1963’te Kennedy suikastı ve ardından katil zanlısı Lee Harvey Oswald’ın da öldürülmesinin ABD’de masumiyet çağını bitirdiği söylenir. Karmaşık ve karanlık bir ilişkiler ağında konumları sürekli değişen gizli aktörlerin ellerinde tuttukları ulaşılmaz bir hakikatin, bireylerin hayatlarına ve ölümlerine hükmettiği yönünde köklü bir intibadır masumiyet çağını bitiren. Soğuk Savaş ortamında nükleer bombanın teoride bir diğer bomba düşmeden düşmeyeceği, pratikte her an her yere düşebileceği bilgisi gündelik hayatın altında nabız gibi atan bir gerçektir. Dönemin büyük anlatısı, üst üste binmiş bir paranoyalar bütünüyken, Kennedy’nin gizemli ölümü neyi ispatladığı belli olmayan çok güçlü bir kanıt olarak -yalnız Amerikan ulusunun değil- dünyanın belleğine kazınır, böylelikle elle tutulamayan, işaret edilemeyen o (illa ki) gizli gerçek, uzay-zaman dizinine raptiyelenmiş olur. Philip K. Dick’in (PKD) deyişiyle, “dünyayı manyaklar yönetmektedir.” Kendi hesabına paranoyak bir düşünce; ABD’de masumiyet çağını 1963’te Kennedy suikastı bitirdiyse, PKD’nin kariyerinin zirvesi, aynı zamanda “paranoyak kurgu” türünün de zirvesi olan Yüksek Şatodaki Adam’ın 1962 yılında yayımlanmış olması yeni Türkiye’nin popüler deyişiyle, manidardır.
“İkinci Dünya Savaşı’nı mihver devletleri kazansaydı ne olurdu,” sorusu üzerine inşa edilmiş alternatif tarih romanları arasında, Yüksek Şatodaki Adam kendisine has bir yerde durur. Savaşın üzerinden yirmi yıl geçmiştir; Hitler ölüm döşeğindeyken Naziler arasında daha köktenci bir grup güce yükselmek üzeredir, Japonlar galip tarafta olmalarına rağmen kendilerini soykırım tehdidi altında hissetmektedirler, Amerikalıların kendilerine ve kültürlerine olan saygıları yitip gitmiş, bir anlamda “tepenin üzerindeki şehir” yıkılmıştır. Kendi kimliği üzerindeki hükmünü yitirmiş Amerikan ulusu, nesli tükenmekte olan bir hayvan gibi muamele gören kültürünün ürünlerini parçalayıp zengin Japon iş adamlarına satarak piyasadaki değerini kaybetmemeye uğraşıyor ve neticede “orijinallerin” seri üretimiyle kültür “kiç”leşiyor. Bu ortamda Naziler, savaşı Amerika’nın kazandığını oldukça detaylı ve “gerçekçi” biçimde anlatan “Çekirge Serilmiş Yatıyor” adlı romanı yasaklıyorlar fakat kitap, ülkenin Japonya’nın egemen olduğu kısmında el altından da olsa dolaşımda. Kopya ile asıl arasındaki fark, daha doğrusu böyle bir farkın olmayışı herkesin bildiği ama kimsenin açıkça söylemeye yanaşmadığı ezici bir gerçek ve farkında olsun olmasın hiç kimse olduğu sanılan kişi değil. PKD’nin başyapıtına haksızlık ederek bu biçimde özetlendiğinde bile romanın hakikatin içine doğru büyüyen başka hakikatlerin varlığını irdelediği ve kimlik, ulus, tarih, kültür gibi kavramları üzerine tutturmaya uğraştığımız o tek büyük değişmez hakikat zemininin bir sanrıdan ibaret olduğu sonucuna vardığı söylenebilir. Bu hakikat zemini öylesine kaygandır ki, PKD’nin kendisi dahi üzerinde ayakta duramamış, o sanrıdan ibaret zeminin dışına doğru bir adım atamamıştır.
Yazar, ölümünden önce, 1963’te Hugo Ödülü’ne layık görülen Yüksek Şatodaki Adam için bir devam kitabı yazmayı umuyordu. Bu romanı yazdıktan sonra yazdığı pek çok öyküye romanın devamını getirme niyetiyle başladı, bu öykülerden bir kısmı -örneğin VALIS ya da The Ganymede Takeover- akıllara durgunluk veren romanlara dönüştüler. Gerçek dediğimiz sisteme (ister istemez) “yamuk” baktığı için dünyanın seğirdiğini görebilen PKD, Yüksek Şatodaki Adam’da gerçekliğin uzay-zaman matrisinde yekpare bir bütün olmadığını, parça parça ve aynı anda var olan anlatıların üst üste gelmesinden müteşekkil olduğunu ilan ediyor. Bu şartlar altında roman, devamıyla aynı anda var oluyor; kendisini, paranoyak bir titizlikle detaylandırılmış müstakil dünyasında, devamının yazılmasına lüzum bırakmayarak devam ettiriyor. Öyle ki yazar, Yüksek Şatodaki Adam’ı yazmakla kitapsız bir peygambere dönüşüyor. Okuru bu muammayı çözmek üzere PKD külliyatıyla baş başa bırakalım, Yüksek Şatodaki Adam’ın yazılışından elli küsur yıl sonra başka bir mecraya taşan akıbetine gelelim.
