Çarmıha gerildikten sonra dirilen İsa havarilerine göründüğünde, Thomas, şüpheci Thomas, peygamberinin dirildiğine inanamaz; ikna olmak için İsa’nın çarmıhta almış olduğu yaralara dokunmak ister. Caravaggio bu sahneyi resmederken, İsa’nın yüzüne, on iki havarisinden biri olan Thomas’ın kendisinden şüphe duymasından kaynaklı bir öfke ya da hüzün yerleştirmez; bilakis, İsa, Thomas’ın elini tutarak onu yaralarına dokunması için teşvik etmektedir. Çünkü İsa da, Thomas da bilmektedir ki bir beden, ne kadar kutsal olursa olsun hasar görmeye açıktır, incitilebilir. Bedeni, toplumsal uzamından tecrit mümkün değildir; bir bedene sahip olduğumuz sürece birileri gözlerimizi oyabilir ya da metro çıkışı evimize yürürken hiç beklemediğimiz bir saldırıya maruz kalabiliriz. Peki, bir insanın gözlerini çıkarabilecek güce sahipsem ve bunu yapmaktan haz alıyorsam, o insanın gözlerini çıkarmama mani olan tam olarak nedir ya da bir insanı benim gözümde dokunulmaz, incitilemez kılan, onun bedeni mi yoksa bedeninden bağımsız var olan kişiliği ya da sahip olduğu haklar mıdır?
Simone Weil, Türkiye’de felsefe kanonuna dahil olmamış bir felsefeci. İspanya İç Savaşı’nda gönüllü askere yazılan Weil, işgal altındaki Fransız halkının acıları karşısında açlık grevine girer... Mistik bir figür aynı zamanda; bir süre sonra Roma Katolikliğine de ihtida eder. Camus, onu çağımızın tek büyük ruhu olarak tanımlıyor; hatta, Camus’nün Nobel Ödülü’nü almaya giderken, önce Weil’in annesinin evine uğradığı ve Weil’in odasında meditasyon yaptığı da söyleniyor. Yetmiyor, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ondan alıntı yapıyor – Macron’un felsefe mezunu olduğu düşünüldüğünde o kadar şaşırtıcı görünmeyebilir, yine de Weil’in Türkiye’deki tanınırlığı malum. Türk okuru kendisini 1999 yılında Mor Yayınları tarafından yayınlanan Yerçekimi ve Tanrı’nın Lütfu kitabıyla ve geçtiğimiz yıl Ketebe Yayınları tarafından yayınlanan Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler kitaplarından tanıyor. Bilgimiz sınırlı; Simone Weil’in yaşamının son yılında Londra’da yazdığı Kişi ve Kutsal ise, Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından, Murat Erşen’in çevirisiyle geçtiğimiz aylarda yayınlandı. Kitap, Agamben’in deyimiyle iki sebepten ötürü bizi sorgulamaya davet ediyor. İlki, aradan yarım asır geçmiş olsa da kişi kavramının güncelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen koşulsuz eleştirisi, ikincisiyse demokratik kurumların, hukukun ötesinde yer alan ve o olmadan tüm bunların anlamlarını kaybedeceği bir ilkenin ateşli ve tutkulu bir şekilde aranması.
Simone Weil, kişiselcilik diye bilinen modern düşünce akımına, kişiyi kutsaldan ayırarak, kişiliğinin dışında her şeyin kutsal sayıldığını göstererek karşı çıkıyor: Her insanda kutsal bir şey vardır ama bu onun kişiliği değildir, insani kişilik de değildir. Kutsal olan o insanın kendisidir; kolları, gözleri, düşünceleri ve her şeyiyle o insanın tamamıdır. Kutsal olan kişi olmak şöyle dursun, tam da kişisel olmayandır ve tek kutsal budur. Weil’e göre, hak kavramı her şeyden önce kuvvete bağlıdır. Hak kavramını çatışmaların merkezine koymak iyilikseverlik dürtüsünü iki yönden engeller: Bana yaptığınız doğru değil derseniz, her insanda hiç değişmeden, hiçbir gerekçe olmadan varlığını sürdüren kendisine iyilik yapılacağı beklentisine, “bebeklikten mezara, her insan evladının yüreğinin derinliklerinde, işlenen, maruz kalınan ve tanık olunan onca cürümün deneyimine rağmen, ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilmez beklenti”yi uyarabilirsiniz. Fakat hukuki öznel hak, bu mefhumun tam zıttıdır; zira hak kişisel meselelere ilişkindir. Weil, kişi ve hak kavramları yerine, sorumluluk, yükümlülük gibi kavramları koyuyor; ona göre, sorumluluk, haktan daha temel bir ilkeyi imliyor.
Kişi ve Kutsal, Beauvoir’ın ve Sartre’ın sınıf arkadaşı, üniversitedeki hocası tarafından “neslinin ilerisinde” olarak nitelenen Simone Weil’i tanımak için iyi bir fırsat.
KİŞİ VE KUTSAL
Simone Weil
ÇEV: Murat Erşen
VAKIFBANK KÜLTÜR YAYINLARI 2018
Yeni yorum gönder