L. Al-Zubaidi, M. Cassel ve N. C. Roderick'in Devrimleri Yazmak: Tunus'tan Suriye’ye Arap İsyanından Sesler kitabı (çev. Nesrin Demiryontan, Metis Yayınları) pek çok açıdan ilginç ve ufuk açıcı bir kitap ama özellikle “Devrimi nasıl yazmalı” sorusuna bir yanıt arayışında olmasından alınabilecek ilhamlar var gibi görünüyor. Kitabı tavsiye ettiğim herkese, "İsmine bakma, süper kitap," demek durumunda kalıyorum. İsmi, “Devrimler Nasıl Yazılmalı” ya da “Devrimleri Nasıl Yazmalı” da olabilirmiş diye düşündürüyor.
Kitabın önerdiği yanıt –kabaca– kişisel hikayelerin teorilerle, değerlendirmelerle, tarihsel bilgiler ve anlatılarla birlikte harmanlanmış, iç içe ve hiyerarşisiz bir şekilde verilmesi. “Kişisel olan politiktir”in politikanın yazılmasına da sızmasını içeren bir bakış. Öte yandan kitap bir genç kızın baş ağrısı hakkında da denebilir. Mısırlı genç Esma'nın baş ağrısı ya da çimlere uzanıp bir devrim hakkında blog metni yazan yazarlar hakkında bir araba kişisel hikaye içeriyor. Böylesi bir üslubun en büyük avantajı, okurun kendisini olayların içinde hissetmesini sağlaması; üstelik rastlantı eseri kendini olayların ortasında bulan bir turist anlamında olayların içinde değil, gerçek bir katılımcının ruh hali anlamında olayların içinde.
Aktivizm tüm dünyada birbirine yaklaştı. Birbiriyle konuşuyor. Nasıl biz ulus olarak daha fazla birbirimizle konuşuyorsak, çeşitli medyumlar aracılığıyla bugün uluslar da daha fazla birbiriyle konuşuyor. Bu konuşma chat'leşme şeklinde değil elbet ama “poma”laşma şeklinde mesela – “poma” gibi “buluş”ların başka ülkelere transfer olması anlamında. Peki sansürün ve otosansürün günümüzdeki hikayesini nasıl yazmalı? Kişisel hikayelerimizle nasıl kesişiyor sansür ve otosansür? En çok kılcal damara sahip platform olan internete yönelik total sansür denemelerinin anlamı ne ve sonuçları ne olacak?
İki taze gazetecilik kitabı
İnternetin 25. yılı. Twitter birbirimizi tanımamıza, birbirimizle aracısız iletişim kurmamıza da aracılık etti; giderek neredeyse toplum duygusunu güçlendirdi. Derken Twitter'dan kurduğumuz bu iletişimi, fiilen birbirimizi tanıyarak, bir üst seviyeye taşıdık. Nasıl Twitter'da bir “hiç kimse,” salt Twitter'da yaptıklarıyla bir “kimse,” hatta “hayli önemli ve etkili bir kimse,” en azından önemli bir Twitter-kimsesi olabiliyorsa; Gezi'de de katılımcılar, Gezi-öncesi kim olduklarından bağımsız olarak “orada o anda yaptıklarıyla” varoluverdiler. Kim oldukları, becerileri, bilgileri, ancak ütopyaya somut tercüme edilebildiğinde anlam kazandı.
İki taze gazetecilik kitabı, Mustafa Hoş'un Abluka'sı (Destek Yayınları) ile Mustafa Alp Dağıstanlı'nın 5 Ne? 1 Kim?'i (Postacı Yayınevi) gibi örnekler sansürü kendilerine yönelik, direndikleri bir baskı olarak tarif eden tanıklıklar. Ancak maruz kalanların değil de bilgi üreticilerinin deneyimleri. Son kullanıcının değil ama gazetecinin, medya çalışanının, suyun başını tutan bilgi konusunda diğer insanların aydınlatılmasına yönelik yazdığı kitaplar. Bir nevi, ülkedeki sansür hikayesinin WikiLeaks'i olmaya çalışan denemeler. Tabii başka çalışmalar da var ama bu tarzın faydaları, avantajları ve eksik-gediklerini konuşmak için bu ikisi iyi bir örnek bloğu oluşturuyorlar.
