Chapman ve Maclain Way kardeşlerin yönettiği Wild Wild Country altı bölümlük belgesel dizi, Hintli guru Bhagwan Shree Rajneesh tarafından 1980’lerde kurulan Rajneeshpuram şehrinin hikâyesini anlatıyor. Bhagwan Shree Rajneesh ve kendilerine Rajneeshee’ler adını veren müritleri, günün birinde Oregon’da bir çölün ortasında yer alan 263 bin kilometrekarelik (akıl alır gibi değil) bir araziyi satın alıyor ve 100 milyon dolar harcayarak orayı hayallerindeki şehre dönüştürüyorlar. Ressam, müzisyen ya da yazar olan iyi eğitimli ve zengin 80 bin kişinin yaşadığı bu şehirde evler, okullar, bahçeler, tarlalar, kafeler, restoranlar ve bildiğimiz şehirlerde olan bütün diğer unsurlar var ama Rajneeshee’ler bununla yetinmiyor ve bir baraj inşa ederek kendi elektrik sistemlerini de kuruyorlar. Başlangıçta portakal rengi kıyafetler giyerken, sonraları kendilerini diğer insanlardan ayırt edilebilir kılmak adına kırmızı, mürdüm rengi ve pembe kıyafetler giymeye başladıklarını da öğreniyoruz.
Ardından “spiritüel öğreti” adı altında dolap üstüne dolap çevirmekten geri durmayan yapay cennet vaatkârı bu tür toplulukların değişmez rutinini takip ediyor ve önce sanat dünyasını, sonra Hollywood’u ele geçirme planlarını uygulamaya başlıyorlar. Rajneesh’i “spiritüel âlemin Wittgenstein’ı” diye tarif eden Alman felsefeci Peter Sloterdjik ile Parfümün Dansı’nın yazarı Tom Robbins en istikrarlı müritler arasında. Pasolini’nin Teorema’sında ve daha birçok önemli yapımda rol alan İngiliz aktör Terence Stamp ve Huffington Post blogunun sahibi Arianna Huffington da bir dönem Rajneesh’in çekim alanına kapılanlardan. Francis Ford Coppola’nın The Godfather filminin Oscar ödüllü yapımcısı Albert S. Ruddy ile sonradan Ma Prem Hasya adını alan karısı Françoise Ruddy ise belki de en gözde -çünkü en güçlü- müritler.
Rajneesh için Los Angeles’ta bir villa satın alan, ona elmas bezeli bir saat armağan eden ve şerefine şampanyanın su gibi aktığı partiler düzenleyenler de onlar. Bu partilere Amerikalı ve Avrupalı über şöhretler akın akın geliyor ve hem topluluğun PR vitrinini oluşturuyorlar hem de varlıklarıyla Rajneesh’in dünya jet sosyetesine hızlı kabulünü sağlıyorlar. (Rajneeshee’leri oraya iten şey neydi sorusu kafamı çok kurcaladı, hangi boşluktan sızmıştı içeri Rajneesh ve bu neredeyse her şeye sahip insanların zihinlerini ve hayatlarını yönetebilmişti? Bu ücra çölde taş taşımak, inşaatçılık yapmak onlardaki hangi ihtiyaca karşılık geliyordu?)
Çölün ortasında inşa edilen Rajneeshpuram’ın hayati parçasından, Buddha’nın adını taşıyan devasa diskodan söz etmemek olmaz. Gündüzleri ağır işçi olarak çalışan Rajneeshee’ler geceleri burada dönemin ünlü DJ’lerinin müzikleri eşliğinde neon ışıkları altında sabahlara kadar dans edip ter atıyor, çılgınlar gibi eğleniyorlar. Hayat onlar için sonu gelmeyecek bir parti adeta.
Wild Wild Country’nin etkileyiciliğinin esas sebebi, yönetmen Chapman ve Maclain Way’in elinde 300 saati aşan muazzam bir film arşivi bulunması, dolayısıyla ikilinin büyük oranda gerçek görüntüler kullanmaları. Yaşananları gün be gün, an be an belgelemiş, muhataplarının kapalı kapılar ardında kalacağını sandığı konuşmalar, tartışmalar, kavga dövüşler, fısır fısır hesap kitaplar, toplu yemekler, sevişmeler de zamanı gelince böyle ortaya çıkmış. Yapay bir cennetin gittikçe gerçek bir cehenneme dönüşmesini izlemek ürkütücü.
Zaten onlar değil belki ama seyirci olarak bizler, çok geçmeden “sevgi, saygı, özgürlük” vaatlerinin ötesinde çok daha şeytani bir planın işleyişine şahit olduğumuzu fark ediyoruz. “Üstad” Rajneesh, sekreteri Ma Anand Sheela ve topluluğun diğer ileri gelen mensuplarının yerleşmek için çölü seçmeleri boşuna değil. Amaçları burayı siyasi olarak ele geçirmek ve ardından büyüyebilecekleri kadar büyümek, devlet içinde devlet kurmak. Ma Anand Sheela dünyayı ele geçirme arzusundan söz ediyor bazı konuşmalarında. Bir gece yola çıkıp Amerika’nın dört bir yanındaki şehirleri dolaşıyor, evsiz insanları otobüslere doldurarak Oregon’a getiriyorlar. Sırf bir gecede ev, iş, arkadaş sahibi olan bu insanlar yerel seçimlerde Rajneeshpuram’ın göstereceği adaya oy versinler diye. (İşleri bitince hepsini ilaçla uyutarak geldikleri yere göndermeleri de kalpsizliklerinin zirvesi.)
İkinci adımda planlarını gerçekleştirmek adına daha korkunç işlere girişiyorlar, bir suikastçı timi oluşturuyorlar. Kundaklama onlarda, bombalama onlarda, laboratuvarda ürettikleri salmonellayı yiyeceklere bulaştırarak bir gecede yüzlerce kişiyi zehirlemek onlarda. Çöküş dönemi, bu korkunç eylemlerin bir biçimde açığa çıkmasıyla başlıyor. Rajneesh’in sağ kolu olan ve hırs küpü Ma Anand Sheela ve arkadaşları özel uçaklarına atlayıp dünyanın farklı yerlerine kaçıyorlar, Rajneesh ise uzun bir yasal yargılama sürecinin sonunda 1985’te Hindistan’a postalanıyor. Kendi adıma belgeseli bazı eksiklerine rağmen etkileyici buldum, sadece 80’lerde Oregon’da yaşananları değil, sevgi, özgürlük ve barış vaatleriyle insanları sömüren diğer modern inanç gruplarını anlamak adına da önemli ipuçları içerdiğini düşündüm.
Yeni yorum gönder