Özdemir Asaf’ın kızı Seda Arun, bugün yayımlanan Cumhuriyet Gazetesi'nde, ölümünün 30. yılında babasını anlattığı bir yazı ve şiir kaleme aldı.
"Ölümün ön anlatısı yoktur" başlıklı yazı şöyle:
“Eğer ölümün tarifi yapılabilseydi, insanlık bugün toplumsal ve kişisel kurumları ile anlam ve kavramca olduğundan çok pek çok ileride bulunacaktı. Ölümün ön anlatısı yoktur” diye yazmış Özdemir Asaf. 28 Ocak 1981’den bu yana 30 yıl geçti babamın bakışlarını görmeyeli. O uzak, o yakın, o anlatırcasına, o sorarcasına, o söylercesine, o gülercesine bakışlarını… Ortaokulda okurken, edebiyat öğretmenimiz Niyazi Akdik, kompozisyon dersinde bir tanıdığımızın fiziki portresini yazmamızı istemişti. Ben de babamı yazmıştım. O kompozisyon ödevimi hâlâ saklıyorum. Yazıyı hiç değiştirmeden aktarıyorum:
“Herkesin ressam zannettiği, sonradan şair olduğunu öğrendiği babam, elinde daima bir sigara, büyük adımlarla hızlı yürüyen bir kişidir. Âdeti, beğendiği bütün kitapları alıp kendine mahsus o kocaman odayı kaplayan raflara, okuduktan sonra koymaktır. İlk bakıldığı zaman, kahverengi gözü, bütün yüzünü kaplamaya çalışan bıyıkları, kemikli burnu, uzun boyu, elleri arasında tuttuğu kitaplarla daima asabi, daima kızgın gözüken babam, daima neşelidir.”
Bu yazıyı her okuduğumda, on üç yaşındaki o kız çocuğunun duygularını düşünürüm. Ölümü bilmediğini de…
Yaşamımdaki ilk ölüm, babamın ölümüdür. Bundan dolayıdır ki, ölüm üzerine yazdığı şiirleri her okuyuşumda hepsi başka bir anlam kazandılar.
“Ölümün Yükselişi ve Çöküşü”: “Ne zaman bir yakını ölse birinin, / Onu ilk-ölüm sanır kalır o. // Ne zaman bir sevdiği ölse birinin, / Onu en-ölüm alır kalır o. // Ne zaman bir saydığı ölse birinin, / Onu hep-ölüm bulur kalır o. // Ne zaman bir-bildiği ölse birinin, / Onu son ölüm sayar kalır o. // Ne zaman bir umduğu ölse birinin, / Onu yok-ölüm duyar kalır o. // Ne zaman bir her şeyi ölse birinin, / Kendini ölümlere yaşar kalır o. // Ne zaman bir kendisi ölse birinin, / Ölümlerde kendini yaşar kalır o.”
Seneler öylesine çabuk geçti ki… 1980 yılının Aralık ayında babam hastalandı. Doktor Şen Doğan, Vakıf Gureba Hastanesi’nde yaptığı ilk tetkiklerden sonra hastaneye yatmasını istedi, ama bu hastalığın tedavisi mümkün değildi. Bunu Doktor Şen Doğan biliyor, babam bilmiyordu. Sağlığı, düzelemeyecek kadar kötüydü. Hastalığı hayli ilerlemişti. Yaşamda kalacağı zaman çok kısaydı.
Bir ay kaldığı hastanede tedavinin en iyisi, en iyi şekilde yapıldı. Sonuç hiçbir şeydi. Artık evine gidebileceğini söylediler. O gün, o sağlıksız haliyle bile “Bebek’ten, bizim duraktan, beni tanıyan bir taksici çağırın, pisi pisine bir trafik kazasına kurban gitmeyeyim” dedi. Bu şakasını, yıllar önce şiir olarak da yazmıştı: “Ölüm allahın emri, / Trafik olmasaydı.”
Bebek’teki evine sağ salim vardı. Oysa zamanı çok kısaydı.
“Hey benim koca kafam. / Altmış iki santimlik başım… / Saçlar sakallar içinde, / Erkek omuzlar üstündedir.”
Şiirinde sözünü ettiği “altmış iki santimlik başı”na da sıçramıştı hastalık.
Benim için ölüm, öleni son tanıyanın da ölmesiyle gerçek-ölüm olur. Ama bu düşüncem sanatı ile var olanlar için geçerli değildir. Onlar gerçek-ölümsüzdür.
Ama babam: “Bir insan bir insanı bir şey görür, bu hayattır. / Bir insan bir insanı birçok şey görür, bu sevgidir. / Bir insan bir insanı her şey görür, bu aşktır. / Bir insan bir insanı hiçbir şey görür, bu doğu’dur. / Bir insan bir insanı görmez, bu ölümdür” der.
İki ay süren kısa hastalığının ardından babam gitti. Benim babamı “görmez”liğim 30 yıldır devam ediyor. Ama Özdemir Asaf yaşıyor.
Yeni yorum gönder