Hemen hemen herkes, telefonlarının dinlendiğini düşünüyor bugün. Bir Extramücadele örümceği* herkesin üzerinde, evinde, iletişiminde, internet başında geçirdiği saatlerde gezinmekte. Buna kameraları da eklemek lazım. Extramücadele’nin işi özellikle etkili. Her yerde gözetlemenin, bizim göremediğimiz ama yakalanabileceğimiz örümcek ağlarının mevcut olduğunu bilerek yaşamak deneyimi olarak karşımıza çıkmakta.
Devrimleri Yazmak'ta, Yasmine El Rashidi, Mısır'dan ve Mısır devriminden bahsederken devrime bir başlangıç tarihi arar ve şu ana soruyla yüzleşir: Devrim ne zaman başladı? Hangi olayı başlangıç tarihi alarak büyütmek, öne çıkarmak doğru? Alternatiflerden biri dikkat çekicidir: Hüsnü Mübarek'in iktidara geldiği gün! Mübarek'in devrilmesi, iktidara geldiği gün başlamış diye bakılabilir, demektedir Mısır. Bu perspektifi biz kendimize uyarladığımızda kafamız karışıyor; Dağıstanlı da yer yer değinmiş buna. Sansürün başlangıcı olarak AKP'nin iktidara geldiği günü almanın kendince bir mantığı var. Medyaya olan ilk müdahalelere direnilseydi bugünlere gelinmezdi, diyor Dağıstanlı. Öte yandan AKP öncesinde de sansür vardı elbet. Hem sansür hem de otosansür vardı.
Otosansür bir direniş stratejisine dönüşebilir mi?
Deneyimi yazmak ve anlamak için deneyimden uzaklaşmak, mesafe almak mı daha uygun bir yaklaşımdır, yoksa deneyimin tam içinden konuşmak, tam da deneyim anının ruh haline girmek mi? Otosansür bir direniş stratejisine dönüşebilir mi? Otosansürün insanın ifadesinin iptal olup kısılması, sıkışması değil de aksine daha güçlü bir konuşma biçimine dönüştürülebilir mi? (Bu konuda açıktan bir yazıyı Burak Delier, "Başka Bir Otosansür Mümkün" başlığıyla kaleme almıştı – Natama, Ocak-Mart 2013.)
Beatriz Sarlo, etkili kitabı Geçmiş Zaman’da (çev. Peral Bayaz Charum, Metis Yayınları) korkunç cezaevi işkencelerinden geçen insanların bu deneyimleri nasıl yazdıklarına ve nasıl anımsadıklarına bakar. Cezaevi deneyimini kendi geçmişine “mesafelenerek” tez çalışmasına dönüştüren Pilar Calveiro'yu inceler. Calveiro, “İktidar ve Kayıplar: Arjantin'de Toplama Kampları” adlı kitabını cezaevi ve işkence deneyiminin içinden değil, dışarıdan yazmıştır; birinci tekil şahıs kullanmaz, kendi işkence görmelerini anmaz, ben'i tamamen dışlar. Deneyiminin özyaşamsal boyutundan vazgeçer çünkü yaşadığı deneyimden fazlasını yazmak ve anlamak istemektedir.
Birbirine neredeyse taban tabana zıt bu iki tercihin çok belirleyici bir kavşak olduğunu söyleyebiliriz. Sansürden ve sonra ülkedeki yaygın otosansürden bahsedebilmek için kendi deneyimlerimize mi odaklanacağız, yoksa uzaklaşıp özyaşamsal olanı dışlayacak mıyız?
Büyük Japon şair Matsuo Başo, çam ağacını anlatmak istiyorsan çama git veya bambuyu anlatmak istiyorsan bambuya git, her iki durumda da kendinle öznel meşguliyetini bir kenara bırak diyordu. Kendinle öznel meşguliyeti bir kenara bırakmakta bir otosansür stratejisinin gömülü olduğunu görmek zor değil. Calveiro'nun, Sarlo tarafından öne çıkarılan cezaevinde işkence incelemelerinde de benzer bir durum var; kendi çığlığına, öfkesine, acısına ifade yasağı koyan bir otosansür mekanizmasını yazar acıyı anlatmak için en doğru yol olarak önermektedir buralarda. Başo'nun önerisi, devrimi yazmak için devrime git diye tercüme edilebilirse eğer, devrimleri yazarken öznelliğini bir kenara koy demektedir. Peki kişisel olanın politikliği ne olacak?
