Türk Dil Kurumu “bellek”i, “Yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü, dağarcık, akıl, hafıza, zihin,” olarak tanımlıyor. Bu tanım, her ne kadar nesnel bir açıklama sunsa da, belleğin farklı katmanlarını, karmaşık işleyişini ve uzlaşmaya yanaşmayan doğasını yansıtmakta yetersiz kalıyor. Aristo’dan Freud’a, Sokrates’ten Bergson’a pek çok farklı düşünür bellek hakkında çeşitli kuramsal çerçeveler oluşturmuşsa da, bellek, bunların üzerinde bir varoluş biçimi olarak kendi karanlık noktalarını korumayı ve belki işte tam da bu sebeple her zaman güncel kalmayı başarıyor. Belleğin tarihin her anında farklı felsefi, edebi, kültürel, bilimsel ve sanatsal tartışmalara konu olmasının altında geçmişten çok güncele dair bir işleyişinin olması yatıyor. Geçmişteki deneyimlerdense onların şimdi, nasıl ve neden anımsandığını anlamak ister bellek çalışmaları. Günümüzde bellek sadece kültürel ya da kişisel bir anımsama sürecini değil, aynı zamanda teknolojik aletlerin depolama kapasitesini de anlatıyor. Bu anlam kaymasının altında doğal, sınırlı insan belleğinin öngörülemezliği ile güçlü ve güvenilir bir techne olarak yapay belleğin sınırsızlığı arasındaki çatışmanın izleri görülebilir. Her türlü veriyi olduğu gibi saklayabilen bir belleğin güncel cazibesi arkaik bir tartışmanın izlerini taşısa da, hatırlamak eşittir güç denklemi halen geçerliliğini korumakta, pek çok politik, kültürel çatışmanın orta yerine oturmakta. Sosyal medyada, akıllı telefonlarımızda oluşturduğumuz bireysel arşivler bize birincil bir yapay bellek tecrübesi sunarken doğal belleğimize dair tecrübemiz ise edebiyattan, sanattan ve felsefeden beslenmeye devam ediyor.
19. İstanbul Tiyatro Festivali’nde 3 ve 4 Haziran’da sahnelenen Proust, Pamuk, Bellek, isminden de anlaşılabileceği gibi, edebiyattan örneklerle izleyiciye farklı bellek tecrübeleri yaşatmayı araştıran bir proje. Türkiye ile Polonya arasındaki diplomatik ve kültürel ilişkilerin kuruluşunun 600. yılı kutlamaları çerçevesinde sahnelenen projenin birinci bölümü Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanının beşinci cildi olan Mahpus’tan; ikinci bölümü ise Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanından uyarlanmış. Krzysztof Garbaczewski ile Emre Koyuncuoğlu’nun yönetmenliğini yaptığı proje Lehçe olarak, Türkçe üstyazı ve seslendirmelerle sahnelendi. Belleğin içi ve dışı arasındaki çizginin sanıldığı kadar net olmadığını en iyi anlatan edebiyat metni olan Kayıp Zamanın İzinde ile Pamuk’un en açık bellek çalışması sayılabilecek Masumiyet Müzesi’nin bir araya getirilmesi pek çok fırsat taşırken, projenin izleyiciyi kuru bir tekrara mahkum ederek fırsatları kaçırması hayal kırıklığı yarattı.
Sadece isimler, mekanlar ve olaylar
Proust’un romanından uyarlanan birinci bölüm, bir video işi olarak sunuldu. Sahneye kurulan dekorun arkasındaki beyazperdeye yansıtılan videoya canlı müzik ve iki kişi tarafından seslendirilen metnin Türkçe çevirisi eşlik ediyordu. Videoda romandan sahneler canlandırılırken kullanılan kostümler, kamera teknikleri ile dönemin atmosferi yansıtılmaya çalışılırken, görüntülere eşlik eden elektronik müzik günümüzün temsilciliğini yapıyordu. Proust’un madeleine keki ile ortaya çıkan istemsiz bellek kavramının doğallığına uzak kalsa da, ses ve görüntü kullanımıyla farklı duyulara hitap eden performans, izleyiciye bir anlamda Proustien bir bellek tecrübesi yaşatmayı amaçlıyordu.
