Reha’yı bilirsiniz, Sait’in kardeşi, hangi Sait mi, canım Çakır Sait yok mu Ada’dan, onun küçüğü, zaten iki kardeşmiş bunlar, birbirlerini hiç görmemişler fakat, anlatanların yalancısı değilim, anlatanların hikayecisiyim diyelim bu seferlik, anlatmak sana mı kaldı diyeceksiniz, haklısınız, fakat ikisi de görünürlerde yok, ses soluk da çıkmıyor nicedir, yani ses soluk yok dediysem yanlış anlamayın, kelimeleri, cümleleri, yazıları, hikayeleri, kitapları orta yerde, abisi Sait’le aramızda çok yaş farkı vardı, öyle ki ben doğmadan 2 yıl önce karşı adaya göçmüş bu adadan, Reha da görmemiş, o da abisinin gidişinin ardından 1 yıl sonra gelmiş bu tarafa. Ne bileyim sürgüne mi gelmiş gurbete mi? Bu adamların ikisinde de ‘bulaşıcı bir neşe’ olduğu için bu sürgünün adasını da, karasını da hem neşeye boğmuşlar hem de istemedikleri halde o neş’eden neşet eden bir kedere. Onlara bir ad takmak isterdim, kardeşliklerine bir ad vermek gibi bir duygu bu. ‘Yusuflar talihsiz olur’ demiş küçüğü, eh ikisinin de pek talihli oldukları söylenemez ama yine de öyle demek istemem. Kim bilebilir ki hem, sözgelimi, sözgelimi ne demek yahu, aşkgelimi desene şuna, kendi sözleriyle Reha’nın “Zahiri ya da hakiki-yani sanki-kırk yıl Rana’yla evliydi” dediği gibi talihleri de olmuş. Hatırlıyorum, Reha’nın ‘karabatak’ gibi ortaya çıktığı günlerin birindeydi, bir haftalık dergide Rana’sını bulduğu ve onunla evlendiğinin müjdeli haberi vardı. Fotoroman gibiydi adeta, okumakla yetinmemiş bir de saklamıştım. Bir iki güzel huyumdan biridir, keser saklarım, sonra da o kadar çok şey kesip sakladığım için, ortalama 5 yılda bir onları okumaya, notlar almaya, ayırmaya kalkışır, yarısında bundan vazgeçer, evde küçük bir kağıt mezarlığı oluşunca da, onları sulamak, çiçeklendirmek zor geldiği için, 6 kat aşağı-asansörle değil merdivenle- indirip kağıt toplayıcıları alsın diye çöp kutusunun yanına koyarım...Reha olduğu için aklımda tuttum tabii, yani en azından ‘aşki’ bir durum olduğu için unutmadım, içimden kutladım ve muhtemelen de durumla ilgili bir kaç cümle kurdum kendi kendime. ’Demek ki hayat eskiden eski adamlara, kadınlara da nadiren de olsa böyle güzellikler, iyilikler yapıyormuş’ demiş olabilirim mesela. Buradaki güzellikler adama, iyilikler de kadına armağan oluyor haliyle. Sait’in kardeşi olunca 40 yıl sonra ilk sevgiliyi bulmalar, tabii daha da önemlisi onu unutmamalar, unutamamalar, o aşkla, o hevesle evlenmeler de doğal oluyor haliyle. Olsun ne kadar doğal da olsa insanın gözleri de yaşarıyor. Ben de o gözyaşları içinde ikisinin de, yüzlerini hiç görmediğim iki insanın, sanki nikah şahitleri benmişim gibi büyük bahtiyarlık duymuştum. Filmin sonunda aşıklar kavuşunca ağlayan ortayaşı geçkin kızlar gibi gözyaşlarımı saklama gereği duymamışsam da yine de sesli sesli ağlamanın yanlış anlaşılabileceği duygusuyla biraz ütülü, kolalı bir hislenim ihtiyacı duymuş, günümüzün pek çok veciz klişesinde olduğu üzere, sevinç gözyaşlarımı içime dökmüştüm. Zehirl çiçek olur da gözyaşı çiçeği niye olmasın, orada usul usul büyüdüklerini son yıllarda anlıyorum, tanıdık, tanımadık her insan ve durum için mebzul miktarda döktüğüüm gözyaşı meğer içimdeki bitki mi çiçek mi ağaç mı, yoksa benden habersiz bir orman mı oldu, her neyse, işte o gözyaşı bahçesinden geliyormuş...
