Aslında öykü yazmaya başlarken ve onları “Heveskuşu” adı altında bir araya getirdiğimde, neden öykü yazdığımı bilmiyordum. Hala da tam olarak bunun nedenini bildiğimi söyleyemem. Sanırım hayatın parçalar halinde üzerime savurduklarını birleştirmek ya da yan yana koymak istemişim.
Yazıda her malzemenin kendi seyrini oluşturduğuna inananlardanım. Anlattıklarım öykü olmalıymış, öykü yapmışım. Öykü benim için hayatın kısa bir anının yansıması değil, daha net bir şekilde hayatın o kısa anının geleceği biçimlendirmesidir. Hep kırılma noktaları var anlattıklarımda. O kırılma noktaları, geçmişi ve geleceği kılıç gibi birbirinden ayırıyor. Kısası, öykü benim için hayatın kırılma noktasıdır ve önemlidir.
Huzursuz öyküler yazdım. Acı katmeri yüksek öyküler. Ama insan okudukça, hayatın içinden geçtikçe bakış açısı da değişiyor. İster eğlenceli bir şeyler yazayım isterse de trajik (bazen ikisi birlikte. Bunun da adına trajikomik demişler) ama sonuç hep aynıdır sanırım. Hayat daha katlanılır hale geliyor.
Ama yazmak için önce okumak gerekir
Bu yola çıkmadan önce ustalarımdan el aldım. Hâlâ çırak olmam bir şeyi değiştirmez. Çehov, Marquez, E.A. Poe, Oscar Wilde, Borges, O. Henry, Bukowski, Sait Faik, Haldun Taner, Necati Cumalı, Füruzan, Tomris Uyar, Cemil Kavukçu, Ferit Edgü, Oğuz Atay, Murathan Mungan gibi yazarlar bu seyrimde ellerini sırtımdan eksik etmediler.
Sanırım her yola çıkanda bu biraz böyledir. Önce özenirsin, onlar gibi yazarsın sonra da kendi yolunu bulup ustalarına selam edersin. Ama onlar bir aşkın unutulmaz anları gibidir. Ne zaman yazıya otursan onları etrafında bir koruma kalkanı, bir yol gösterici olarak görürsün.
Yüzün yere düşmesin, yazdıkların en azından sadece “yazı” olmasın diye onlardan sakınırsın. En azından ben öyle oluyorum.
Yeni yorum gönder