“Latife Tekin’e sözcüklerle başlanır. Şiirle okunur. Sessizlikle anlaşılır.”
Adettendir, çok değerli, adeta ‘mucize’ kabilinden insanlar, hayatlar, yapıtlar karşısında dilimizin tutulması, elimizin tutulması, akıl, fikir, göz bunlar da tutulur elbet, tabii kalem tutulmasını da unutmamak gerek. Diğerleri kadar önemli değilse de, olsun, yazılıyorsa ona dair bir sözcük, bir cümle de yazmak gerekir. Kalem de tutulur. Latife Tekin karşısında benim yaşadığım aslında bunlardan biraz daha farklı, kuşkusuz bu saydıklarımın hepsine tutuldum ama galiba asıl olarak bir güneş tutulması, ay tutulması yaşadım, yaşıyorum.
"Bir havvakızının bile bunları yazabilmesi bana olanaksız geliyor"
Abarttığımı düşünenler olabilir, hayranlığımı abartılı bulanlar olabilir, fakat benimki ne hayranlık ne de abartı, ben sadece inanç sorunu yaşıyorum. Latife Tekin adlı bir kadının, bir dünya dilinde, ister Türkçe olsun ister Kürtçe, Arapça, Farsça, İspanyolca ya da artık hiç konuşanı kalmayan Ubıhça, kabile dilleri de dahildir bu söylediğime, herhangi bir dille bunları yazdığına inanmıyorum. Başka bir adı da olabilirdi başka bir kadın da, bir havvakızının bile bunları yazabilmesi bana olanaksız geliyor, insanüstü geliyor, mucizevi geliyor, ancak tanrının, doğanın sözünü taşımakla ‘vazifeli’ birinin bunları kaleme almış olabileceği düşüncesi beni biraz inandırıyor, yatıştırıyor.
Bir süre önce “Notos Öykü” bana ‘en çok etkilendiğim yazar’ı sorduğunda, ben soruyu hem öyle anladım ve yanıtladım, hem de doğal olarak ‘en çok sevdiğim yazar’ diye de. Fakat itiraf ediyorum, yanıtım doğru değil! Dergideki kısacık yazı yayımlanınca aklım başıma geldi, doğru yanıt şu olmalıydı: Benim en çok etkilendiğim, en çok sevdiğim şair Latife Tekin’dir. Nokta. Bir ademoğlunun bunları yazabileceğini ise hiç düşünmedim zaten. Evet Latife Tekin özellikle ilk kitabı Sevgili Arsız Ölüm’le Gabriel Garcia Marquez’e benzetilir, doğrudur da, o çapta büyük bir yazardır ama, onda olmayan başka bir şey daha vardır, Latife Tekin bir kadın yazardır ve bu onun için yazar olmaktan da daha değerli bir şeydir...Uzattım, şöyle demişim ‘en çok etkilendiğim yazar’ için:
“Dünyayı, doğayı, insanı, hayvanı, göğü, denizi, ormanı, en çok bahçeyi, varoluşun 7 değil 77 halini, yokluğun varlığa armağanı olan bir o kadar halini daha, bir anadili, Latife dili olarak yeniden doğurmasını ve bu dile her kitabıyla yepyeni oğullar, taptaze kızlar vermesini, kaç kitabı var, saymadım, kaç kitabı daha var, onu hiç saymam, bir deli çiçek ormanı gibi baştanbaşa söze, yaprağa dönüşmesini, üstü başı, içi dışı olan tabiatın ona, ve dolayısıyla bize bağışladığı bilgiyi, orda, öylece ve kendinde saklamayıp cömert bir sezgi denizi halinde, dönüyorsa dünyaya, varsa insanlığa, yazılıyorsa tarihe, kalmışsa vicdanlara, arınma, paklanma suyu olarak salmasına hayranım, bütün bunları yalnızca roman, yalnızca masal, yalnızca rüya, yalnızca öykü, yalnızca deneme, yalnızca şiir olarak değil, çünkü o bunlarla daha neler yaptı, yapıyor, kalbimizin, aklımızın, gözümüzün tam ortasına bir ışık olarak çakmıştır, öyleyse aşk olsun ona ki, o yalnızca benim değil, onu hiç bilmeyen yoksulların da Latife’sidir.”
