1. Bir robot, bir insana zarar veremez ya da eylemsizlik yoluyla ona zarar gelmesine göz yumamaz.
2. Bir robot, Birinci Yasa ile çakışmadığı sürece insanlar tarafından verilen emirlere itaat etmek zorundadır.
3. Bir robot, Birinci ya da İkinci Yasa ile çakışmadığı sürece kendi varlığını korumak zorundadır.
Isaac Asimov, artık kendi adıyla bilinen bu “Üç Robot Yasası”nı yazdığında henüz yirmi bir yaşındaydı ve değil edebiyatın, teknolojinin bile gidişatını ne kadar değiştirdiğinin farkında değildi.
“Robot” kelimesini Čapek Kardeşler’e borçluyuz. Karel Čapek bir tiyatro oyunu olarak yazdığı R.U.R’da (Rossum’un Evrensel Robotları) Çekçede “zorla çalıştırılan” ya da “köle” gibi anlamlara gelen robot kelimesini ilk kez kullanmış ve literatüre sokmayı başarmıştı. Kendisine atfedilen bu başarıyı yıllar sonra düzeltmiş, kelimenin fikir babasının ressam kardeşi Josef olduğunu söylemişti. O gün bugündür de dünyanın hemen her dilinde geliştirilmiş yapay zeka karşılığı olarak kullanılan kelime bu.
Robot, kelime olarak 20. yüzyıl icadı olsa da, insana benzeyen ve insan tahakkümü altında çalışan insan yapımı yaratıklar fikri oldukça eski. Homeros’un İlyada’da demirciler tanrısı Hephaistos’u anlattığı bölümde, Hephaistos’un bizzat yarattığı -som altından- mantıklı hizmetçileri buna bir örnek. Pek çokları tarafından modern bilimkurgunun ilk eseri olarak görülen Frankenstein’da ise Galvani’nin kurbağa bacağı deneyinden etkilenerek, elektrik sayesinde yaratılan yaratık da gotik gelenekle ortaya çıkmış bir robot aslında. Yaratıcı-yaratılan çatışmasında Frankenstein’ın canavarı önemli bir motif. Aynı motif Čapek’in R.U.R’unda da tekrar eder. Fakat Rossum’un robotları ayaklanıp tüm insanlığı yok etmeye çabalar, Frankenstein’ın canavarı gibi yaratıcısını ve onun sevdiklerini öldürmekle yetinmez.
Gelişmiş bir makine, metafor değil
Tüm olasılıkları hızlıca hesaplayıp bir karara varabilen makinelerle insanlar şimdiye dek sadece zeka düzeyinde çekiştiler. Ve bu makineler, programlandıkları biçimde insanlarla yarışıp kazandılar.
İşte robot düşüncesinin arkasındaki bu korkuyu hisseden Asimov, robotları, kendisinden önceki yazarların bakmadığı bir açıdan ele alır: Onlar gelişmiş makinelerden fazlası değillerdir. Programlanırken de itaat etmek üzere programlanırlar ve bir sorun anında engellenmeleri için güvenlik önlemleri hazırdır. Böyle bir sorunla baş etmenin çözümü de onları yok etmek değil, güncellemek ve daha iyi bir hale getirmekten başka bir şey olamaz. Asimov’un kendi deyimiyle, “Robotlar birer makinedir, metafor değil.”
Daha önce Tanrı kompleksini anlatmak için sıklıkla kullanılan robotlar, robot olarak kendi kimliklerine Asimov ve yasaları sayesinde ulaşır. Pek çok sorunu ortadan kaldırıyor gibi gözükse bile, Üç Robot Yasası’nın da bazı sorunları olduğu aşikar. Robotların karar mekanizmalarının güvenilirliği tartışma konusu olduğundan Sıfırıncı Yasa olarak bilinen dördüncü bir yasa ekler yazar:
0. Bir robot, insanlığa zarar veremez ya da eylemsizlik yoluyla insanlığa zarar gelmesine göz yumamaz.
Peki bu ne demek? Diyelim ki içi mahkum dolu bir gemi ve içerisinde dünyanın en önemli bilim insanlarından yalnızca birinin bulunduğu bir tekne karşılıklı duruyorlar ve ikisi de batmak üzere. Böyle bir durumda robot, hangisini kurtarmalı? İşte bu yasayla, bilim insanını daha fazla önemseyecek şekilde programlanan robot, mahkumları ölüme terk eder. Tabii ki bu, pek çok tartışmanın sadece habercisidir. Çünkü insanlık, Asimov’un da kabul ettiği üzere fazlasıyla değişken ve soyut bir kavramdır.
