Nazlı babaannem onu dinlerken bir akrabasını yıllar sonra bulmuş gibi yaşarırdı. Boşuna değildi yaşarması, akrabalık duygusu da kadim bir şeydir, kabileden, aşiretten başlarsınız, sonra dil olur, lehçe olur, sonunda da bir aksan olur ve oradan akraba olursunuz: ‘Keder Aksanı’ diyelim ya da ‘Kahır lehçesi’. Bu da insanlar birbirlerini yitirdiklerinde birikmeye başlayan, ama bir daha birbirlerini bulamadıklarından ya da çok geç buldukları için, onca zaman saklanmış olan, o kavuşma için saklanmış olan, gözyaşlarının bir ağıt gibi dökülmesine, bir uzunhava gibi akmasına sebeb olan şeydir işte. Her neyse.
Mahmut Temizyürek’in babası mıydı ‘urufu su’ diyen, işte benim Nazlı baabaannem de bu gözyaşından, keder aksanından doğru akrabasının adını ve soyadını birleştirir, buluşturur, belki duysa hoşuna gidecek bir adla hatırlardı onu: ‘Ruhusu’.
Belki bir-iki, gülümseyerek ‘Babaannecim Ruhusu değil, Ruhi Su’ diye düzeltme çabasına giriştiğim olmuştur ama, sonra ya onun gülerek ya da benim ‘sanki böyle daha iyi’ diye düşünüp vazgeçmemle, ‘urufu su’nun bir adı da ‘ruhusu’ olmuştur.Şimdi oradan kalkarak tabii ne yakıştırmalar yapılır: Ruhusöz, ruhusaz, ruhunefes...
Nazlı babaannemle Ruhusu’nun akrabalığına bir sebeb de yaşıt olmalarıdır. Babaannem kesin değilse de, 1912 doğumluydu, belki bir-iki yaş küçük, belki büyük. Öldüğünde kemik yaşının 90 olduğu belirtildi. Ruhi Su da 1912 Van doğumlu, annesini ve babasını yitirince öksüzler yurdunda yetişmiş. Bazı anlatımlara göre ‘Birinci Dünya Savaaşı’nda kimsesiz, sahipsiz kalmış binlerce yetim çocuktan biri’dir. Babaannem de çok küçük yaşlarda, belki üç, belki beş, hem annesini, hem babasını yitirince, kimse bilmiyor, biz de bilmiyoruz, nereden bileceğimizi de bilmiyoruz üstelik, Abdurrahman dayısı atının terkisinde Ezurum Aşkale Sos ya da Hacıhamza köyünden alıp, Eskişehir’e Sarıkavak köyüne getiriyor. Eskişehir’in 16 Alevi köyünden biri Sarıkavak. Orada bibisi (hala) köyün tek Kürt ya da Zaza Alevisi olarak oturuyor, onun yanına bırakıyor dayısı. Sonra gidiyor. İki yalnız insan. Halası yetiştiriyor, sonra Garip dedemle evleniyor. Öncesini bilen yok. Halası da ölünce kimsesi kalmıyor akrabalarından. Yıllar sonra akraba olarak Arif Sağ’ın annesini ve halasını bulduk birlikte.
Hikayeler, hayatlar, kırımlar, kıyımlar, acılar iyice içiçe girdi, biz şimdi sese dönelim, sesin geldiği yere. Ruhi Su’yu sesiyle birlikte bir ‘efsane’ olarak tanıdık. Ne zaman bir tarih vermem gerekse, ne zaman iyiliklerin başladığı, coşkuyla anımsanan bir tarih belirtmem gerekse, ilk tanışmaların, ilk okumaların, ilk toplanmaların, geleceğe iyimser bakmaların miladı olarak 1968 çıkıyor karşıma. Belki tam o tarih değildir, yani olay mutlaka 1968’de geçmiyordur,1967’dir ya da 1969. Ama ne önemi var?