Yaşanan kötü, acı deneyime tanıklık etmek, gündeme getirmek, hatırlatmaktan ötesi deneyimi anlamak olduğunda öznelliğin geri çekilmesi ve direniş olarak otosansür önem kazanıyor gibi. Deneyimin aksettirilmesi, paylaşılması, şebekeye dahil edilmesi, yok sayılmaktan kurtarılması ve siyasi bir ifadeye dönüştürülmesi sözkonusu olduğundaysa kişisel olan politiktir şiarı çalışıyor. Devrimleri Yazmak kitabını okuduğunuzda yakın dönem Arap devrimlerini en iyi şekilde anlamıyorsunuz çünkü hemen hemen hiç otosansür yok!
Mesafe-mesafesizlik ikilemini, WikiLeaks ve yurttaş gazeteciliği üzerinden alternatif medyayı da kat ederek, sansür-otosansür tartışmalarının gazetecilik/haber boyutunu ele alabiliriz.
Perde arkası işleyişler
Sosyal medyada her bireyin bir gazeteciye, bir haber kaynağına, dahası bir yorum kaynağına dönüşmesi ya da potansiyel olarak dönüşebileceği bilgisi, internetten radyo-televizyon yayıncılığı gibi aşağıdan alternatiflerin mümkün hale gelmesi ve diğer yurttaş gazeteciliği örnekleri bilginin oluşumunda yetkililerin otoritesini sarsan müthiş gelişmeler. Sadece ehliyet sahibi olanlar, gazeteciler ve diğerleri değil, tümüyle ehliyetsiz olanlar, yani herkes, ama yetkiyi kendi kendine verenler, parrhesiatik bir yerden bakarsak haberi yapmayı etik görev addettiği için salt yapanlar artık bilginin oluşumunda söz sahibi durumdalar. Bilginin normalde iktidar piramidinin üst basamaklarınca denetlenmesi sisteminde bu bir yırtık olarak gözüküyor. Bir diğer yırtık da WikiLeaks'in bilgi Robin Hood'u gibi yukarıdan bazı bilgileri çalıp aşağıya saçmasıydı. Mesafe yitmişti, iktidar sahiplerinin deneyimlerinin içinde yüzüyorduk. Benzerini şimdi yolsuzluk fezlekelerinde, tapelerde de yaşıyoruz.
Ancak karşımıza şu sorun çıkmıştı/çıkıyor: Bu bilgileri kim birbirine bağlayacak, bunlardan kim bir anlatı oluşturacak, bu ham verileri bir anlatıya kim dönüştürecek; başka bir deyişle, istiflenmiş bu geçmişlerden kim bir tarih yapacak? Bu da mesafe demek, Calveiro-tarzı otosansür demek.
Yurttaş gazetecilerinin araştırmacı gazetecilik yapması hemen hemen imkansız. Özel bir çalışma gerektiren işler. Ahlaki ödev duygusunun yetersiz kaldığı, araştırmacı gazetecilik bilgisi çağıran görevler. İktidara doğruyu söylemek yetmiyor, doğruyu işlemek, doğru üzerinde uzun uzadıya çalışmak da gerekiyor.
İnternet sansürüne direnen halkın/çokluk'un sistem tarafından “porno lobisi” olarak damgalanmak istenmesinde de bir tutarlılık var. Tam da bu süreçte Lars von Trier'in son filmi Nymphomaniac'ı sansürlemeleri, ses kasetlerinin yarattığı şoke edici etkiyi de pornografinin eğitici ama sarsıcı da olabilen etkisi üzerinden anlamamızı kolaylaştırdı.
Normal şartlarda, çocuklar çok erken yaşta cinsel deneyim hakkında konuşmaya ve birşeyler yalan yanlış öğrenmeye başlıyorlar. En sonunda penis ile vajina arasında bir penetrasyondan bahsedildiğinden neredeyse emin oluyorlar ancak gene de bu tam olarak bildikleri anlamına gelmiyor. Tam olarak bilmek yeterince büyüyünce, ya fiilen yaparak ya da ilk porno seyretme deneyimiyle oluyor. Demek böyle oluyormuş, demek penis ile vajina işte tam böyle böyle ediyorlarmış ve böyle görünüyorlarmış. Bu görüntü -ilk porno seyretme deneyimi- tuhaf etkiler yapabilir. Bir yanıyla eğiticidir evet: öğretir. Ama bir yanıyla da yabancılaştırır. Soğutma riski vardır, şoke edici olabilir. Özellikle baba-oğul tapesinin etkisi gibi: çok insanın morali bozuldu. Görmek istemediğin bir şeydir bu, bilmesi bile yeterince zorken bir de görmek istemez insan. O yüzden kasetleri dolaşıma sokanlara bunlar yasal olmayan dinlemeler oldukları için değil, bizi bunlarla bu kadar açıktan, böylesine pornografik bir açıdan yüzleşmek zorunda bıraktığı için de kızarız. Annen ile babanın seviştiğini bilirsin ama görmek istemezsin, hatta duymak istemezsin durumu gibi bir ucundan: Yolsuzluk bitsin, kimse böyle şeyler yapamasın ama yeter ki beni daha fazla bu görüntülerle/seslerle aile ilişkilerine, insana yabancılaştırma, diyen bir iç ses gibi.
