Hasibe Çerko, gezi yazılarını bir araya getirdiği Kristal Kentler’de şehirlerin klâsik tanıtımının ardına düşmüyor; şehrin ruhu ile kendi ruhunu bir coşku ile birleştirip şehirleri gezmiyor, adeta yaşıyor.
Şehir yazılarının tarihi çok eskilere dayanır. Gezmek, görmek ve seyahatten geriye kalan izlenimlerini paylaşmak insanın doğasında olan bir özelliği gibi aslında. Gezmek, ruha şifa olduğu kadar kelimelere de bir canlılık katıyor. Bunu, bilinen ilk seyyah olan Priskos’un sade anlatımında, İbni Batuta’nın hikmet dolu gezi yazılarında ya da Evliya Çelebi’nin şehirlere derin anlamlar yükleyen muhteşem seyahatnamesinde görmek mümkün.
Öykülerini büyük bir beğeni ile takip ettiğim Hasibe Çerko’nun Kristal Kentler isimli yeni kitabını görünce elbette klâsik gezi yazıları okumayacağımı tahmin ediyordum. Öykünün bilinen sınırlarını zorlayan ve kendi sesinin öykülerini yazan, bir ses ve pastoral şölen eşliğinde öyküler yazan Çerko’nun şehir yazıları da yine kendine has üslubu ile dokunmuş bir özelliğe sahip. Hece Yayınları arasında çıkan Kristal Kentler, künyesinde belirtildiği üzere anlatı türünde bir kitap. Elbette şehirleri gezerken öykünün ruhuna dokunmayı ihmal etmemiş Çerko.
Edebiyatın birkaç türünde eser veren yazar ve şairlerde birbiriyle paslaşan anlatım zenginliğini özellikle okuyucular için bir kazanım olarak görüyorum. Bir şairin denemelerinin ya da öykülerinin şiir tadında olması gibi. Hasibe Çerko’nun şehir yazılarında da öykünün köşede bucakta karşımıza çıkması da bu güzelliğin bir tezahürü.
“Bin yıllardan süzülen yaşamın taş aydınlığıdır hisar.” Kitap bu cümle ile başlıyor. Sıra dışı bir anlatımla karşı karşıya olduğumuzu daha girişten hissettiriyor yazar bize. Şehirlerin klâsik tanıtımının ardına düşmüyor Hasibe Çerko. Şehrin ruhu ile kendi ruhunu bir coşku ile birleştirip şehirleri gezmiyor, adeta yaşıyor. Bazen şehrin adına, sokağına, caddesine rastlayamıyoruz ama şehrin nefesini cümlelerin üzerinde hissediyoruz.
“Şimdi kum lekeli çiçek öbekleriyle bölünen bir keçi yolunda, bileğimdeki ezilme ağrısını yeniden şiddetli biçimde hissetmeye başlıyorum. O küçük maviliği elimde tutmamın tenimi iyice duyarlılaştırması yüzünden aşırı huzursuzum.”
“Düzgün taş merdivenli yollarda sıra sıra karanfiller ekili bir ev gözlerimi alıyor. Alçak damının ucunda hepsi bir tertip saydam taşlar yığılı. Evin dört duvarının taştan, çatısının taştan, çatıya örülmüş tek bacasının da taştan olduğunu söylesem nasıl duyarlar ki onu. Duymazlar asla.”
Şehrin sesini duymak
Kristal Kentler’i okuduktan sonra şehirlere bakış açınız değişebilir. Eğer bir şehre sadece yaşamak için bakıyorsanız, bu kesin. Büyülü bir gizem ve içsel bir tepki ile şehrin sesini duymaya başlayacaksınız şehrin de bir kalbi olduğuna inandığınız vakit. Çerko bunu hissettirmeye çalışmış kitabında. Onun öyküleri hakkında yazarken “pastoral bir şölen” ifadesini kullanmıştım. Şimdi aynı şölen karşıladı beni.
