Sinema ve edebiyatın yakın ilişkisi tartışılmaz. 1800’lerin sonlarında Lumiere Kardeşler’in treni gara girip de insanlar korkuyla kaçıştığından beri, başka bir deyişle sinema hayatımıza girdiğinden beri sinemanın edebiyatla flörtü devam ediyor. Kimi zaman dünyaca ünlü yazarların senaryo yazmaya soyunduğunu görüyoruz, kimi zamansa (genellikle) okumaya doyamadığımız başucu kitaplarımızı ya da kıyıda köşede kalmış keşfedilmemiş hazineleri beyazperdede görüyoruz. Böylece keşfedemediğimiz güzellikleri öğrenme fırsatımız oluyor ya da güzelim klasiklerin beyazperdeyle buluştuğu uyarlamalarda hata ararken buluyoruz kendimizi. Haliyle her ilişki gibi sinema edebiyat ilişkisi de sıkıntılı olabiliyor zaman zaman. Ama bu beyazperde uyarlamalarının en güzel ve temiz örneklerini genellikle İstanbul Film Festivali kapsamında bulabiliyoruz. Bu yıl 30.’su düzenlenen festival kapsamında, hem yerli hem de yabancı yapımlar arasında yine pek çok edebiyat uyarlaması çıktı karşımıza. Biz de bunlardan öne çıkan birkaç tanesinden bahsedelim dedik.
Çarpıcı distopya
Aklıma gelen ilk uyarlama, riskli olmasına rağmen güzel kotarılmış bir yapım olan “Never Let Me Go”, Türkçesiyle “Beni Asla Bırakma”. “Never Let Me Go”nun festivaldeki yeri benim için ayrı desem yanlış olmaz. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nden kısa bir süre sonra, vizyonda da sinemaseverlerle buluşacak olan bu film, İngiltere’de geçen sade ama çarpıcı bir distopya. Kazuo Ishiguro’nun aynı adlı çok satan romanından beyazperdeye uyarlanan filmde, “An Education” ile yıldızı parlayan ve aldığı övgüleri sonuna kadar hak eden Carey Mulligan’ın yanı sıra Keira Knightley ve Andrew Garfield karşımıza çıkıyor. Kazuo Ishiguro, bu kitapla 2005 yılında edebiyat dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olan Man Booker Prize’a aday gösterilmişti. Bu denli iddialı bir kitabı hakkını vererek perdeye taşımak zor. Ancak “Never Let Me Go” bunu büyük ölçüde başarıyor. Yurt dışındaki eleştirmenlerin düşünceleri de genellikle filmin başarılı bir kitap uyarlaması olduğu yönünde.
“One Hour Photo”nun yanı sıra çektiği başarılı video klipler ve müzik belgeselleriyle tanınan Mark Romanek imzasını taşıyan “Never Let Me Go”, çocukluklarını yatılı bir okulda birlikte geçiren Ruth, Kathy ve Tommy’nin hikâyesini anlatıyor. Hayatlarının farklı bölümlerinden kesitler izlediğimiz bu çocuklar, çok geçmeden insanlara organ sağlamak için üretilmiş birer klon olduklarını öğreniyor. Filmin kimilerinin aklında soru işareti yaratan sıkıntısı, “Neden kaçmıyorlar ki?” sorusuna çok net bir cevap verememesi. Ancak kafa yorulduğunda bunun da cevabını filmde bulmak bence mümkün. Onlara sunulan gerçekliğin dışına çıkmanın bir seçenek dahi olmadığı yönünde eğitilen çocukların çaresizliği, filmin ve kitabın temelinde yatan öğelerden biri…
Pastel renkleri ve atmosferiyle sadeliğini çarpıcı oyunculuk, başarılı görüntü ve sanat yönetimiyle destekleyen film, çaresizliği öyle bir kanınıza işliyor ki, “Ya ben olsaydım?” demeden edemiyorsunuz. Bu başarılı atmosferi yaratmada, Romanek’in çektiği video kliplerin etkisi olduğunu da düşünüyorum. Ruth ve Kathy’nin çocukluklarını canlandıran gencecik oyuncular Izzy Meikle-Small ile Ella Purnell’in de gayet başarılı olduklarını hatırlatalım ve ekleyelim: Eğer film festivalinde “Never Let Me Go”yu kaçırdıysanız vizyondayken mutlaka görün.