Peki bugün biz sansürü nerelerde görüyoruz Türkiye'de, hangi alanlarda? İlk olarak tüm medyada sansürle karşılaşıyoruz. TV kanallarında ve gazetelerde, sansürün olağanüstü seviyelere ulaştığı görülüyor. Buna karşın, Twitter sayesinde, olan biteni saklamak günümüz toplumlarında daha karmaşık bir hal almış durumda -tam da bu nedenle, Twitter'ı ve YouTube'u kapatmaktan söz eden bir iktidarla karşı karşıyayız**. Bununla birlikte, bütün Anadolu'nun sosyal medya bağımlısı olduğunu varsaymanın da çok hatalı olacağı bize sıklıkla anımsatılıyor. TV kanalları hâlâ oldukça etkili. Neredeyse tüm bağımsız gazeteciler işlerinden kovuldular. Çoğu hâlâ işsiz. Bazıları anılarını yazıyor ve tek tek sansür hikayeleri anlatıyorlar. İşte yukarıda andığımız gazetecilik kitapları burada devreye giriyor. Örnekledikleri pozisyon bu. Sansürün nasıl Türk medyasında kurala dönüştüğünü anlatıyorlar.
Bu tarz kitapların artmasının bir sebebi de elbette yazarlarının bu şekilde bize bizim bilmediğimiz perde arkası işleyişleri ifşa etmek istemeleri; bir anlamda, gazetecilik hakkında gazetecilik yapmak istemeleri. WikiLeaks'e yaklaşma çabası içeren yanı bu. İktidar piramidinde yukarılardaki bilginin alt katlardan görülmesini engelleyen çok sayıda kapakçık var. Bu kapakçıkların bir kısmını açmaya çalışan kitaplar bunlar.
Medyanın yaptığı sansürün olayı göstermemek, olayı saklamak olduğunu hep düşünüyoruz. Bu konuda David Graeber'in güzel bir uyarısı var: Günümüzde medyanın tek sansür biçimi bu değil. Ana akım medya bir de sizi, tek tek her bir alıcısını, seyredenini, okurunu yapayalnız ve marjinal olduğuna inandırmaya çalışan bir dünya kuruyor. Ben tek başıma böyle hissediyorum, bir tek ben öfkeliyim, yoksa insanlar hep penguenlerle mutlu duygusu. Galiba çok marjinal bir yere savruldum, duygusu. Kendi öfkeni yok sayma anlamında otosansür içeren bir duygu. Twitter/Facebook doğru haber vermekten, penguen örtüsünü kaldırıp atmaktan önce bu duyguyu kaldırmaya yarıyor: marjinallik yanılsamasını aşağıdan kırıyorlar. Otosansürün en güzel örneği kendi kendini bu alanda bastırmak olarak da beliriyor. Yani iktidar hakkında bir eleştiriyi ifade etmeyi bastırmak, baskılamak değil salt, ama bu eleştiriyi düşünen, hisseden çok az kişiden biriyim, çok marjinalim duygusunu kendi kendimize besleyerek tahkim ettiğimiz daha bütünsel bir otosansür.
Hükümetler medya baronlarına baskı kurar ve çeşitli kirli yollarla kendileri de kirli insanları ya eler ya da değiştirir. Hükümetin medyayı baskılamak için kullandığı yöntemleri tartışmanın yeri burası değil. Sansür, direnenlerin oyun dışı kalması, direnmeyenlerin de gelişmiş bir otosansür mekanizmasıyla daha haber oluşmadan manipüle etmesi üzerine kuruludur.
