Bazen her şey aslında çocukluğu yazmak, anlatmak için bir bahaneymiş gibi geliyor! Romanı bilmem ya, şiir, öykü, portre yazmak ve film çekmek, belki o yarı yarıya sayılabilir, bisikletin, gazozun, oyuncak bebelerin, tel arabaların, tahta kamyonların, eh bir de plastik topların arkadaşıymış gibi geliyor. Öyle olunca da aslına bakarsanız hiç kimse yaşlanmıyor, hiç kimse büyümüyor, hiç kimse ölmüyor gibi sonsuz bir iyimserlik müzesi de kuruluverir içimizde. Kimbilir belki de taşralılara has bir alınganlıktır bu, onlar bir de sevgili şehirlerinden uzak oldukları için iki kere uzak sayılırlar çocukluklarından. Bunun iyi bir yanı da yok mu? Var. Sanki zaman donmuş, çocukluk da onunla birlikte durmuş gibi. Herkes aynı yaşta, herkes aynı yerde ve herkes aynı duyguda duruyor.
Coğrafya da belirliyor elbet insanı, halet-i ruhiye diye bir şey var. Çocukluk zaten başlıbaşına bir tuhaf iklim. Bir de neredeyse sizin kadar çocuk bir şehirde doğduysanız ve büyümeye çalıştıysanız her şey iyice tuhaf olacak, durum bu kadar tuhaf olunca da bir süre sonra her şey doğallaşacak, olağanlaşacak, deyim yerindeyse durum normale dönecektir. Normal gibi görünen şeylere karşı son zamanlarda insanların ihtiyatla yaklaşmasını düşünsenize...
Sessiz ya da usul sesli bir şehirden söz ediyorum, eski sesli. Uykuların ortasından geçen, çünkü alışırsınız artık uykunuzu bölmez, hava kuvvetlerine bağlı jetlerin sesleri sayılmazsa şehrin sesi duyulmaz, şehirde ses duyulmaz. Baharda karların erimesiyle kendine gelen Porsuk, akışlı olduğunu bildirmek için küçük derelerin abisi olarak ses verir.
Yıl 1965’e geldiğinde şehir sessizlikten sıkılmasa da, sonra sesten de yıkılmayacaktır, başka yerlerin seslerine yavaş yavaş kulak kabartmaktadır. O sessizlikle sesin tam ortasında, tam buluştukları anda, ses tam patladığı zaman oradaydım, sanki ikisinden birden doğdum, haftaiçi sessizlikten, Cumartesi-Pazar sesten. Ses bizi hem yeniden doğurdu, hem de bir efsaneye kavuşturdu, efsanemiz yoktu, doğdu ve hepimiz ona tanık olduk, Ben o günlerden kaldım işte kendime, tanıklık günlerinden. Adnan Özer’in çok sevdiğim bir şiirini hatırlıorum: “Bir sesevinde doğdum/inanırım çanların ölümüne/fırtına dinince/ kıyacağım kendime”.
Tanık olduğumuz şey az çok bu şiire benzer, o gün tüm şehir bir sesevi olmuştur ve adeta kendi sessizliğinden doğmuş gibidir. “Kırmızı Şimşekler” adlı fırtınanın doğuşunu da Orhan Erpek adlı 27 yaşında bir memur haber verir. Yarısı göçmen o şehre bir ses gerekir çünkü, bir şehrayin, bir şenlik, bir festival, Hıdrellez kutlamasının esrikliği tüm zamanlara yayılmalıdr. O sese hazırdır artık şehir, yalnızca kulaklarıyla değil, gönlüyle, içiyle de hazırdır. “Yıldızın Parladağı Anlar”a benzer “Sesin Patladığı Anlar” da bazen. Şehir sanki içten içe yıllarca o sesi beklemiştir ve efsane bir renk ve ses olarak aynı anda göründüğünde kimse şaşırmamıştır. Sabrın da içsel bir coşku olmasından mı yoksa? Sevincini dışa vurmadan usul usul büyüten, günü gelince önlenemez bir halk devrimi gibi ortaya çıkaran o büyük koza.
Bir insan gibi gelir bana o şehir, o yüzden genelleme yapamam, o yüzden ondan birini, onun sakini, sesi olan birini bile onu bırakıp da kolay kolay anlatamam, yazamam.
