Romanları aslında yalnızca görünür yüzeyiyle yani olaylar, kahramanlar üzerinden okuduğumuz aşikârdır. Oysa roman, tıpkı buzdağı gibi göründüğünden fazlasını derinlerde barındıran bir türdür.
Gerçek okuma, bilincin kendini ötekileştirme tehlikesinden uzakta, kendi varlığını olumlayan, ona inanan ve her şeyden önemlisi kendiliğini değerli gören bir bilincin edimine dönüşmeli.
Sanatçı, modern anlatım tarzlarıyla ilişkili olarak referans dünyasını oluşturma çabası içindedir. Bu çabanın biricik tematik görüntüsü ise inandırıcılıktır. Doğanın hâkimiyetinden “özgür”leşerek kurtulan birey, yeni bir “doğa” tasarımı ve yeni bir zaman ile mekân arayışını inandırıcı kılmak uğruna yeni bir yaratım çabasına girişir. İç dünyada gelişen sahicilik isteği, çoğu zaman kendini gerçekleştirmeyi görünür kılsa bile aslında bireyin kendi bedeninde yitip giden bir Ben’in varlığını inkâr edemeyiz. “Kendi”yle konuşan, içteki varlığının farkına vararak onunla yüzleşmeyi göz ardı etmeyen dialojik “ben”den bir sonraki merhale sayılan ötekilik gibi yönelimler, ben varlığının modernlik içindeki yeni görünümünü yani tutunamayan bir bireyi öne çekmekte. Okur da sırf bu yüzden olsa gerek tıpkı roman kahramanı gibi kendi serüvenini ararken bulduğu en küçük inandırıcılık adasına çıkmayı yani yine yalnızlaştırılmış bir okur olmayı göze almak ister. Ayna metaforu, yazı ve yalnızlık ilişkisiyle daha bir belirginleşmekte gitgide. Tolstoy’un Anna Karanina’sı Madam Bovary’den yola çıkılarak yazılmış görünse de onu aşan birçok niteliğini hissettirir. Ama daha önemli bir şey var ki o da her okurun, kendinde bulduğu bir Anna Karanina tarafıyla hayata bakması. Çünkü okur yalnızlığına bir şahit tutmak ister. Tanıdığı, bildiği bir yüz değil bir ruh belki.
Roman kahramanıyla özdeşleşme, çoğu kez patolojik bir sorun gibi algılansa da sosyal medyada kahramanların adlarını alan binlerce okura baktığımızda normalleşen bir sorun olduğu ortadadır. Oysa gerçek okuma, bilincin kendini ötekileştirme tehlikesinden uzakta, kendi varlığını olumlayan, ona inanan ve her şeyden önemlisi kendiliğini değerli gören bir bilincin edimine dönüşmeli. Tıpkı üçboyutlu sinemada üzerimize doğru gelen oklardan kendimizi kurtarmak için sağa sola hamle yapmak nasıl sonradan gülünç geliyorsa, romanın da inandırıcılığını kurmacanın sınırları içinde düşünerek içselleştirmemiz gerekiyor sanırım. Bu, yukarıda sözü edilen inandırıcılıktan farklı olarak kendi sahiciliğimizi yıpratan, eksilten bir okuma olmamalı. Bunun ötesinde okuma biçimimiz, bizim nerede durduğumuzu belirleyen bir tavırdır ve bu sebeple romanı, toplumsal, düşünsel sürecimizin tarihi olarak algılamamız gerekiyor. Yazarın herhangi bir olay üzerinden gerçek ya da hayali bir kurguyla baş başa bıraktığı roman dünyasında okur, gerçek olmayan kahramanları değil yalnızca bu kişilerin temsil ettiği değer ve düşünceleri benimser aslında.
Roman göründüğünden fazlasıdır
Bireysel değil de toplumsal düşüncenin bir sonucu olduğunu kabul ettiğimiz bazı romanları Umberto Eco’nun “aşırı yorum” ya da “aşırı okuma” tabirleriyle değerlendirdiğimizde, o romanları görünür yüzeyiyle yani olaylar ve kahramanlar üzerinden okuduğumuz aşikârdır. Oysa roman, tıpkı buzdağı gibi göründüğünden fazlasını derinlerde barındıran bir türdür. Bu bağlamda Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’suna daha yakından baktığımızda yazarının on küsur sene II. Abdülhamit’in kâtipliğini yapmasını bir kenara bırakırsak, romanın aslında bir dönem analizini barındırdığı kolaylıkla fark edilebilecektir. Adnan Bey, boş zamanlarında ağaçla uğraşmayı sever ve onlardan masa, sandalye ve sandık yapar. (Ne tuhaf, birkaç sene önce Hollanda’da II. Abdülhamit’in yaptığı bir salon takımı yüksek bir fiyatla satılmıştır. Her padişah gibi II. Abdülhamit’in de bir mesleğe sahip olması adettendir.) Karısı ölen Adnan Bey, yeni bir eş arayışıyla Bihter’le evlenir. Ancak ölen karısına duyduğu sevginin yanında saygı da vardır. Belki bu, bu milletin geçmişe olan saygısı olarak anlaşabilir, kim bilir? Kocasından yaşça epey küçük olan Bihter, hırsları olan ve bir taraftan annesi gibi olmamak bir yandan da kendi varlığını yeni bir hayatla dengeleyebilmek için Adnan Bey’in çocuklarıyla da anne rolünü üstlenmek zorundadır. Bu rol yine ne tuhaftır ki Batı’nın Osmanlı karşısında takındığı role benzemektedir Bir yandan birtakım imtiyazlar peşinde Osmanlı’ya borç verirken bir yandan da başta Balkanlar olmak üzere Irak ve Suriye üzerindeki kopuşları da destekleme peşindedir. Adnan Bey’in bir evlat olarak gördüğü Behlül, Bihter’le yaşayacağı yasak aşktan habersiz uçarı dünyasında yaşamaktadır. Galiba benzerlikler, tuhaflığı aşan yakınlıklar kurmamızı; böylelikle tuhaflığı da normal karşılamamızı salık veriyor ki yazar, bizim Behlül’ü düşünürken Osmanlı içindeki kimi ekalliyetlerin tutumunun da buna benzer olduğunu hatırlamamızı istiyor. Tahriklere kapılarak kendilerinden beklenmedik eylemlere girişen ama yüzyıllar boyu barış içinde bizimle yaşayan milletlerin kalkışmaları gibi. Ya Matmazel’e ne demeli? Elçilikler yahut eğitim kurumlarıyla Batı’nın bizi bizden daha fazla düşünmesine benzemiyor mu? Adnan Bey’le evlenme hevesinde Bihter’den daha istekli olan Matmazel, batılı devletlerin bir rol kapma arayışından daha başka ne olabilir ki diye düşünmeden edemiyor insan. Daha da derin düşünüp birkaç romanda daha bunu yapsak ne gibi sonuçlara ulaşabileceğiz acaba?
Görünen o ki romanı nasıl okuduğumuz değil, romanın bizi nasıl okuduğu öne çıkıyor? Ne dersiniz?
Yeni yorum gönder