Demek ki şair olduğunu söylemek gerek. İyi de şair olmak da edebiyata dahil bir şeydir, şair olursunuz, yazar olursunuz, eleştirmen olursunuz, ezcümle edebiyatçı olursunuz olmasına da, Latife Tekin’in yazdığı ya da aslında söylediği demeli, belki de yaptığı ve eylediği şey de diyebiliriz, ‘olmak’la ifade edilecek, karşılığını böyle bulacak bir şey değil ki. Bir şey olmak değil, bir şeye karışmak, onunla birleşmek, onunla bütünleşmek, onun içinde erimek, velhasıl içinde ‘olmak’ filii varsa da, kaybolmaktır onun yaptığı.
Latife Tekin’in kitapları ‘roman’ olarak yayımlandı ama eleştirmenler, yazarlar, şairler onları ‘roman’dan çok ‘şiir’ diye okudular. Şiirsel romandan şiirsel düzyazıya kadar pek çok tanım da yapıldı. Şairlerse onları ‘şiir’ diye okudular ve bunu söylemekten çekinmediler. Tekin de kendisini romancılardan çok, şairlerin yanında gördüğünü, hissettiğini söyledi ki, bu da şiire, daha çok romana, Latin Amerika romanına ve özellikle Marquez’e yakıştırılan ‘büyülü gerçeklik’ kavramının ‘büyülü şiirsellik’ diye de okunabileceği gibi, ‘şiirsel büyü’, ‘şiir büyüsü’, ‘şiirin büyüsü’ ve bana kalırsa da, tüm bu kavramsallaştırma çabalarının sonunda ve dışında yalnızca, şiirle büyülenen ve şiiri de büyüleyen, şairleri büyüleyeli çok oluyor zaten, bunu söylemeye bile gerek yok, Latife Tekin için söyleyebileceğimiz bir şeye götürür:‘Şiir Büyücüsü’.
Büyücü. Daha iyisini buluncaya kadar, Latife için bunu söyleyebilirim. Daha iyisini, yani daha doğrusunu, onu daha çok kapsayan sözcüğü. Bunu da niye yazdım? Bulamayacağımı bildiğim için. Başka bir sözcük bulsam, onun da Latife için daha iyisinin olduğunu düşüneceğim ve sonunda anlayacağım ki, tek bir sözcük yetmiyor onun için. Öyleyse yetinmek sevindirsin. Latife Tekin her şeyin büyücüsüdür. Başta yazı, yok yok şiir, hayır hayır tabiat, o da değil kadınlar...diye sıralamaya girişirsem yine karar veremem diye bir öncelik sıralaması yapmıyorum, her şeyin büyücüsü olduğunu söylemekle bir kez daha yetinip, bir kez daha seviniyorum.
"Tekin, yoksulların sözcüsü olmaya soyunmuş, fakat yenilmiş, kesilmiş ve kapatılmış bir dilin de dili"
Bazen bir insan hakkında yazdığımızda, konuştuğumuzda onu sevindiririz, onun bundan sevineceğini düşünürüz en azından, Latife Tekin için de bu geçerli olabilir ama, asıl önemli bölümünü unutmamak kaydıyla: Latife Tekin hakkında konuşmak, yazmak en çok yazanı, konuşanı sevindirir. İkide bir sevinmem bu yüzdendir yazının içinde.
‘Büyü’ ya da ‘Büyücü’ sözcüğünü daha önce de kullanmışım onun için. 2005’de yazdığım bir yazının başlığına bile çıkmış: “Mucizenin Büyüsü”. O yazı şöyle:
“Latife Tekin hakkında ne yazacağımı yine bilemiyorum. Bu, daha önce yapıtları üstüne bir-iki yazı yazdığım bir yazara ilişkin yeni şeyler söyleyebilme zorluğunun, sıkıntısının ötesinde bir şey. Daha önce “Latife Tekin Okuduğum Zaman” başıma nelerin gelebileceğini dilim döndüğünce anlatmaya, hatta bu yetmiyormuş gibi (yetmiyordu sahiden de) bir de bunu şiirle süslemeye kalkışmıştım. Bazı yazıları, ki Latife Tekin’in yazısı bu soydan bir yazıdır, yazıyla selamlamak yetmez, daha doğrusu öyle bir yazı karşısında yazı yetersiz kalır, ben de bu yüzden şiire sığınmıştım.O şiir için de bu yazı için de affola.