İlki 1968’in ağabeyi, ikincisi de kızkardeşi gibidir o tarihlerin. 1968 ortancadır. Küçük kardeş olacakken ortanca olmuş bir yıl. Öyle ya, devrimler, isyanlar, ayaklanmalar çoğunlukla küçük kardeşlerin işidir, uğraşıdır, mesleğidir. Ortanca, işte adı üstünde ortancadır, vakti ikindi midir, emin değilim. Tartımlıdır, düzenlidir, dengelidir, coşkusu yoktur ama dipten ve derindedir, belki de asıl liderler ortancalardan çıkar. Çünkü soğukkanlıdır, aklın buyruğundadır ve nedense kıyıcı bir yanı vardır ortanca olmanın, öyle büyümenin ve uzun sürmeden bir ortanca olarak ölmenin.
1968 iyiliklerin, tanışmaların tarihi. Benim Ruhi Su’nun sesiyle, sözüyle, sazıyla, efsanesiyle tanıştığım yıl. “Drama Köprüsü” türküsü o uzun kara plakta, belki de o sonradır, ya da bir kayıt bantta, her neyse o sesi duyduğumu biliyorum. Türkü, köprüleri havaya uçuracak kadar kararlı bir yükseklikte söylenirken, partizanlar, militanlar fişekliklerini kuşanmış, ellerinde çakaralmazlar “ferman padişahın dağlar bizimdir” duyguları ve coşkularıyla sadrazam konaklarınaa, köşklere yürürken, sanki adımlarını da o türküye uydurmuşlar, bir nakarat olarak adım atmaktadırlar, hem türkünün içlerine doğru hem de beyin, paşanın variyetine doğru. Belki de 1968 her şeyin miladı olarak yer ettiği için aklımda, geç tarihleri erkene alıyorum. Ruhi Su diye bir ses vardır artık genç ruhumuzu gezen ve aklımızı fikrimizden eden bir ses. Efsanesi de sesinden geride kalacak değil ya, sesi ne kadar büyükse, engin, geniş, derin ve uzunboyluysa, efsanesi de onun en az iki katı olmalı.
Köy Enstitüsü, büyülü zamanları işaret eder, köylü çocuklarının, kız, erkek demeden okumalarını, aydınlanmalarını ve aydınlatmalarını temsil eder. Hürrem Erman’lar, İsmail Hakkı Tonguç’ların kitaplarından, anılarından biliriz bunu. Öğretmenlerimizin bazıları Köy Enstitülüdür, olağanüstü yetenekli insanlardır. Keman da çalarlar piyano da, türkü de söylerler arya da, zeybek de oynarlar vals de yaparlar, topraktan da anlarlar hayvandan da, ilkyardımı da bilirler Fransız İhtilalinin tarihini de, Kuvay-ı Milliye’den de haberleri vardır Nazım Hikmet’in şiirlerinden de.
Bundan 40-50 yıl önce, böyle öğretmenlerin varlığı da mucize değilse nedir? Onların içinde de en çok efsane değeri taşıyan Hasanoğlan Köy Ensititüsü’dür, sanki orası ‘enüstü’lerin ‘enüstü’ gibidir. Ruhi Su işte oranın müzik öğretmenidir. İlkokulun dördüncü sınıfında keman çalmaya başlayan, 1936’da o zamanki adıyla Musiki Muallim Mektebini, 1942’de Ankara Devlet Konservatuarı Şan bölümünü başarıyla bitirerek, ‘aldığı klasik batı müziği eğitimi, ömrü boyunca kendini adadığı türkülerin yorum icrasına yaklaşımının kurumsal temellerini oluşturan’ Ruhi Su, aynı yıllarda Ankara Cebeci İkinci Ortaokulunda ve Hasanoğlan Köy Enstitüsünde büyük bir koroyu da oluşturacaktır.
Köy Enstitüleri deyince iki isim gelir aklıma müzik alanında, biri Aşık Veysel, biri Ruhi Su.‘Enüstü’lü çocukların hem doğulu, hem de batılı müzik zevki edinmeleri bu iki devin sayesinde olmuştur. Ruhi Su’yu aydınların yanı sıra, solcular ve Aleviler de candan benimser, Pir Sultan’dan semahlara Aleviliği ilgilendiren pek çok deyişi seslendirmesi, çalıp söylemesi, onun da Alevi sayılmasına yol açmıştır. Alevi, Ermeni, Kürt... Pir Sultan Abdal efsanesi gibi işte, herkes onu kendinden sanacak değil, sayacaktır. Asl’olan da sanmak değil, saymaktır.
