıyla. Her ikisi de yok ediliyor sonunda toplum tarafından...
Şimdi böyle sorunca şu sonucu kabul etmek zorunda mıyız: Farklı olursan, yok olursun. Bu klişeye düşmek istemem. Siz öyle okumuşsunuz ama başka biri her iki romanın da sonunu farklı şekilde okuyabilir. Dikkatle bakarsanız, her iki romanın finalinde de bir başkaldırının, isyanın gizlendiğini görürsünüz. Ama özellikle finallerde altı çizili büyük cümleler etmeyi sevmem. Asıl söyleyeceğim şey mutlaka bir örtünün altındadır. Kaldırıp bakın, başka şeyler görebilirsiniz.
Romanlarınızda işlediğiniz temel sorunlardan biri de kadının toplum hayatındaki yeri. Meçhul'de kuma olan, zorla evlendirilmek istenen, ailesinin baskısı nedeniyle sevdiğiyle evlendirilemeyen kadın var. Aksak Ritim'de ise, zengin olduğu gerekçesiyle evlenen, çekiciliğiyle mahallelinin kadınlarının bile diline dolanan kadın. Benzer mesele Hepsi Hikâye adlı kitabınızda da var. Üstelik bu sefer mizahla yoğrulmuş şekilde. Bu noktada mizahı bir nefes almak gibi mi gördünüz, yoksa kendiliğinden mi gelişti?
Ne bu dünyayı, ne de kendimi tam manasıyla ciddiye almıyorum. Salt ciddiyet durağanlaştıran, sınıflayan bir şey. Insan ciddileştikçe özgürlüğünü kaybediyor aslında. Yazar kendisiyle de, yarattığı karakterlerle de dalga geçebilmeli. İroni hayatın kırıklarını görmemizi sağlar. Uçarılık güzeldir.
Mübarek Kadınlar'da ise zaman zaman tarihin acı zamanlarına da döndüğünüzü görüyoruz: İşkenceler, soykırımlar, fikir özgürlüğüne vurulan darbeler... Edebiyatın bu olaylardan beslenmesini önemsiyorsunuz sanırım…
Hakiki tarih yazılmıyor. Bildiklerimiz, aslında birilerinin bilmemizi istedikleri. Bu coğrafya çok travmaya sahne oldu. Biraz kurcaladığımızda kişisel tarihlerimizin altından da çıkıyor bu travmalar. Biz görmezden gelmeye ve unutmaya pek meyilliyiz. Oysa konuşulmadıkça, üstü örtüldükçe o travmalar tekrarlanıyor. Edebiyatçıyım, elimde kalemim var. Yani bir imkan var. Bunu ezilen, yok edilen, adaletsizliğe uğrayanlar adına kullanmak boynumun borcu.
Peki ya şimdi yaşadıklarımız, bir gün yine sizin kaleminizde yer bulacak mı?
Öyle düşünüyorum. Ama hep söylüyorum, edebiyat demlenmeye ihtiyaç duyar. Gazetecilikten de, tarih yazıcılığından da farklıdır. Telaşa gelmez. Acelem yok, nasılsa yazarım.
Son olarak, hikaye ile başlayıp iki romanla devam edip en son yine hikaye ile okuyucu karşısına çıktınız. Bundan sonra bizleri hikaye mi bekliyor, yoksa bir roman mı?
Yeni bir roman yazıyorum.
Yağmur Yıldırımay
yagmuryildirimay@gmail.com
Görsel: Aslı Yazan
Yeni yorum gönder