Diğer bilimkurgu yazarları doğrudan Üç Robot Yasası’nı kullanmasalar da bunları temel alarak kendi robot kurgularını oluşturmaya başlarlar. Robotlar böylece “programlandıkları şekilde” davranan yaratıklar olup çıkar.
Philip K. Dick’in sansasyonel romanı Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?’de androidler, insanların aksine duygudan ve empatiden yoksun olarak tasvir edilir, bu sebepten insanların sahip oldukları evcil hayvan besleme içgüdüsünden yoksundurlar. Ancak Asimov’un ilk robot öyküsü olan “Robbie”deki robot çok sevecen bir yaratık olarak anlatılır çünkü öyle olmaya programlanmıştır.
Başrolde matematik
Yakın bir zaman önce, görece zor bir oyun olan Go’da bilgisayar AlphaGo’nun üstün geldiği kişi, dünyanın en iyi Go ustası olarak kabul edilen Lee Sedol’dü.
Bu programlama süreci, insana veya insanlığa ait özelliklerin yapay zekaya aktarılmasıyla gerçekleşse de evrensel bir sabit hep oradadır: Matematik.
Tüm olasılıkları hızlıca hesaplayıp bir karara varabilen makinelerle insanlar şimdiye dek sadece zeka düzeyinde çekiştiler. İnsan beyninin ürünü olsa da insan beyninden çok daha hızlı çalışan bu makineler, programlandıkları biçimde insanlarla yarışıp kazandılar. 1997’de dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov’un, bir bilgisayar olan Deep Blue’ya oyun kaybetmesi yapay zekanın insan zekası karşısındaki üstünlüğünü kanıtladığı önemli anlardan biriydi. Yakın bir zaman önce de, görece zor bir oyun olan Go’da bilgisayar AlphaGo’nun üstün geldiği kişi ise dünyanın en iyi Go ustası olarak kabul edilen Lee Sedol’dü. Daha birkaç sene öncesinde böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi için on yıllar geçmesi gerektiği iddia ediliyordu. Bu başarıda matematik yine başroldeydi.
2014 yılından beri Japonya’da düzenlenen Nikkei Hoshi Shinichi Edebiyat Ödülü’nde ise durum biraz farklı. Bilimkurgu türündeki kısa romanlara verilen bu ödüle, “Japonca yazıldığı sürece insan olmayanların, yani hayvanların, uzaylıların ve robotların da katılabileceği,” söylendi. Sebep ise açıktı: “Eğer hayal gücümüzü genişletmeyecekse bilimkurgu yazmanın ne önemi var?”
Oldukça gerçek dışı görünse de robotlar, insanların da içinde bulunduğu ekiplerle birlikte bu yarışmaya katılıyorlar. İşin daha da şaşırtıcı olan kısmı ise, bu öykülerden birinin ön elemeyi geçmesi. Bir robotun, belleğine yüklenen tüm kelimeleri, cümle kalıplarını, dilbilgisi kurallarını kullanarak ortaya yaratıcılık gerektiren bir eser çıkarabilmesi matematiğin de biraz ötesinde! Estetik algılara dayanan, gözlem ve bireysel tecrübelerle şekillenen bir eserin robotlar tarafından tekrarlanması değil, sıfırdan yaratılması beklentileri fazlasıyla aşıyor. Bu durum şu iki soruyu getiriyor akla: 1. Edebiyat ya da sanat düşündüğümüz türden bir yaratıcılık gerektirmiyor olabilir mi? 2. Ya da matematik düşündüğümüzden daha mı estetik?
İnsan olarak yaratıcılığın bize özgü olmadığını, aslında yaşananların belli bir motifin tekrarı olduğunu, sonuçlarının kolaylıkla tahmin edilebileceğini, psikoloji denen değişkenin düşünüldüğü kadar değişken olmadığını kabullenmek fazlasıyla zor. Diğer yandan insan aklının ürünü bir yapay zekanın, insanın ve insanlığın ötesine geçebilecek eserler yazma ihtimali bu zorluğu çekilir kılacak bir gelecek sunuyor bizlere. Peki ya robotlar programlarının dışında hareket etmeyi başarabilirlerse? Tehdit olarak algıladığımız kehanet de tam olarak bu. Ama buna bir başkaldırı olarak değil, yaşamın gidişatını değiştiren bir olgu olarak bakabilirsek, işte o zaman öngörülmesi pek mümkün olmayan bir gelecekle karşılaşacağız.
Gerçekten, androidler elektrikli koyun düşleyebilir mi?
* Görsel: Emre Karacan
Yeni yorum gönder