Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Seyyahlar, Gezginler ve Sürgünler; Türk Edebiyatına Batı'ya gitmek




Toplam oy: 131
Türk aydını için merak ve keşif sahası olan Batı, edebiyatın farklı metinlerinde kendini göstermiştir. Evliya Çelebi’den Namık Kemal’e, Tanpınar’dan Haşim’e, Attila İlhan’dan Nuri Pakdil’e edebiyatımızın önemli isimlerinden kimi Batı’yı kurtlu bir elmaya benzetmiştir kimi ise orayı eşsiz görüp saat tik taklarına bile hayran kalmıştır. Avrupa görmüşlerin “gizli bir mukayese” barındıran metinleri ile Türk edebiyatında Batı’nın izlerini sürüyoruz.

Kuşaklardır bizden “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” ikilemini çözmemizi beklediler. Yalnız atalarımızın hayat hikâyelerini okudukça görüyoruz ki onlar bunu bir tercih meselesi olarak görmemişler ve hayatları boyunca çok okuyup çok gezmeyi bir arada sürdürmüşler. Seyahat kelimesi Arapça “Suyun yeryüzünde sürekli akması” anlamına gelen “seyh” kökünden türemiş. Bir yerde akmadan bekleyip suyu değil akıp giden suyu tercih eden atalarımız da ilim için şehirden şehre, medreseden medreseye yolculuk etmişler. Hem çok okuyup hem de çokça gezerek medeniyetlerini inşa etmişler. Çok gezmek deyince elbette aklımıza öncelikle İbn Batuta ve Evliya Çelebi geliyor. Hem gördükleri ve yaşadıkları hem de aktardıkları bilgilerle emsalsiz birer ansiklopedi- seyahatnameye imza attı iki seyyah da. Buhari’nin hadis derlemek için aştığı kilometreleri tahmin edebilirsiniz. Muhyiddin Arabi, Fütühat’ül Mekkiye’yi kütüphaneye kapanarak değil binlerce kilometre yolculuk yaparak kaleme aldı. Gazzali, İhya’sını kaleme almak için on yıl seyahat etti. Aslen Türkistanlı olan Farabî, nice ilim beldesine giderek “çok okudu”. Burada adını andığımız ve anmadığımız nice ilim erbabı için “seyahat”, okumak kadar önemli bir tedris yönetimi idi. Pek çok bilgiye, âlime, kitaba uzun ve zahmetli yolculukları göze alarak ulaştı bu insanlar.

Zamanla yollar, yolcular, yolculuklar, niyetler değişti. Başka bir dünya kuruldu. Asıl mevzuumuz da böylece başladı. Şimdi Aşiyan Mezarlığı’nda medfun bulunan Celal Yalınız’ı biz Sakallı Celal namıyla biliriz. (Kimileri de Celalli Sakal olarak anmış ki bu da epey isabetli bir tavır.) Daha çok aforizmalarıyla, nükteleriyle, fıkralarıyla hatırladığımız Sakallı Celal Türk aydınlarını: “Doğu’ya giden bir gemide, arkaya doğru koşup Batı’ya gidiyoruz kuruntusuna kapılan yolculara” benzetiyor. Avrupa’ya sefer veya zafer için değil aydınlanmak ve oradan devşirdiği medeniyeti bu topraklara taşımak için giden münevverlerimizin orada gördükleri ve görmediklerini okumaya tabi tutmakta fayda var.
