Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Pir Aşık: Mahzuni Şerif




Toplam oy: 1180

Taksim’den Sıraselviler Caddesine girdiğinizde, solda Belçika Konsolosluğunun yanında bir otel vardır, adı 15 yılda o kadar çok değişti ki, son olarak ne oldu bilmiyorum. Ama orasının adı benim için her zaman Keban Oteli’dir. Eskiden TRT’ciler kalırdı çünkü, şair arkadaşım Adnan Azar, TRT’de çalıştığı için orada kalırdı, en çok ondan hatırlıyorum.

 

 

9 yıl önceydi, henüz emekli olmamıştım, Nişantaşı’nda Oksijen adlı küçük bir reklam ajansında çalışıyordum, iş çıkışı da ya yürüyerek ya da dolmuşla eve dönüyordum. Aylardan Mayıs’tı ve Nişantaşı’ndan Cihangir’e yürümek için iyi bir zamandı, iyi bir yürüyüşle eve ulaşmak 17 dakika tutuyordu, bazen ağır aksak oluyordu yürüyüşüm, ama hiçbir koşulda yarım saati aşmıyordu. Öyle ya bazen yolda arkadaşlarınızla karşılaşırsınız, onlarla karşılaşınca başka şehirlerle de karşılaşmış olursunuz, tabii en başta Ankara’yla, bazen İzmir’le, Diyarbakır’la filan karşılaşınca, elbette o şehirlerin hatırına Cihangir biraz beklesin derdiniz, o da beklerdi. 

 

Bisikletliler doğaya yakındır, motosikletliler bir renk olarak göğü benimsemişlerdir, koşanlar, işte onlar niye bu kadar hızlı koşmak isterler diye düşünmüşümdür hep, geçmişlerinden, anılarından, yaşadıklarından mı kaçarlar bunca çok ve uzun, yoksa asıl geride bırakmak istedikleri rakipleri değil de kendileri midir? Yalnızca spor olsun, sağlık olsun diye koştuklarına inanacak kadar saf değilim yani! Ben niye koşmuyorum! Çünkü ben yürüyorum, yol olsa hep yürürüm sanırım. Galiba “üryan geldim yine üryan giderim/ölmemeye elde fermanım mı var/azrail gelmiş de can talep eyler/benim can vermeye dermanım mı var?” denildiği gibi, ben de ‘yaya geldim yine yaya giderim’ dizesiyle ve kendinc acımak babında da hayatın yaya bıraktığı bir yaya olarak gezer dururum.

 

Yaya hatıralarıyla karşılaşmak isteyen adamdır. Şimdi ben ‘adam’ım ya, ondan, onu ‘insan’ olarak düzeltiyorum hemen. O yüzden yürür yaya. Eski bir şehirle, eski bir yüzle, bir anıyla, gençliğiyle, eski rüzgarlarla, notalarla, eski çay bahçeleri, ikindi parkları ve onların gölgeleri, unutulmuş dizeler ve çoktur çalınmayan şarkılar, yarım kalmış biralar, yarım kalmış yazlar, erken bastırmış güzler, yolu kazara yoluma düşmüş yapraklar, ki hep yeşil olmaları gerekmez, hatta ben nedense yaprak deyince sadece sarı, kırmızı kardeşliğiyle güze armağan olarak düşen sonbahar yapraklarını bilirim. Elbette çocukluğuyla da karşılaşır yaya, gençliğiyle de, ve bazen bir görüntü olarak karşılaşır bunlarla, bazen bir ses olarak görür onları yeniden, ansızın ve soluk soluğa.