Söz uçup yazı kalırsa diye Reha Mağden’in kim olduğunu bir hiçkimse olarak kendi eliyle, ağzıyla, sözüyle, yüzüyle buraya almak isterim, olur a yıllar sonra böyle bir ‘adamakıllı adam’ı merak eden birileri çıkar: "1955'de, 13 nisan'da, nevruz fezaya ağmasını bitirmemişken doğdu. yıldızı, savaş tanrısı ares'e ömrü boyunca öykündü; babasının 'kan dökücüsün' diye sevmediği ares'e... oysa o kan dökme pahasına yenilenin yanında olmak istiyordu. madişvili yusuf ile gonzolidze ayşe'nin; furtunzade hamdi ile yolonsalı saadet'in torunu; onların çocukları hamdi ile ayşe'nin, çağlayan'dan sonra gelen çocukları. sosyoloji okudu. üniversitede, felsefeye giriş ve kurumlar sosyolojisi dersleri verdi. sonrasında hep gazeteciydi... zahmetli ya da zahmetsiz beş çocuğu var. zahiri ya da hakiki -yani sanki- kırk yıl rana'yla evliydi. kalbinin kapısının anahtarı ellerinde, kovuğuna girerken 'ürkme reha' diyecek, yüzünü görmüş ya da görmemiş dostları var. lakin, ceddini mağrur, zürriyetini mamur edemedi... yaşadı, yazdı, öleyazdı... kayboldu, çıktı..."
Şu cümleleri de onun ‘öleyazdı’sından, kaybolup çıkmasından önce yazdıydım, o çıktıığında yakınlarda olmadığım için bir acele yeniden yayımladı yazdığım gazete.
“O benden bir yaş büyük, ben 50 olduğuma göre o da 51 yaşında demektir. Yazılarımda çeşitli vesilelerle birkaç kez adını andım, yazıları, hikâyeleri ve dergisinden doğru. Ama daha çok da hiç yüz yüze gelmediğimiz halde, sesinden, kelimelerinden, dertlerinden olacak, aramızda bir 'akrabalık hissi'ne kapıldığımdan 'canım arkadaşım' diye düşündüm onu. Vardır öyle arkadaşlıklar, bu hususta çok da yalnız sayılmayız, hem de yalnız sayılmak istemeyiz. 'Canım arkadaşım': Reha Mağden. 15 yıl önce küçük kız kardeşim Nazan'la aynı yayın kuruluşunda çalışırlarken, bir gece telefon etmişti, bir saate yakın konuşmuştuk. İlk hikâye kitabı Üçünün Nerkis'i de aynı günlerde yayımlanmıştı. 15 yıl sonra, içinde arkadaşlığın eski kelimelerini, sokaklarını taşıyan sesini yeniden duyduğumda, Haziran derler bir güzel ayda, Marakeş'in 'Medina'sında (eski şehir) seyyahlık ediyordum. 'Keçi'lerin müstakil mecmuası '...VS'yi yeniden yayımlayacağını söyleyip, bu kez benim de yazmamı istiyordu. Bu inada katılmamak, ortak olmamak mümkün mü? Yazdım elbette. Hazirandan Nisana dört sayı yayımladığı '...VS'de yazdığım ilk yazıda, mecmuanın ilk döneminde de yazmayı çok istediğim halde, kimseden bir davet gelmediği için yazamadığıma ne kadar üzüldüğümü anlattım. Şimdi orada hayat-ı hakiki'den sahneler, pasajlar, izlenimler, hislenimler aktarıyorum. '...VS' bir arkadaş dergisi, arkadaşlık, ahbaplık albümü. Mecmua bir albüm biçiminde çünkü, Lale Müldür ve Ömer Arakon'la başlıyor, sonra da genellikle, Sezai Sarıoğlu'nun deyimiyle 'bizim mahallenin çocukları'nın paslaşmasıyla devam ediyor. Mart-Nisan 2006 sayısının ana konusu, bugünlerin yakıcı gündemi olan Kürt sorunu. 'Kaçırma gözlerini, o senin kardeşin' başlığı altında esaslı yazılar toplanmış. Hepsinin adı birbirinden güzel başka bölümler de var mecmuada, Mahzun Gezegen, Alacakaranlık Kuşu, Saklı Sözler, Harflerin Akrebi ve Eflatun Mürekkep. Son sayfada ise Met-Üst'ün bize her zaman şiir gibi gelen çizgileri var. Mecmuayı iki türlü de okuyabilirsiniz, adı ikisine de yakışıyor çünkü, ister 'vesaire' diye, ister İngilizce 'Versus'un (Karşı) kısaltması olarak 'vs' diye. İkisi de bir arada niye olmasın? Çoğu zaman vesaire diye geçiştirilen ve 'Bunlar teferruat' diye küçümsenen ayrıntılarla 'karşı' çıkmıyor muyuz büyük harflerle yazılan sisteme? Reha'nın köşeyazılarını da iki yıldır 'Birgün' gazetesinde okuyorum. Bir süredir yazmıyor, özletiyor, anlattıkları kadar anlatımının da hayranıyım. Daha anlatacaklarının da. Reha ne mi anlatıyor? 