Gazetelerin arka sayfalarını boydanboya kırmızı-siyah harflerle ‘Anadolu İhtilali’ manşetlerinin kapladığı günlerdir. Şehre hem bir eğlence gelmiştir hem bir enerji, şehrin yüzüne gülümseme gelmiştir, gözlerine parlaklık, sözlerine canlılık ve trenler bile birden hızlanmıştır. Demek ki Pazar günü taşranın sessizliğinin kırılması için futbol şartmış ve kırmızı gömlekli, siyah pantolonlu bir genç adamın stadın ortasında görünmesiyle, şehir susadığı sesine kavuşuyormuş. Dinlenik sesine. Kalabak Suyuna yatırdığı sesine. Maçların transistörlü radyolardan kısık sesle dinlendiği, evlerdeki sıkıntının sevinç adlı bir yabancıyla tanışmaya başladığı, babaların Mavi Köşe’de neşeden içmek için ‘Es-Es’in gollerinin sıralanmasını beklediği Pazar günleri taşrada uzun bir sessizlikti ve iki gün sürerdi. Eskişehirspor’dan ve Amigo Orhan’dan sonra hüküm süren sesin ve rengin neşesiyle zaman da günler de su gibi akar oldu. Çok şey söylendi o günlere, o renklere, o seselere dair. Maestro dendi, büyük orkestra şefi dendi, 12. Adam dendi. Amigo Orhan. Sanki mahcupluğunu gidermek için kendiliğinden yeşil sahaya atlamış ve taraftarı ayağa kaldırmış, sessizliği ayağa kaldırıp ses fırtınasına dönüştürmüş bir genç adam. Tanju Okan’ın da ama, daha çok kalipso kralı Metin Ersoy’un ve İspanyolca şarkılar söyleyen Salim Dündar’ın arkadaşıymış duygusunu uyandıran adam. O şehir kulağımdadır, o ses içimdedir, o adam gözümdedir, o günler şimdidir. 15-20 bin Es-Es taraftarının doldurduğu Eskişehir Atatürk Stadı nefesini tutmuş o adamın yerden yavaşça doğrularak “Es es es ki ki ki es ki es ki es” çektirmesini beklemektedir. Düğün başlamıştır artık. Sözler, sesler, bağrışlar havai fişekler gibi, renkli kurdeleler gibi havada uçuşmaktadır. Ne küfür duyulur ne hakaret. Sahada gençlerden oluşan, gönüllülerden oluşan 11 kişi oynarken, tribünlerde de bir eğlence birliği şöleni sürdürmektedir. O günlerde Eskişehir’de manzara budur...
1981 ya da 1982. Es-Es’in zor zamanları. Eskişehir’de Beşiktaş’la karşılaşıyor. Beşiktaş yenerse şampiyon, biz yenilirsek küme düşeceğiz. Biz? Tabii Eskişehir. Ankara’da öğrenciliğimin son dönemi. Mine ile Rıza Köknar’ın evlerinde tv var, Mine sınıf arkadaşımız. Ders çalışıyoruz. Televizyon maçı yayımlıyor, Eskişehir 2-1 yeniliyor, maç zor tamamlanıyor, şehirde olaylar çıkıyor, ben finaller filan bir yana, rakıya başlıyorum o Pazar öğlesi. İçtikçe ağlıyorum, ağladıkça içiyorum, ağladıkça açılmıyorum, hayır kapanıyorum...Gözüm bir an televizyona ilişti. Yalnız değildim. O ses beni yalnız bırakmamıştı. Çocukluğumun sesi, fırtınanın sesi, o mahcup adam da sahanın ortasına oturmuş hıçkıra hıçkıra hüngür hüngür ağlıyordu. Artık mahcubiyeti filan kalmamıştı, çıplaktı, utanmadan, binlerce seyircinin önünde, hepimizin gözü önünde ağlıyordu ve bu gerçekten bir şehir de ağlyordu demektir. Şehrin sesi şimdi şehrin gözleri olmuş ve yasını döküyordu hepimizin yerine, hepimizin yasıydı onun gözlerinden akan, sesinden dökülen.
Eskişehir’e gittim yakınlarda, Adalar’da bir çayl bahçesinde arkadaşlarımın masasında karşılaştık, nice yazlardan sonra, nice sevinçler, mutluluklardan sonra, artık vaktiydi, dinginlik sularıydı, tanıştık. Çocukluğumla tanıştım. Aradan 45 yıl geçmiş miydi, geçmemiş gibiyidi. Çağdaş Gazeteciler Derneği Spor ve Barış Ödülünü vermiş Orhan Erpek’e, göğsünde Uğur Mumcu’nun fotoğrafıyla gitmiş. Ne iyi dedim, zaten Eskişehir gibi bir adamdır Amigo Orhan. Öyle yapar, kendi adına değil, başkasının yerine hep bir şeyler yapmış, gerçekleştirmiş adam. Bu yazı onun portresi elbette, işinden gücünden, geçiminden derdinden filan söz etmedim tabii. Nasılsa onun yüzü bir şehrin yüzü, onun sesi bir şehrin sesi ve onun mahcubiyeti bir şehrin mahcubiyeti değil midir? Bir şehrin portresini çizmeye kalkınca onun da portresini çıkarmış sayılırdınız. Onda çocukluğunuzu saklayan kocaman bir iyilik vadır. Sesinde vardır, gülüşünde vardır, tevazusunda vardır. Ona biraz bakarsanız çocukluğunuzun sizi eskisi gibi derinden derine çağırdığnızı duyarsınız: “Es es es ki ki ki Es ki es ki es!"
o günleri sendeyaşadım...muhteşemdi o beşktaş macında bende vardım
Yeni yorum gönder