Gazete sayfalarından beyazperdeye
Festival kapsamında izleme fırsatı bulunan bir diğer edebiyat uyarlaması da “Tamara Drewe” idi. Edebiyat demeyelim de çizgi roman uyarlaması diyelim hadi… Önceleri Posy Simmonds’ın yarattığı, Guardian gazetesinde yayımlanan bir karikatür serisiyken, kısa zamanda çizgi roman olarak piyasaya çıkan “Tamara Drewe”un beyazperde uyarlamasında yönetmen koltuğunda, yine bir uyarlama olan “High Fidelity”den tanıdığımız Stephen Frears oturdu. Filmi, festivalin “Yıllara Medyan Okuyanlar” bölümünde izledik ve gördük ki 1941 doğumlu Frears mizah anlayışından hiçbir şey kaybetmemiş, hakikaten de yıllara medyan okuyor. Adını daha da sık duymaya başlayacağız gibi görünen İngiliz oyuncu Gemma Arterton, filme ve çizgi romana adını veren Tamara Drewe olarak karşımıza çıkıyor. İnsanların, küçüklüğünde “gaga” diye dalga geçtiği bir hayli “iri” burnunu estetik ameliyatla düzelttirip büyüdüğü kasabaya döndüğünde ortalığı ayağa kaldırıyor Tamara. Minicik seksi şortu ve daha da mini hokka burnuyla gerçekten de hiçbir olayın olmadığı kasabada şöyle bir tur attığında herkesin deyim yerindeyse dibi düşüyor ve birdenbire kasabanın en büyük olayı haline geliveriyor. Orijinalinde karakterlerin başarılı bir şekilde yaratıldığı düşünülürse, “Tamara Drewe”un uyarlamasında senaryoyu kaleme alan Moira Boffini ve Stephen Frears’ın birlikte iyi iş çıkardığı ve bunu perdeye güzel yansıttıkları söylenebilir.
Sundance’i karıştıran film
“24 Hour Party People”, “Code 46” ve “9 Songs” gibi filmlerin yönetmeni Michael Winterbottom, bu yılki festivale iki filmiyle birden konuk olmuştu. Bunlardan biri Jim Thompson’ın 1952 yılında yayımlanan romanı “The Killer Inside Me”nin aynı adlı uyarlaması. Türkçeye “İçimdeki Katil” adıyla çevrilen filmin oyuncu kadrosu ilk bakışta göz doldurmaya yeterli. Casey Affleck, Kate Hudson ve Jessica Alba’lı kadrosuyla dikkat çeken film, kadına yönelik şiddet içerikli sahnelerini kaçınmadan gösterdiği için eleştirmenlerin diline düştü bile. Filmin Sundance Film Festivali’ndeki gösteriminde bir hayli tepki aldığını, filmi izleyenlerden birinin “Böyle bir filmi Sundance’te göstermeye nasıl cesaret edersiniz? Sundance bunu göstermeye nasıl cesaret eder?” diye bağırdığını da ekleyelim. Ee, kitapta okuduklarımızı gözümüzün önünde görmek her zaman kolay olmuyor.
Bu arada festival kapsamında Sabahattin Ali’nin “Ayran” adlı öyküsünden uyarlanan ve pek çok festivalden ödülle dönen “Kar Beyaz”ın, Orhan Kemal’in klasiğinden bir kez daha beyazperdeye uyarlanarak sinemaseverlerle buluşan “72. Koğuş”un, Barış Bıçakçı’nın aynı adlı kitabından aktarılan “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”in ve dünyaca ünlü Japon yazar Haruki Murakami’nin “İmkânsızın Şarkısı”nın ve daha nicelerinin de gösterildiğini, üstelik büyük ilgi gördüğünü hatırlatalım. Büyük umutlarla sinemaya koşuyoruz sevdiğimiz bir edebiyat eserinin sinemaya uyarlandığını duyunca. Aklımızda bambaşka bir dünya kuruyoruz, o karakteri bambaşka yaratıyoruz, farklı giydirip farklı konuşturuyoruz. Kimi zaman, hatta belki de çoğu zaman sonuç hüsran oluyor. Ama bu festival döneminde şanslıydık ve edebiyatla sinemanın arasının iyi olduğu zamanlara denk geldik. Gönül ister ki hep öyle olsun…
Yeni yorum gönder