“Avratların cenneti”
28 Çelebi Mehmed’in Fransa Sefaretnamesi -her ne kadar ilk olmasa da- bizim bugün anladığımız batıya bakışın miladıdır esasen. Şimdilerde Lale Devri ismiyle biliyoruz o günleri. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa bir heyet oluşturur. Heyetin başına da Yirmisekiz Mehmed Çelebi’yi getirir. Mensup olduğu Yeniçeri ortasının isminden dolayı “28” olarak anılan Mehmet Çelebi, 1718’de imzalanan Pasarofça Antlaşması’nda devleti temsil etmiştir. 400 kişilik bir heyetle Fransa’ya giden Mehmet Çelebi’nin kaleme aldığı Sefaretname hakkında Ahmet Hamdi Tanpınar: “Bu kitabın hemen her satırında gizli bir mukayese fikrinin beraberce yürüdüğü görülür» der. Batıya büyük bir merakla bakan Çelebi orada halkın büyük bir merakla kendine bakışına şahit olur. Fransa için “avratların cenneti” der. Kadınların sosyal hayattaki rolünü anlatır. Bir beyzadenin avamdan bir kadına saygıyla davranması dikkatini çeker. Ulaşımı ve şehirleri övgü ile anlatan Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Opera’ya, Rasathaneye gider; seraları dolaşır. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi’nde Çelebi için “Ahmed III›ün sefiri Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 1721›de gittiği Paris›i, Evliya Çelebi›nin Viyana›yı seyrettiği gibi Kanuni asrının şanlı hatıraları arasından ve bir serhat mücahidinin mağrur gözü ile görmez. O, XVIII. asır Paris›ine Karlofça›nın ve Pasarofça›nın milli şuurda açtığı hazin gediklerden ve devlet işlerinde pişmiş zeki bir memurun tecrübesiyle bakar” tespitinde bulunur.

Aklın varsa Paris’e git
Ziya Paşa’nın “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslam-ı bütün viraneler gördüm” mısralarındaki anlatım hiç tek başına kalmamıştır. Abdülhak Hamid Tarhan’ın hocası Tahsin Efendi “Paris’e git bir gün evvel, akl u fikrin var ise/Aleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e.” Talebe Abdülhak Hamid ise ilk defa babasıyla birlikte gidip gördüğü Paris’e ilişkin “Bir Hatıra” şiirinde şöyle anlatır: “Paris, diyordu/Pek çok işitmişti Paris’i/On bir yaşında gördü ve girmişti mektebe/…/Kudret, birinci medrese etmişti Paris’i/Paris, diyordu/Mavi ipekten bir aşiyan.” Günümüz Türk şairleri de Paris’i överler, Ataol Behramoğlu: “Paristi, hüzünlerden hüzün beğen/Orada ölmek istiyordum/ Yazılmamış şiirlerimi/Ardım sıra sürüklüyordum” der. Attila İlhan alır sazı ve “Paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım/kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım” diyerek sözü sürdürür.
Marx’ın komşusu Namık Kemal
Namık Kemal’in Londra’ya gittiği 1867 yılında, Karl Marx da Londra’dadır ve Das Kapital’in ilk cildini yazmayı o yıl bitirmiştir. Namık Kemal ile Marx aynı sokakta otururlar. Namık Kemal’in, Londra’da Charles Dickens’ı ve Victor Hugo’dan baba-oğul Dumas’lara kadar ne bulduysa okuduğu, Shakespeare’in oyunlarına gittiği, Times’ı ziyaret edip baskı kâğıtlarının miktarı ve matbaa makinesinin bir saatlik verimini araştırdığı bilinir ama Marx’tan hiç bahsetmez. Londra’yı medeniyetin timsali olarak anlatır ve “Bütün dünyayı dolaşmaya ne hacet” der idealleştirir Londra’yı. Adalet sistemini, şehir yapısını, eğitimi, kütüphaneyi, ticaret hayatını över. Beri yandan o tarihte Namık Kemal’in çıkardığı İbret gazetesinde Paris Komünü haber konusu olmaktadır ve Namık Kemal de yazılarıyla Paris Komünü’nü destekler. Hatta Hıfzı Topuz’a göre Namık Kemal, Paris Komünü’ne bizzat katılmıştır.