Ruhi Su’ya taşralı, alaylı solcuların, korkuyla karışık bir hayranlık beslemelerinin nedeni biraz da onun aldığı müzik eğitiminden ileri gelir. 1970’lerdeki bu korkuyla karışık hayranlık, sonraki yıllarda Ruhi Su’nun Pir Sultan’dan semahlara, bilinmeyen deyişleri, ezgileri ve semahları sesine, oradan da kulaklarımıza taşımasıyla azalır. Korku gitmiş, yerini bizden birinin hem toprak kokan, hem kadim yurtların, sılaların özlemini büyüten sesi alır. Yurt bellediği öksüzlüğün duyurduğu ıssızlık, yalnızlık ve kimsesizlik tınılı makamlar ve bir daha asla geri dönemeyeceği, kavuşamayacağı akrabalar, yakınlar, aile acıları hepsi onun sesini beklemiştir sanki. O ses olmasaydı, o sesin öncülüğü olmasaydı bu toprakların acıları, ağıtları, kırımları, kıyımları, kıtlıkları nerede toplanırdı ve nerede ezgiye dönüşüp, kulaklarımızdaki pası silmeye değil hayır, içimizdeki pası, sisi derinleştirmeye, ne zaman başlardı, bilinmez.
Ruhu Su, sonra Ankara radyosunda on beş günde bir yayınlanan türkü programları düzenler, DTCF’de büyük bir koro oluşturur. Ankara Devlet Operası Sanatçısı olarak, Bastien Bastienne Satılmış Nişanlı, Madame Butterfly, Fidelio, Tosca , Yarasa, Aşk İksiri, Rigoletto, Figaro'nun Düğünü, Maskeli Balo ve Konsolos gibi operalardaki başarılarıyla, müzik çevrelerinde ilgiyle izlenen bir bas bariton olur.
14 Kasım 1952 akşamı, Ankara’da ‘Konsolos’ adlı oyunun provasından çıkarken tutuklanır, meşhur ‘1951 TKP Tevkifatı’ndan o da payına düşeni alır. İki gün önce de eşi Sıdıka Umut(Su) tutuklanmıştır. Ve istikamet 1944-45’lerde Nihal Atsız’lardan Alparslan Türkeş’lere Türkçü-Turancıların işkence gördükleri tabutlukları ve polis müdürü Ahmet Demir’le ünlü Sansaryan Hanı’dır. İkisi de TCK’nun meşhur 141. Maddesinden yargılanarak beşer yıl hapse çarptırılırlar. Harbiye Cezaevinde evlenirler, nikah şahitleri Behice Boran ve eşi Nevzat Hatko’dur. Eşi Sıdıka hanıma evlilik armağanı olarak Goya’nın bir albümünü verir. Ruhi Su, TKP davasından hüküm giyen Vedat Türkali, Mihri Belli, Ahmet Bilge gibi arkadaşlarıyla Adana’ya yollanır. Bir mahkumun eli diğer mahkumun eline zincirlidir. Jandarma eşliğinde otobüsle gönderirler Adana’ya. Gece Niğde ovasından geçerlerken Hasan Dağı’nı görürler. Ruhi Su devleşir ve o ünlü türkünü söylemeye başlar, yoldaşlarının duygularını anlatmaya ise kelime yetmez: “Hasan Dağı, Hasan Dağı/Eğil eğil eğil bir bak/Sıkıyor zincir bileği/Jandarmada din, iman yok./.../Gidiyor kalktı göçümüz/Gülmez, ağlamaz içimiz/İnsan olmaktı suçumuz/Hasan Dağı insan olmak.”
İnsan olmak suçu suçların en güzeli, en iyisi, en haklısı, en doğrusu olmalı ve herkes o suçu ömrü boyunca işlemeli. Ruhi Su, yaşamı, geçimi, geleceği pahasına o suçu hep işledi. Çünkü insanı kutsal bilen bir kavmin mensubuydu. Ta 1950’de, insanlık suçunu işlemeye başladığı yıllarda söylemişti zaten: “Yaratan bizleri insan yarattı/ Muhabbet insana cana muhabbet” diye, sonra da sözünün ucunu bırakmadı ve ‘Tevhit’te:”Benim Kabem insandır/kuran da kurtaran da/insanoğlu insandır” dedi. İnsanı göğün yedinci katına yükselttiği gibi, insanlık suçunu da böylece yedi kat daha işlemiş oldu. Türkü söylemesi de bir aşk haliydi onun insanı sevmesi de:” Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı ne de ben onları.”