'Vesaire' dediğimiz 'teferruat kabilinden' şeyler... Taşrayı, memleketi Ordu'yu, çocukluğunu, akrabalarını, arkadaşlarını... Ara sıra İstanbul'a da uğruyor, Burgazada'yı, iskeleleri, balıkçıları, hamalları, evsizleri anlatıyor. Veysel Atayman ‘Birgün'de yayımlanan, 'Ağlayan Çayırda 'Onunla' Bir Yolculuk' başlıklı nefis yazısında, Angelopoulos sinemasından hareketle, 'bambaşka bir tarih' yazmanın zorunluluğundan söz ediyor. Reha Mağden bu 'bambaşka bir tarih' yazımına soyunanlardandır, Atayman şöyle diyor: "Ece Ayhan'ın daktilosunu, o yığın içinde nankör emanetçisinden kurtarmaktır tarihi bizim kılmanın şartlarından biri. Nineler, dedeler, kendi öyküsünde efsaneleşmiş alçakgönüllü insanlar çoğaltılınca ortaya bir insan hazinesi çıkar. Bir hayat cümbüşü, gürültüsüz, ama renkli, kıpır kıpır." Reha'nın, hiç tanışmamış insanları 'akraba' kılan, şiir gibi hikâyeyi de 'yurdumuz' kılan hikâye kitapları ise Agora Kitaplığı'dan yayımlanıyor: Cehennemde Bir Şehit, Ah O Müstehcen Salınış, Yazgıların Tableti. Hayranlıkla okudum üçünü de. Belki Osman Akınhay, Reha'nın 'köşesiz' yazılarını da yayımlar da, 'Dostlarınız onlar sizin, yeter ki görün' cümlesindeki dostlarımızla da cem oluruz. Karaköy sahilinde olmasa da, belki Balat'ta bir esnaf meyhanesi olan 'Sahil'de, iki tek rakı eşliğinde yüz yüze gelir, hasret gideririz Reha'yla. Dileğimdir. Haziran da tam bu işe göredir, öyleyse şimdiden şerefine ve sağlığına canım arkadaşım Reha.” 12 Nisan 2006’ da yayımlanan bu yazı, çok değil 3 ay sonra 26 Temmuz 2006’da yeniden ve bir ‘veda’ yazısı olarak yayımlandı.
Yazısı, öyküsü cümlelerden çok dizelerle kurulmuş gibi olan, gülüşü bir cümleden çok bir dizeye benzeyen, elbette yazısındaki ve sesindeki cümleler ve dizelerden söz ediyorum, sözünden ve sesinden doğru yakın ve canım arkadaşım Reha’yla hiç yüzyüze gelmedik geçen 50 yılda. Sözsöze geldik, sessese geldik 5’ten çok 10’dan az. Onun kaybolup çıktığı gün de, bir şiir etkinliği için Montpellier’de bir köydeydim, bir kaç gazeteye yakın arkadaşı olarak ‘demeç’ler bile verdim! Öyleydik de, yaşımız tutuyordu arkadaşlık için, kafamız tutuyordu, ikimiz de Ankara’da, ikimiz de sosyoloji okumuştuk, ikimiz de troçkist olmuş ve ikimiz de emekliliğimizi sosyalist olarak, kalarak sürdürmeye çalışıyorduk, ikimiz de şiir yazıyorduk, arkadaşlarımız da birbirine ve bize benziyordu. Devrimciliği biraz dervişlik gibi görüyorduk. O divane aşık gibi divane bir devrimci de sayılır. Onu Latin aşık Marcello Mastroniani’ye benzetiyorlar, çeşitli filmlerdeki rollerine, ben de tuttum Les Yeux Noir(Siyah Gözler) filmindeki soylu aşığa benzettim. Babası AP’den milletvekiliymiş, ondan değil, Gürcü oluşundan da değil ama galiba ‘adamsoylu’, ‘insansoylu’ oluşundan doğru bir soyluluk. Ermiş Ayyaş Destanı diye bir film izlemiştim, filmde iş yoktu ama adı güzeldi, Reha’nın içmesinde de öyle bir ermişlik, bilgelik buldum hep. Gürcü Sosyalist Prens, Gürcü Sokak Prensi. Vedası siyah-beyaz bir mektup olan. Hepimize gidişinden önce bir yolluk olarak Kalem Ele Küsmeden bir kitap yazdırıp ona bir de önsöz yazan ve şöyle diyen: “Hercümerç bir sergüzeşt...Usulca ‘gönlü yetiştirme’ çabası...Sonuç bu...”
Sahil meyhanesine gittim Balat sahilinde, ama rahat uyu, orası kendini Boğaz’da bir restoran sanıyor artık. Daha önce gittiğimden mi, yoo, ilk kez gittim, kadehin biri senindi, orası seni çoktan unutmuş, zaten hiç gitmemişsin filan gibi bir şeyler gevelediler, eh öyle olunca ben de onları unuttum şimdiden. Sana şimdi bir ada rakısı, bir yaz rakısı, bir güz rakısı Sait’in kardeşi, hepimizin abisi. Şerefine, iyiliğine ve o güneşli kahkahana!
Yeni yorum gönder