 

Aşik Mahzuni’yi öyle gördüm. Yaya olarak otelin önünden geçiyordum, önce kendisinden büyük sazını gördüm, tanıdığım, bildiğim, gördüğüm aşıklar içinde sazı, sözü kendisinden büyük bir tek Mahzuni Şerif vardı çünkü. Babam saz çalmazdı ama, onun da gülüşü, kahkahası kendisinden büyüktü. İkisi hemen hemen aynı boydaydı, o yüzden kucaklaşmaları, kardeş olmaları da kolay oldu. Birinin deyişi, birinin gülüşü de olunca, doğrusu ses ve söz gibi birbirini tamamlayan, kardeşliğe bir adım kala bir yerde ‘emmioğlu’ olmuşlardı birbirlerine. Öyleyse benim de Mahzuni Amcamdı. Onun beni hatırlayacağı yıllarsa ilk ve ortaokul yıllarımdı Eskişehir’de. Babam Kaportacı Kel Hasan Usta, bir Alevi örgütlenmesi olan Türkiye Birlik Partisinin Eskişehir yöneticilerindendi. Böyle olunca da Neşet Ertaş’tan Mahmut Erdal’a, Aşık Daimi’den Feyzullah Çınar’a, Hacı Taşan’dan Ali Ekber Çiçek’e, Şahturna’ya, o dönemin hemen tüm önde gelen aşıklarını, yani saz şairlerini tanıma, görme ve dinleme şansım olmuştu. Bazen bizim evde, bazen bir etkinlikte, düğünde, cemde, törende... Hepsi ‘yakın’ımız sayılırdı, aynı inanca mensuptuk çünkü ve ‘az’ olduğumuz için hepimiz birbirimizi akrabamız sanırdık, sayılırdık, ama ben en çok Mahzuni Amca’ya yakın hissederdim kendimi Çünkü 68 dönemiydi ve hepimiz kendimizi ‘genç’ hissederdik. O zamanlar ‘gençlik’çok modaydı, çok gözdeydi, çok revaçtaydı. Türkiye’nin genç olduğu zamanlar da varmış diye düşünüyorum şimdi ve ne güzel ben de buna tanık oldum, 12 yaşımdayken genç oldum! Ama o zaman 60 yaşındaki babaannem de gençti! Türkiye’nin neredeyse yarısı gençti, çünkü gençler sevilirdi. Deniz Gezmiş’ten Mahir Çayan’a ‘yiğit’ ve ‘gözükara’ bilinirdi gençlik. Onların yaydığı iyilik, isyan ve itiraz duygusu ise herkesi bir anda gençlikte eşitlemişti. Millil Demokratik ya da Sosyalist Devrim, demek ki eşitliğe gençlikten başlamıştı! Ön-devrim! Ne yazık ki hep öyle kaldı, sadece taşrada bir devrim hazırlığı olarak!

 