Görünüşler aldatıcıdır
2010’da Ridley Scott’ın, BBC için dört bölümlük bir Yüksek Şatodaki Adam mini-dizisi yapacağı duyurulduğunda, PKD takipçileri romanın emin ellerde olduğuna dair hissedilir bir şüphe ifade etmedi. Ne de olsa Scott, daha önce de bir PKD dünyası inşa etmişti. Yıllar içinde yapım öncesi aşama çetrefil hale geldi; yapımcılar, yazarlar ve mini-diziyi gösterecek olan kanal birkaç kez değişti. Nihayet, Yüksek Şatodaki Adam’ın, Chris Carter ile birlike X-Files’ın mitolojisini kuran yazar olarak tanıdığımız Frank Spotnitz’in senaryolaştırması, Ridley Scott ile PKD mirasçılarının yapım şirketi Electric Sheep yapımcılığında ve Amazon Stüdyoları için yapılacağı kesinleşti. İlk bölümü Ocak 2015’te yayımlanan diziye gelen tepkiler, ilk bakışta, dünya kurma yetisinden şüphe edilmeyen yönetmeni utandırmadı denebilir. 1960’ların fütürist estetiğinde halihazırda var olan ve PKD’nin de romanda çokça yararlandığı faşizan motiflerin potansiyelini gerçekleştiren, televizyonda, reklam sektöründe çoktan tüketilmiş bir dönemi alternatif tarih vizyonuna doğru dozda bir yabancılaştırma efektiyle oturtan kaliteli bir prodüksiyonla karşı karşıyayız. Fakat PKD’nin de her fırsatta hatırlattığı gibi, “görünüşler aldatıcıdır.”
Romanda, Nazilerin Afrika’daki herkesi öldürdüğü, köleliğin geri geldiği, Yahudilerin belirli aralıklarla gaz odalarına gönderildiği bir dünyada sıradan karakterlerin gündelik yaşamlarını takip ediyoruz; televizyon uyarlamasında drama dozu romanda geçmeyen işkence sahneleriyle daha yüksek ve karakterler arasındaki ilişkiler romanda mevcut olmayan bir entrika beklentisini çağırıyor. Romanda olaylar Japonların ılımlı yönetimi altındaki Pasifik Sahil kesiminde ve bağımsız Rocky Dağları bölgesinde geçerken; dizide esas aksiyon, Nazilerin sıkı sıkıya kontrol ettikleri Amerika’da geçiyor. PKD’nin Amerikalıların bir kez olsun dünyayı kurtarmadıkları, ulusal kimliklerinden utandıkları ve bu utançla kör topal biçimde başa çıkmaya çalıştıkları bir roman yazmış olması, bu romanın Amerikan televizyonu için yapılan bir uyarlamasında “tepenin üzerindeki şehrin” yeniden inşa edilmesinin önüne geçemeyecek belli ki. Romanda Nazizm ve ırkçılık dışarıdan gelen, karakterlerin iç dünyalarının dışına konumlanmış, onları kurbanlaştıran unsurlar olarak resmedilmezken; dizide karikatürize edilmiş Nazi subayları ve bütünüyle ırkçı kötü adamlar peydah olmuş, PKD’nin ırk ve ulus kavramlarına ancak ikircikli yaklaşabilen karakterleri, birer özgürlük savaşçısına, Nazi karşıtı direnişin sütten çıkmış ak kaşık neferlerine dönüşmüş. Romanda Naziler, Japonların yönetimindeki Pasifik Adalarını nükleer bombalarla dümdüz etme planları yaparken, PKD’nin karakterleri sanki Amerika’nın Pasifik’teki adalara attığı atom bombalarının utancını, gerçek dünyadan kurgusal dünyaya taşıyorlar. Halbuki dizideki karakterler ve karakterlerin birbirlerine göre konumları, soykırımcı Nazilerin hiç de ırkçı olmayan Amerikalılara yenik düştüğü dünyadan kurgusal dünyaya bu zaferin gururunu taşıyor. Bu temel çelişkiden ötürü, bütün o cilalı retro dekor katma değerine rağmen, ortaya PKD’nin romanının özünü ıskalayan bir uyarlama çıkmış diyebiliriz.
Yüksek Şatodaki Adam okuduğum yıllarda beni çok etkilemişti. Geçen yıllar içinde bir kaç kez daha okuma ihtiyacı hissetmiş ve filmi çekilir mi diye de düşünmüştüm. Söylendiği gibi eğer konunun özünden sapılmış ve yine bir Amerikan avantürü ortaya çıkmışsa izlemeye değmeyecektir diye düşünüyorum.
Yeni yorum gönder