Ruhi Su’yu ‘Drama Köprüsü’yle, "At martini de bre Hasan dağlar inlesin” sözleriyle tanırken, bir daha Sansaryan Hanı’na düşmemek için sözlerini kendisinin yazdığı, kendisinin bestelediği türküleri de ‘anonim’ diyerek söylediğini bilmiyorduk.
Seferberlik Türküleri’nden Kuvayi Milliye Destanı’na, Yunus Emre’den Karacaoğlan’a, Pir Sultan Abdal’a, Köroğlu’ndan Dadaloğlu’na, semahlara, o güzel kapaklarıyla uzunçalarları hem dinler, hem okurduk. Abidin Dino’nun sözleriyle ‘Hitit yontusu gibi, yakışıklı’ adam Ruhi Su, sesiyle söylemiyordu yalnızca türküleri, bence bir marangoz gibi elleriyle de söylüyordu. Öyle ya marangozun şarkısı, türküsü, şiiri de ellerindedir. Bir çiftçinin ekini kaldırması gibi kaldırıyordu sesini yerden göğe doğru. Ve nereye indireceğini biliyordu gerektiği zaman. Mülk sahiplerine, iktidar sahiplerine sert, halka, yoksullara, emekçilere, Almanya acı vatanın yolunu tutanlara yumuşacık, okşayıcı bir biçimde. Ve bir demircinin kızgın demiri soğutması gibi, yükselip iniyordu sesi, alçalıp yükseliyordu. Bir ses anıtıydı, sanki sesi yontan bir heykeltraş belki de. Sesi öyle görklü, görkemliydi. Sonra kendi sesinden bir heykel oluyordu.
Çocukluğumuzdan başlayarak gençliğimizi onun türküleriyle geçtik. Bir fon müziği olarak değil elbette, arkada onun türküleri, önde biz gibi değil. Tam tersine önde onun türküleri koşuyordu ve nasıl bir nefesti ki o öyle. biz genç nefesimizle nefes nefese kalıyorduk yine de. Başka pek çok eğretileme de yapılır benzetme de, türküleri, deyişleri, nefesleri, ilahileri beyniyle, yüreğiyle, gözleriyle söylediği söylenebilir, öyledir de. Ama galiba Ruhi Su’yu düşününce, sesini düşününce, yazdıklarını düşününce, sesinin yoldaşı elleriydi demek geliyor içimden. Sanki nöbetleşe türkü söylüyor gibiydiler, sesi yorulunca elleri, elleri yorulunca sesi alıyordu türküyü sürmek, sürdürmek üzere. Ve ne diyordu yine en kutsalı olan ‘insan’ı yücelterek, överek: “İnsan sesi çalgıların en soylusudur, hiçbir çalgı insan sesinin anlatımına sahip değildir.”
Ben de nerdeyse bir 45 yıldır böyle düşünüyordum, şimdi Ruhi Su’nun sözlerini okuyunca doğrulandım ve ‘evet’ dedim, ‘Ruhi Su sizin sesiniz de en dokunaklı, en içli seslerdendir, sizin sesinizin anlattığı şeyleri de ben başka bir yerde, başka bir şeyde duymadım, işitmedim, hiçbir ses de sizin sesinizin anlatımına sahip değildir, sizin sesinizin anlattığını anlatamaz.”
Ruhi Su’nun sesi yalnızca geçmişi, gençliği değil, hiç geçmeyeni, kalıcı olanı da anlattığı için belki de ‘uzunsesli’ydi.
kesinlikle ödeme yapılıyor demişsin..!peki GetRichPtc nin üyelikten sonra verdiğini söylediği 5$ nazmaen veya nasıl hesabıma aktarılacak…Yardımcı olursan sevinirim.
Sakalına sağlık
Yeni yorum gönder