Mahzuni Şerif aralarında en ’genç’ geleniydi bana, söyledikleri, sözleri, konuları, sohbetlerde anlattıkları o gençliğin heyecanını duymamı sağlıyordu. Ve ben onun şahsında gelenekle modernin bir sentezini görüyordum adeta. O zamanlar Türkiye’nin ruhu diye bir şey vardı, gençlik öyle bir ruhun ürünüydü mesela, merhamet, şefkat gibi kardeşleri vardı ruhun, hatta ikizleri. O zamanlar insanın değeri şiirin değeriyle ölçülürdü, belki de bana öyle gelirdi ama iyi gelirdi. Hem şiirin değerinin insanın değeriyle ölçüldüğünü düşünmek, hayal etmek bile yeterince değerli ve iyileştirici bir şey değil midir? Mahzuni o ruhu temsil ederdi işte. Türkiye’nin 60’lı yıllardan başlayarak, hayli uzun yaşayan ruhunun temsilcisi oydu bana kalırsa. İspanyol ruhunu nasıl Federico Garcia Lorca temsil ediyorsa, Türkiye’nin ruhu da kendini bazen lirik bazen epik, ama her zaman sahici ve hakiki bir biçimde Mahzuni’nin şarkılarında buluyordu, buluyorduk. Bana kalırsa yalnızca Alevilerin, solcuların, kemalistlerin değil, ‘radikal’ olmayan herkesin hissiyatına da tercüman oluyordu söyledikleri. Anasını kaçıran muhtara hem kızıyor, hem gülüyorduk, Amerika’nın katil olduğuna zaten hiçbirimizin şüphesi yoktu, Alevinin, Sünninin, Türk’ün Kürt’ün, sağcının solcunun, 12 Mart’ta Üç Fidan’ı astıranların başbakanı Nihat Erim için “erim erim eriyesin” dediği zaman neredeyse bütün bir Türkiye vokal yapıyordu nakarata, fakirlerin üstüne ince ince bir kar yağar dediğinde sıcacık evlerimizde üşüyoduk, utanıyorduk, Beçenek’ten (köyünden) yayan geldiğinde, doktora ‘aman doktor bak bebeğe’ diye yalvardığında ruhumuz adeta koca bir damla gözyaşına dönüşüyordu, bir düşerse ülke sular seller altında kalıp boğulabilirdi, öyle kahırlanıyorduk, kaşların arasına domdom kurşunu değdiğinde ise ne tuhaf oturup yaramızı saracağımıza,  ayağa kalkıp oyuna duruyorduk ve bir türlü oturmak bilmiyorduk, öyle ya memleket ayaktayken oturmak ayıp olurdu, eline, beline, diline sahip olmayana Alevi denemezdi, Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin öğretisi insanı sevmekti, incinsen de incitmemekti, o yüzden Türk-Kürt, Alevi-Sünni arasındaki bu kardeş kavgası nedendi, cumhuriyetin henüz ikincisi çıkmamıştı, ama içini demokrasiyle doldurmak, sağlamlaştırmak gerekiyordu, ve o yiğitler bizim yiğitlerdi. Hancı sarhoşsa yolcu çoktan sarhoştu, ruhumuz bu şarkılarla hayli sarhoştu. Bunlardı Mahzuni. Yalnızca bunlar mıydı Mahzuni? Değildi elbette. Evet demokrat sosyalistti ve Alevi-Bektaşi inancından bir ozandı, Tanrı fikrine de yabancı değildi, tasavvuf ehline yakın bir sezgiyle yaradılışa, varoluşa ilişkin özlü ve derin deyişleri de hem yazıyor, hem söylüyordu. Şöyle anlatıyordu kendini: “Ben doğada bulunan her canlının içinde seçkin bir yeri olan insan sıfatında dünyaya geldiğim için, hep bununla gurur duydum. Hayatımda tek din taşımadım; insan tarihinden gelmiş geçmiş bütün dinlerin hepsinden birer parçayla yaşadım. Gün oldum yedi dinli, gün oldu dinsiz kişiliklerimle gezdim. Somut olarak şunu söyleyebilirim ki, insan sevgisi benim öz dinim oldu.”

 