“Dağ yollarının taşları arasında süzülen güllerle nehir kıyısı boyunca uzanan ışıltılı yemiş ağaçlarını nasıl unuturum! Dev dallarından genelde olgunlaşmamış meyvelerle yüklü kiraz salkımları sarkmakta olan ileri kıyı kirazlarını, nehre doğru derinleşen patikaların bitiş çizgisinde kabukları ladin mi artık hangi ağacın lifleriyle bağlanmışsa asla çözülemeyen boş gezinti kayığını, taş yapıları, içerisinde yanan kocaman ateşte kırmızı alabalık pişirilen lokantaları da unutamam.”
Pocitelj, Sarajevo, Urfa, Blagaj, Halep, Yafa ve daha birçok şehir var yazarın kristal bir coşkuyla anlattığı. İçinizde sayısız renk, kulağınızda sizi uzak diyarlara davet eden bir ezgi eşliğinde bir şehirden başka bir şehre geçerken öyle bir huzura kavuşuyorsunuz ki masal gibi bir dünyada sanki uçan halının üstündesiniz. Tanıyıp bildiğiniz şehirlere bile farklı bir gözle bakmaya başlayacaksınız.
“Sarajevo. Göğün, alçaktan saran duru ve mavi salıntıları katışıksız bir yansımayla akıyor tarihi çarşıda: dükkânların önünü altın uyum ezgilere boğuyor; madeni tınılarla eğiliyor küçücük pencerelerin ışıkları.”
Ayrıntıları önceleyen ve sembollerin sanatla iç içe geçtiği bir üslubu var Hasibe Çerko’nun. Betimlemelerini hayal gücü ile birleştirerek canlı bir anlatım yoğunluğunu hiç kaybetmeyen bir metaforun içinden sesleniyor gibi ruha dinginlik veriyor onun seslenişi. Kentler kristal bir hal alıyor, ruhun yansıması ile karşı karşıya olduğumuzu sürekli hatırlatıyor yazar. Sokaklar canlanıyor, kentin sesi bir çınlama gibi kalbimize değip duruyor.
“Ah, sırların ihtişamı özlere, ışıklar ve sulardan üreyen balıklara, solduramayan renksiz gülün kuyusuna, sonra iplik iplik sarılan yollara, göğe açılan çiçeğe, küçük yeşil pencereleri tatlılaştıran suya… Bu kentin şarkısını söylüyorum.” Kentlerle gönül bağı kurmak gibi bir içtenliği var Hasibe Çerko’nun. Kentle bütünleşen ve aradaki bağı güçlendirmek isteyen bir iç dökme bu. Klâsik bir gezi yazısındaki gibi şehir rehberliği yapmıyor yazar. Şehrin gönül anahtarını sunuyor okuyucuya.
“Aslında, her mekânı kendime ait kılmak ve zahmetsizce kapılıp gitmek için bin bir renkteki çeşitliliği yakalamak arzusundan vazgeçemiyorum ve işte yine hatıralarıma katıyorum yabancısı olduğum kelimeleri.”
Farklı ve özgün bir üslupla karşılaşacak Kristal Kentler’i okuyanlar. Son söz kitabın arka kapak yazısı, Rasim Özdenören’den: Harcıâlem kalıplara alışmış okurun onu hemen anlamasını beklemiyorum. Kimseye benzemiyor, ne Faulkner’a, ne Virginia Woolf’a… Yok, benzemiyor, fakat… Evrenin kendi varoluşuyla birleştiği, içinin evrene dönüştüğü sınırda kanat çırpar o. Tek başına, yazın eyleminin bilincinde doruklara mesken tutmuş bir ozan Çerko. Üstelik yerli, bizden, bizim…”
Kristal Kentler’in şarkısını Hasibe Çerko eşliğinde terennüm etmek için ve kentlere bir de kalbinizin sesiyle kulak vermek için bir davet içtenliğinde Kristal Kentler’le yol arkadaşı olabilirsiniz.
Yeni yorum gönder