Avrupa’da bir cevelan
Ahmet Mithat Efendi, 1899’da İsveç’in başkenti Stocholm ve Norveç’in o tarihte adı Christiania olan Oslo şehirlerinde düzenlenen, Müsteşrikler Kongresi’ne ve Paris Sergisi’ne katılmak üzere uzun bir yolculuk yapar, yolu da olabildiğince uzatmaya çalışır. Ahmet Mithat Efendi; İtalya, Fransa, Danimarka, İsveç, Norveç, Almanya, İsviçre ve Avusturya’ya uğradığı bu geziden dönüşte izlenimlerini Avrupa’da Bir Cevelan ismiyle kitaplaştırır. Paris, Viyana, Berlin gibi büyük şehirlere uğrar. Gerçi romanlarında da gitmediği veya yazıldığı esnada henüz gitmediği diyarları anlatan “hâce-i evvelimiz” bu kitabında şahitliklerini kaleme alır. Bir doğubatı sentezi taraftarı olan Ahmet Mithat, romanlarında batının maneviyatının büyük fenalıkları olmasına karşılık insanı kendisine hayran bırakan özellikleri olduğunu vurgulamıştır. Paris’te Bir Türk, Rikalda yahut Amerika Vahşet Âlemi bu tarz kurgu kitaplarındandır. Peki, Avrupa’da neye hayran kalmıştır? Paris’te matbaalardan etkilenir, yolda çamur görmemesine şaşırır. Eyfel Kulesi’nin anca ikinci katına kadar çıkar. Daha yukarı çıkmaya mecali elvermez ve okuruna ister acıyın, ister ayıplayın der. İsviçre’de bir saatçiyi gezerken gördüğü saliseleri gösteren saatler, “biz dakikalara bile önem vermiyoruz” diye hayıflanmasına sebep olur. Marsilya’da tuğla ve kiremit fabrikalarından numune alır ve İstanbul’da bir benzerini kurmayı hayal eder.

Tanpınar’ın Paris’i
Yahya Kemal Beyatlı’nın 19 yaşındayken gittiği Paris’e Ahmet Hamdi Tanpınar, 52 yaşında gidebilir. Bu pek çok Türk aydını için çok ileri bir yaştır. Kendisi de bu durumdan şikâyetçidir. Sağlığı yerinde değildir. Rahatsızlığı sebebiyle kan kusar. Nasırı da fena canını yakar Tanpınar’ın. Günlüğüne şunları yazar: “Yirmi bir sene evvel gelmem lazım gelen yere şimdi geliyorum. Bugünkü Avrupa, fikirlerimin, itiyatlarımın (zihni) ve ideallerimin hazin bir mezarlığıdır. Hakikatte ben Avrupa’da bir hortlak değilse bile, bir artık gibi dolaşıyorum.” Yine de Brueghel’den Van Eyck, Picasso ve Miro’ya pek çok ressamın eserlerini görür. Seinne Nehri kıyısındaki sahafları dolaşır. “Potemkin Zırhlısı” filmini bir propaganda filmi olduğu için eleştirir ve beğenmez. Paris’e uçakla giden Tanpınar’ın Yaşadığım Gibi kitabında yer alan “Bir Uçak Yolculuğundan Notlar” başlıklı yazısı çok güzeldir. Notre-Dame’da başıboş düşüncelere kapılır. Org sesinden etkilenir. Montparnasse Garı’nda duvara yaslanmış armonika çalan görme engelli adamı görünce Âşık Veysel’i hatırlar. İkisinde de aynı iç aydınlığı olduğunu vurgulama ihtiyacı duyar. Hugo’nun, Verlaine’in hatıralarının peşinde giderken “hatıra enflasyonu” yaşadığını hisseder. Daha önce Paris’e giden Türk aydınlarına sitem eder Tanpınar: “Baudelaire’in öldüğü günlerde, bizim Tanzimatçılar, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa Paris’te idiler. Fakat hiçbiri ondan bahsetmez. Zaten Tanzimat neden bahseder ki? Onlar Avrupa’yı başları sıkıldıkça uğranılan attar dükkânı gibi bir şey sanıyorlar, alacaklarını aldıktan sonra çabucak kapıyı kapatıyorlardı.”