Türkiye’nin ruhuydu Mahzuni çünkü, çünkü bu ülkede Alevi olmak yalnızca Alevi olmak, yalnızca Ali’yi sevmek değil, biraz da Sünni olmak ve Ömer’in adaletini de bilmektir. Çünkü bu ülkede Sünni olmak yalnızca Sünni olmak değildir, biraz da Alevi olmaktır ve Ali’nin ilmini, Hüseyin’in merhametini de bilmek, Pir Hacı Bektaş Veli’nin insancıllığından da nasiplenmek demektir. Türk olmak, Kürt olmak da yalnızca, o kimliklere ait olmak değildir. Bu ülkenin ruhunun ‘melez’ olduğunu, ‘empati’ kavramının evet önemli olduğunu ama bizim için yetersiz olduğunu da o anladı, anlattı ve söyledi. Ben böyle anladım. Birbirine iyice karışmak gerekir, ki hem kendimiz hem de öteki olabilelim diye de ısrar etti bildiğim kadayla. Bir de tabii pek çok deyişinin, nefesinin sonunda ‘Haydar’ diyordu ki, o zaman kendimi daha da genç sanıyordum, “çünkü kilidimiz Haydar’a bağlı” diyordu. Ne tuhaf bazen de eski bir şarkıcıya benzetiyordum onu, hani şu ‘Hariçten Gazel Okumak Yasaktır’ levhasının altında, ud çalan bir Rum udi gibi, kanun çalan bir Ermeni kanuni gibi, ya da Klezmer şarkıları söyleyen bir Sefarad gibi, Aşık Mahzuni de hem Alevi, hem değil, hem eski, hem yeni, hem de elbette geleceğin hatıralarıyla da şimdiden tanışmak isteyen o aceleciliğiyle de, ama bütün bunları bir an için unutmuş gibi, “işte gidiyorum çeşm-i siyahım” dediği zaman, adeta Münir Nurettin Selçuk oluyordu zihnimde. Granada’da bir flamenko gibi acılı, Buenos Aires’te bir tango gibi hüzünlü ve Lizbon’da bir fado gibi koyu bir şey söylüyordu: “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım / Önümüze dağlar sıralansa da/Sermayem derdimdir servetim ahım/Karardıkça bahtım karalansa da / ... / Hayli dolaşayım yüce dağlarda / Dost beni bıraktı ah ile zarda / Ötmek İstiyorum viran bağlarda / Ayağıma cennet kiralansa da / ... / Bağladım canımı zülfün teline/Sen beni bıraktın elin diline / Güldün Mahzuni’nin berbat haline / Mervanın elinde parelense de

 

...Baktım otelin lobisinde sazının yanında oturuyor, yanında bir-iki kişi daha vardı. İçeri girdim, yanına gittim, ‘Mahzuni Amca’ dedim, ‘Buyur canım’ dedi, ‘Ben Haydar’ dedim, ‘Eskişehir’den Kaportacı Kel Hasan’ın oğlu’, sarıldık birbirimize, ikimiz de ağlamaya başladık. Aradan en az 30 yıl geçmişti, babamla sonraki yıllarında görüşememişlerdi, ama ara sıra haber alıyorlardı birbirlerinden, babam hastaydı, onu öğrenince daha da üzüldü. O gece sanıyorum TRT’de bir konseri vardı, onun için gelmişti, ertesi gün de Almanya’ya gidecekti yine konser için, zaten Türkiye-Almanya arasında yıllardır mekik dokuyordu. Çay içtik, konuştuk, onu fazla meşgul etmek istemedim, çünkü çok heyecanlanmıştı. Eskişehir’e babama telefon ettim eve gider gitmez, çok sevindi, kendisine selam söylemesinden ve onu unutmamasından  çok etkilenmişti. Rakıyı çoktan bırakmamış olsaydı, o akşam eminim bir kadeh rakı koyardı kendine canım babam. Mahzuni Amcam, iki gün sonra Almanya’da Köln’de vefat etti solunum yetmezliğinden.

 

Evet yayaysanız çocukluğunuzla, gençliğinizle karşılaşırsınız, ama çocukluğunuzun, gençliğinizin ölümüyle de karşılaşmanız kaçınılmazdır. Sonra babam annemi de aldı yanına, Hacı Bektaş’a, sevgili gençlik arkadaşını uğurlamaya gitti, Türkiye, ruhunu büyük bir törenle uğuurladı, herhalde o son ruhlardan biriydi. Bir yıl sonra da babam Mahzuni Amcamın, başka güzel ruhların şölenine daha fazla geç kalmamak için buralardan gitti.

 

Yayalar diyordum, yalnızca ileriye bakmazlar, hatta hiç bakmazlar, bence en dalgın, eh hülyalı ve en hatıralı yolcular yayalardır, onları rahatsız etmemek gerek. Onlar böyle geçmiş zaman ruhlarını, sıfatların güzel elbiseleri olarak geleceğe taşımaya memur edilmişler gibi vazifeli hissederler kendilerini. Arada böyle güzel yolcuların güzel anılarına da tanık olmanın keyfini yaşarlar. Ben de Aşık Mahzuni Şerif’le, daha doğrusu Mahzuni Amcamla bunu yaşadım işte bir yaya olarak.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.