Kişisel deneyim hâlâ bir yanımızla haber kanallarından haber almak istediğimizi gösteriyor. Bu kitapları okuyoruz, NTV aracını deviriyoruz ama gene de bir olay olduğunda NTV'nin haberleştirmesini istiyoruz. Haber kanallarına güvenebilmek istiyoruz her şeye rağmen. NTV aracının devrilmesi bile NTV ile ilişki kurmaya çalıştığımız bir an. "Kendine gel!" Yakasından tutup sarsarak, "Topla kendini!", demek gibi. Psikolojik olarak, yolsuzlukları öğrenmektense hiç yaşanmamış olmasını dileyen bir yanımız hep olması gibi. Siyasi değerlendirmeler, sevinçler, arzular başkadır, devletle duygusal bir bağ kurmuş olanların hayal kırıklığı başkadır. Bu anlamda devletle duygusal bağdan kopuşta artış da beliriyor ki bu da enteresan bir yan sonuç gibi. Devlete mesafelenmek, medyaya mesafelenmek, bilgiye mesafelenmek; bütün bunlar birbirimize yakınlaşmayla, birbirimizle mesafesizlik arayışlarıyla da sonuçlanıyor gibi. Yabancılaştırırken eğiticiliği, olgunlaştırıcılığı da ciddi.
Basın nikahları
Gezi sırasındaki penguenler Roboski'de saatlerce tek bir haber girilmemesinden sonra geldi. Gazetecilerin önceden hazırlanmış soruları sormak zorunda oldukları performatif basın toplantıları kural bugün. Basın nikahları da denebilir. Nikah memurunun ne diyeceğinin, nerede duracağının her zaman önceden belli olması, gene de nikahın geçerli olabilmesi için memurunun o belli sözleri etmesinin gerekmesi gibi. Kendi kendini onaylayan bir edim basın toplantıları. Bakın basın toplantısı da yapıyorum diyebilmek için tertipleniyor. Bu durumun yarattığı türlü rezillik bazen komedi noktasına varıyor elbet. (bkz. Bulgaristan'daki doğalgaz olayı.)
Dizilere bile müdahale edilen bir ortamda dizi senaryolarının, yapımcıların ve yönetmenlerin tüm ekiple birlikte bir otosansür ağı kurduklarını duysanız şaşırır mısınız? Gezi sırasında 21 gazeteci kovulmuş, 37'si istifaya zorlanmış, 14'ü de yıllık izne ayrıltılmış deniyor. Temizlikçilerin duvar yazısı avcılığını düzenli olarak yaptıkları bölgeler, poster sansürlemeleri de alıştığımız şeyler oldu. Telefon dinlenmesinin akıl almaz yaygınlığı da bir yandan... Telefonda otosansürlü konuşma en yaygın Türkiyeli yurttaş davranışlarından biri. Başbakan dahil. Ve de aslında önemli biri olman da şart değil bu his için. Dışişleri Bakanı yurt dışında görev yapan bir muhabiri özellikle arayıp kovdurtabiliyor, gazetecilerin kitaplarından öğrendiğimize göre. Eğlence üzerinde denetim ve dekolte yüzünden mimlenen sunucu da, bir otosansür giyim-kuşam otosansürü doğuruyor olmalı. Ancak klasik anlamıyla ezilme olarak otosansürün de tehditleri vardır. Patlamalar vaadi bunun başında gelir.
Sözcükler dahi kuşatma altında hissi veriyor. Türkiye'de, gazetecilik rehin alınmışlardan biri görünümünde. Bu çağ bittiğinde iyileşmek ne kadar sürecek belirsiz.
Peki otosansüre direnecek miyiz, yoksa otosansürle mi direneceğiz?
Toparlayacak olursak; elimizde iki tartışma var. Birisi klasik anlamda sesinin kesilmesi olarak otosansür. İktidarın ifade et dediğini ifade etmeme içerdiği zaman bir tür sivil direniş de olabilmektedir elbette. Ancak pek çok ayaklanma, sürekli iktidarın ifade et dediğini ifade edenler tarafından büyütülür.
Burak Delier “Başka Bir Otosansür Mümkün” başlıklı yazısında otosansür direnişini öneriyor; tabii daha çok sanatçılar için, kültür üreticileri için öneriyor ve bir nevi opaklaşma önerisi olarak karşımıza çıkıyor. Görünürleşme, ortada olma, saklan, kendinden bir sanatçı üretmek zorundasın diyen baskıya diren. Bu post-Fordist çağda her çalışanın kendisinden bir özel kişi üretmek zorunda olmasıyla kesişen bir öneri.