Zoraki bir Avrupa seyyahı: Ahmet Haşim
Seyahate çıkmayı bir “hârikuladelikler avı” olarak tanımlayan Ahmet Haşim, kendini iddialı bir avcı olarak görmez ve Paris gezisini anlattığı satırlarında “Öyle olsaydı, şu kötü Avrupa’ya değil, arzın daha bâkir bir mıntıkasına gitmenin yolunu araştıracaktım” diyen Haşim’in yolu daha sonra da sağlık sorunları sebebiyle Frankfurt’a düşer. Meşhur Frankfurt Seyahatnamesi’ni de bu vesile ile kaleme alır. “İlk adımda bitmiş bir Almanya ile karşılaşmıştık” der Ahmet Haşim. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktıktan sonra bir türlü belini doğrultamayan, yüksek enflasyon ve işsizlik oranlarıyla mustarip Almanya’yı çok daha sıkıntılı günler beklemekte Naziler hızla yükselmektedir. 1932 yılında Almanya’da iki seçim yapılır, Naziler ilkinden yüzde 37, ikincisinden yüzde 33 oy alır. Diğer koalisyon alternatifleri tüketilince Adolf Hitler, Ocak 1933’te Şansölye olur. Almanya’nın çalkantılar içinden geçtiği bu dönemi, Ahmet Haşim “Caddeler” başlıklı yazısında anlatır: “Sarı bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde, uydurma bir kayış, uydurma bir matra ve bir muhayyel müstakbel seferin uydurma donatımı ile erken süslenmiş şu bayağı çehreli adamlar kim! Bunlar Hitler askerleridir. Etrafa yan bakarak, sessiz ve karanlık dolaşan kırmızı kravatlı gençler kim? Bunlar da Hitlercilerden daha hayırlı olmayan komünistlerdir. Akşam oluyor: lacivert gece, bin bir ışık beneğiyle caddeleri dolduruyor; karanlık köşelerde siyah mantolarına sarılmış birtakım korkak, genç kadın çehreleri belirdi. Bunlar bir değil, iki değil, belki binlerden fazla! Bunlar ne? Bunlar da açlığın günden güne arttırdığı kıt müşterili Alman gece fahişeleridir. Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.”
Pakdil’in “Batı Notları”
Nuri Pakdil’in kurduğu Edebiyat Dergisi, 1972’den itibaren kitap yayınlamaya başlar ve ilk kitap Batı Notları’dır. Fransa’da bir seminer vesilesiyle yaptığı Avrupa yolculuğunu, izlenimlerini ve tespitlerini kitaplaştıran Pakdil, “Batı, geometrisi ve ‘eşya ateşiyle’ karşıladı beni”, “Uyandım gözüme plastik bir güneş parçası yapışmıştı. Uzun süre silmeye uğraştım. Niçin güneşi plastik Paris’in? Çünkü yükselen Batı isi, güneşle Paris’in arasında kalın bir duvar. Bu is, bildiğimiz baca isi değildir. O yüzden temizdir Paris’in havası. Biz Doğuluların, Doğulu duygusuyla hissettiğimiz, yorumu da bize ait olan bir is” diyerek Avrupa’ya bakışını özetler. Heykellerin çokluğundan şikayet eder Pakdil. “Taşın bile fıtratını bozdular” der. Roma için “put kuyusu” der. Batı Notları’nda İstanbul ve Paris’i şöyle karşılaştırır: “Şimdi İstanbul’da ne kadar güvercin varsa, belki Paris’te o kadar köpek vardır. Güvercin bir sevincin, bir yükselişin, bir umudun simgesi ise; köpek, bir yalnızlığın, bir korkunun, savunma gereğinin Parisliye yapışık belirtisi olabilir.”
Nuri Pakdil, batıya baka baka boynumuzun tutulmasından bahsediyordu. Gerçekten de batıya bakmak ve batı hakkında yazmayı esas alan bir nicelik açısından zengin bir literatür inşa etmiş durumdayız.
Batı hakkında yazmaya devam edeceğiz besbelli…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.