"Yoksulluk her zaman kusurludur"
Latife Tekin yoksulların diliyle yazdı, yoksulların dili oldu. Ama Latife Tekin aynı zamanda yoksulların sözcüsü olmaya soyunmuş, fakat yenilmiş, kesilmiş ve kapatılmış bir dilin de dili oldu. 12 Eylül 1980’de, tam da bu yazıyı yazdığım gün 25. yılını “kutladığımız” o milatta, susturulmuş, akışsız bırakılmış bu dil, yine aynı gün Latife Tekin’le sonsuz akışlı bir ırmağa dönüştü, açığa çıktı, taştı. Pelin Özer’in hazırladığı Latife Tekin Kitabı’nda kendisinin de belirttiği gibi “12 Eylül 1980’de, nerdeyse aynı gün, kapandım; sonbahar, kış boyunca yazdım. 1981’de Sevgili Arsız Ölüm’ü tamamlamıştım.” (agy, Everest Y., Mart 2005, s.11).
O yazmaya kapanır, yoksulların ve onların yerine söz almaya hevesli baştan “mağluplar”ın dili ise aynı gün açılır, akmaya başlar.
Latife Tekin’in bu kitaptaki cümlelerini, dizelerini, anlattıklarını,anlatmadıklarını, kısacası bu kitabı da yeni bir “Latife Tekin Kitabı” olarak okudum. Latife Tekin’in yeni kitabı. İnsan Latife Tekin’i okurken galiba şöyle düşünmeli: ”Okur olarak ben bu kitabı ve yazarı hak ettim mi?” Ben böyle düşünüyorum: Latife’nin bütün kitaplarını okudum ve kendimi ‘şımartılmış’ bir okur olarak hissettim. Pelin Özer’in Latife Tekin Kitabı’nda da onun macerasını okurken aynı duygu yinelendi: ”Ben bu hayata, bu maceraya okur olarak da olsa katılmayı, tanık olmayı hak ettim mi ?” Bu soruyu Latife Tekin’in her yeni kitabını okuduğumda yeniden soracağımı biliyorum.
Hasan Ali Toptaş ve Latife Tekin’le ilgili yazdığım yazıların birinde “Büyülü Gerçekçilik” deyimini kullandığımı hatırlıyorum ya da öyle sanıyorum. Yeni okuduğum bir kitapta, Modern Epik-Goethe’den Garcia Marquez’e Dünya Sistemi (Agora Kitaplığı, 2005, Türkçesi: Nurçin İleri-Mehmet Murat Şahin), Franco Moretti şöyle yazıyor:”Büyülü Gerçekçilik’ ifadesi ilk kez Alejo Carpentier’in Bu Dünyanın Krallığı adlı kitabında ortaya çıktı...La real maravilloso. Ne yazık ki tercüme edildiği gibi (ve kaçınılmaz olarak böyle adlandırılmaya devam edileceği gibi) büyülü gerçekçilik değil, fakat harikulade gerçekçilik. Vezin tekniği değil, fiili durum.”(agy. ss.270-271).
Ben ‘tercüme edildiği gibi’ Latife Tekin’in yapıtını ‘Büyülü Gerçekçilik’ ürünü olarak okumaya devam edeceğim. Bundan ‘harikulade’ ve bundan ‘Büyülü’ bir ‘gerçeklik’ olabilir mi?