İkinci bölümde ise Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi, Opole Tiyatrosu oyuncuları tarafından Türkçe üstyazı ile sahnelendi. Sahnenin farklı bölümlerinde Füsun’un çalıştığı mağaza, Kemal ile Füsun’un buluştuğu daire gibi romandaki önemli mekanlar canlandırılırken, küçük televizyon ekranlarında ise Füsun’un çantasından Gezi protestolarına uzanan geniş bir yelpazede video işleri yer alıyordu. Maciej Namysło tarafından canlandırılan Kemal karakteri, romanın yapısını takip ederek hem anlatıcı hem de anakarakter rolünü üstlenmişti. Romanda duyduğumuz sesine incelikle işlenmiş ve Pamuk’un imzasına dönüşmüş hüznünü, sahnedeki haylaz ve çapkın bir genç adama dönüşen Kemal’de görmek pek mümkün değildi. Burjuva bir ailenin iyi eğitimli kızı Sibel’e dair sahnede sunulan, bol cinsel cazibe sosuna bulanmış güzel bacaklar ve topuklu ayakkabılardı. Füsun karakteri ise Masumiyet Müzesi’ndeki kararlılığını ve cesaretini yitirmiş, savunmasız, kırılgan ama bir o kadar da çekici bir sunumla modası geçmis fantezilerden fırlamış gibiydi.
Proust ve Pamuk bölümleri anlatılana değil de metinlerine sıkı sıkıya bağlı kalırken, performansın isminde geçen “bellek” kayıplara karışmıştı. İki yazarı ortak bir bellek izleği üzerinden okumanın yaratıcı fırsatları ıskalanmış, geriye sadece isimler, mekanlar ve olaylar kalmıştı.
Proust ve Pamuk için bellek bir anlam verme mekanizmasıdır. Proust’un belleği istemsiz bir işleyişe sahiptir ve rastgele ilerler. Tanıdık yollarda tekrar yürümek için değil, bilinmeyeni keşfetmenin heyecanıyla bakar geçmişe. Yaşananlar ancak hatırlandığında, yeniden anlatıldığında anlamlanır. Pamuk’ta ise geçmiş alalade eşyalar, sigara izmaritleri ile ya da gazetelerin dedikodu sütunları ile yeniden yaratılır. Proust’un aksine yüksek bir farkındalıkla ilerler bu anlam verme süreci ve tıpkı bir arşiv gibi titizlikle seçilir içine girecekler ve dışında bırakılacaklar. Bu süreçte kaçınılmaz olan şiddet de Masumiyet Müzesi’nde Füsun’un yok olmasıyla açığa çıkar. Hatırlamak asla masum değildir Pamuk’ta.
Yöntemdeki farklılığa rağmen her iki yazar için de geçmişi yeniden kurmanın ve anlamlandırmanın sayısız yolu vardır. Bunların hiçbiri kesin ya da son değildir, olası anlamlardan sadece biridir. Bu yüzden ne Kayıp Zamanın İzinde ne de Masumiyet Müzesi nostalji kelimesi ile yan yana anılmaz. Her iki romanın da başarısı çizgisel bir zaman anlayışından kaçınıp döngüsel, hatta eliptik bir zaman içinde varolmalarıdır. Bu yüzden her tekrarı Derrida’nın dediği gibi bir yeniden yaratımı barındırır. Proust, Pamuk, Bellek oyunu, metinleri tekrar ederken bu yaratıcı dalgalanmaya karşı koymuş, izleyiciyi sıradan bir bilgisayar belleği ile baş başa bırakmış.
Yeni yorum gönder