Ancak genel olarak tüm topluma ve siyasete bakınca başka gereksinimler de beliriyor. Otosansür, halk için konuşamamak demektir. Kölelerin sürekli itaat edip sadece mutfakta isyankar düşüncelerini paylaşmaları demektir. Ancak kölelerin ayaklanmaları işte bu mutfaklardan çıkar. Mutfaklar, isyanların konuşulup hazırlandığı yerlere döner.
Bartleby gibi değil de Michael Kohlhaas gibi. Biriken isyan ancak isyan anında görünürleşiyor. Sansürsüz ifade her zaman cesaret demek değil. Bazen de ifade edilen sözün kredisine aşırı talip olma ve o alkıştan, kimlikten vazgeçmeme anlamında. Korku ve sinme denen otosansür radikalleştikçe etkili de oluyor belki. Yani hiç konuşmadıkça gelecek zamanda belirsizlikle pusuya yatan konuşma anı daha tehlikeli. Direnişi üretmeme, direnişin patlamasına imkan tanıyor.
Duran Adam eylemi kendi sözünü otosansürleyen ama bundan bir protesto çıkaran bir eylem tipi armağan etmişti. Bugün Berkin Elvan cenazesi sırasında dahi çeşitlendirildi. Duran Adam eylemi sıklıkla somut bir şey söylemiyor ama söyleyeceği bir şeyi olduğunu bedeniyle somutluyor.
Türkiye'deki durumu sansür ve otosansür terimleriyle yüzde yüz açıklamanın güç olduğunu not etmek lazım. Gazetecilerin kitaplarını okudukça insanın edindiği ana izlenim şu: Medyadaki sahne ana akım medyalara ve devlete bağlı medyalara yönelik tam tahakküm arayışı olarak çalışıyor. Otosansür bireysel midir, toplumsal mı, diye de soralım. Düşleri otosansürler durdurabilir mi? Otosansürlenmiş rüyalar çağında mı yaşıyoruz? Ortak bellek/kamusal bellek tartışması da gene kapıda demektir. Birlikte anımsıyoruz. Her bir bireyin tek tek anıları var elbette ama Gezi'yi bir ortak bellekle anımsıyoruz. Bireyin otosansürü, sanatçının otosansürü ve habercinin otosansürü arasında kategorik farklar var demek gerçekçi olabilir. Otosansür, habercilerin elinde, bir Faust anlaşmasına dönüyor. Biraz daha hayatta kalmak için ruhunu satmak deyince sert bir ifade, şöyle yumuşatalım; Faust şeytanla anlaşmayı yaptı, ruhunu sattı ama ödemeyi son anda yapmadıydı!..
Dipnotlar:
* Extramücadele’nin Örümcek (2012) adlı işi “Benim gibi telefonu dinlenenlere telefonlarının dinlendiğini hatırlatan telefon sehpası ve telefon. / Oto boyasıyla boyanmış demir ve eski telefon / 32x54x81cm” künyesiyle sergilenmişti.
** Siyasetin hızlı hareket ettiği bir dönemdeyiz. Bu yazının kaleme alındığı 14 Mart 2014 tarihinden tam bir hafta sonra Başbakan’ın bir konuşmasında Twitter’ı kapatacağını açıklamasının ardından 21 Mart gününün geceyarısı gerçekten de Twitter kapatıldı. Twitter’ın kapatıldığı gece olağanüstü bir sanal direniş yaşandı ve iki buçuk milyon Türkçe tweet yayımlandı. Kullanıcılar ile İktidar arasında DNS, VPN gibi yeni terimleri yaygınlaştıran sansürleme/sansürü aşma mücadelesi, son dakika düzeltileri çerçevesinde bu notu kaleme aldığımız 24 Mart tarihinde de sürmekte. İktidar kendi taraftarlarını da Twitter’dan çekilmeye çağırarak ciddi bir otosansür talebinde bulunmuş da oldu. İfade özgürlüğünün kitlesel sansürle ve otosansür talepleriyle imtihanı Türkiye siyaset sahnesinde hiç olmadığı kadar merkezi bir rol almış oldu böylece. Siyaset tam da burada şekilleniyor şimdi: konuşma/konuşmama tercihlerinde, susturma/susturamamalarda, Twitter, Facebook ve YouTube gibi alanların açtığı yatay ifade imkanlarının kontrol edilmesi en despot yönetimler için dahi güç sınırlarında...
* Görseller: Geray Gençer, Ethem Onur Bilgiç, Burak Ata
Yeni yorum gönder