"Politik hareket içindeki en ‘anneci’ kuşak bizizdir herhalde"
Demiştim, bazen hepimizin yerine söz alır Latife Tekin. Okurun da. Ama daha çoğu şairlerin, yazarların yerine demek istiyorum. Tıpkı 12 Eylül 1980’den sonra benim de ‘eve dönüş’ diye bağışlatmaya çalıştığım ‘şiire dönüş’ü aslına döndürür, yani anneye: ”Anneye dönüş. Biri çıkıp da o dönemde yazılmış öyküleri, şiirleri tarasa, hep birlikte ‘Anne !’ diye bağırdığımız duygusuna kapılır. Bizim kuşağımızdan söz ediyorum tabii... Politik hareket içindeki en ‘anneci’ kuşak bizizdir herhalde. Şaka değil. Çünkü bizi saran ruh, askeri bir müdahaleyle göğe uçtu. Annelerimizin varlığına kesinlikle sığındık biz.” (agy. s.106)
Mahmut Temizyürek “Konusuna dışardan bakamamış bir ‘yazar kusuru (!) vardır Latife Tekin’de” diyordu. Doğrudur. Yoksulluk her zaman kusurludur. O kusur ki Pelin Özer’e şu sözü söyletmiştir:”İnsan, eline kalem veren yazara hayatında bir kez rastlar ancak.”
Latife Tekin bazı kitaplarının İtalyanca ve Almancada başarısız çevirileri nedeniyle yayımlanamadığını belirtirken şöyle diyordu:”Zor kitaplar gerçekten, bana, çevrilmiş olmaları bile mucize gibi geliyor.” Ben de izniyle bu cümlesini tercüme etmek istiyorum:
” Mucize kitaplar gerçekten, bana, Türkçe yazılmış olmaları bile mucize gibi gelmiyor, hayır, dünyeadaki herhangi bir dille bu kitapların yazsılmış olması mucize, neredeyse imkansız geliyor.” Elbette, yalnızca bu kitaplardaki ‘mucize’den söz etmiyorum, bana, Latife Tekin diye bir yazarın, şairin, kadının varlığı mucize gibi geliyor en başta.”
Ben onu bir yaprak, bir su, bir ot, bir kaktüs, bir bitki, bir elma, armut, çilek, mandalina, nar, karpuz, akşamsefası, yaban, su, simurg, çocuk, fıstık, ışık, ay, güneş, gölge, sabah, öğlen, gece, avlu, yaz, koş, bahar, güz, bahçe ve orman olarak seviyorum. Ve bu hususta da yalnız olmadığımı biliyorum. Onlardan biri de “Latife Tekin’le Nebatat Dersleri” şiirindeki şu dizeleriyle bahçeye gelen Gökçenur Ç.’dir:
“Yürüyoruz pisipisi otlarının arasında;/ Yabani orkide sökmeye götürüyor bizi. /Katırtırnakları topluyoruz,/kokularını türkçeye çevirelim diye./Bugün sarı kokuları işleyeceğiz diyor/bir sap papatyayı ağzına atarken./Yarın su naneelerine geçeriz./.../ Bitkilere bakıyor, bitkilere dokunuyor,/bitkileri kokluyor, bitkileri yiyor./ Açıkça söylemedi ama bitkilerle konuşuyor/ve yanılmıyorsam/bitkiler de yanıtlıyor onu/bizim ortalıkta olmadığımız anlarda.”
Buldum galiba: Latife Tekin bir ‘yerli’. Zaten ‘yerli’ye de benzer yüzü, sözü, gözü. Tabiatın ‘yerli’si. O yüzden ‘Ben roman yazmıyorum ve edebiyatçı değilim’ demiştir, diyebilmiştir. Elbette böyle bir ‘yerli’ de hesabı yazıya değil, kadınlara, kuşlara, yoksullara verecektir, vermiştir, verir. Dünyaya da belki yalnızca bu nedenle gelmiştir.
Coşkulu ve anlamlı tanıtım için teşekkürler.
Masalsı olduğu için mi, acılara meydan okuduğu için mi şaka gibi?
Latife Tekin gibi büyü-k bir isim, ancak böyle afallanarak anlatılabilir. O'nun, edebiyatın kenarından geçemeyecek bazı yazarlara göre daha az anılmasına hayıflanmalı mı, yoksa gerçek okur olarak bu durumdan bencil bir keyif mi almalı bilmiyorum.
Yeni yorum gönder