Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Şiirin kızkardeşi: Füruzan




Toplam oy: 1012
Füruzan’ın kamerasını dolaştırdığını görürüz insanların arasında, eviçlerini gezer gibi yoksuliçlerini gezer o kızların, çocukların, annelerin, babaların. Amatör bir psikolog olmaya soyunmadan dürüstçe tanımlamaya çalıştığı içleriyle karakterlerine can verir, onları sokaktan alır, yazıya yatırır, yeniden armağan eder okura, edebiyata ve kitaba.

 

 

Parasız Yatılı (1971) 40 yaşındaysa ben de 55 yaşımdayım demektir. Onu okuduğumda daha 15 yaşındaydım, o yüzden böyle bir cümleyle başladım yazıya. Yalnızca Füruzan’ın değil, Türk öykücülüğünün de başyapıtlarından Parasız Yatılı. Tıpkı hikayenin sık sık anılan o unutulmaz cümlesi gibi, “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.” Bazı çocuklar da o kitabı erken(den) okumuş olmakla hem övünecek hem de göneneceklerdir. Gönenmek de, dolmak, içine sıkı sıkı yerleştirmek, bir daha hiç unutmamak, hatırdan çıkarmamak, neredeyse artık onu bir mütemmim cüz gibi taşımak anlamları da vardır diye, ayrıca yazdım. Yani Parasız Yatılı sözkonusu olunca, onu karşılayan deyim ne olursa olsun bu anlamları içermeli, bunlarla dolu dolu olmalıdır diye düşündüm, hissettim ve istedim. O hep erkenci, hiç geç kalmayan çocuklardan biri saydım kendimi, zira, dedim ya, 15 yaşındaydım okuduğumda, o çocuklardan biri de eleştirmen Semih Gümüş’müş, onun bir yazısında okumuştum, Semih’le aynı yaşta olduğumuza göre ikimiz de lise yıllarında okumuşuz bu kitabı. Bir arkadaşım daha var ki o zaten Füruzan’ın Parasız Yatılı’sını(1971), Kuşatma’sını(1972) ve Benim Sinemalarım’ını(1973) okuyacak, sonra da ‘erken giden’lerden olacaktır bu dünyadan. Demek ki üç çocuk biliyorum en azından kendilerini parasız yatılı duygusuyla özdeşleştirip, o çocuklarla arkadaşlık etmek için aynı günlerde bu kitaba, yani Parasız Yatılı’ya yazılan.

 

Parasız Yatılı 35 yaşındayken, yani bundan 5 yıl önce, o çocuğu da anlatan bir yazı yazmıştım Radikal gazetesinde. 29 Kasım 2006 tarihli, “Füruzan 35 yaşında” başlıklı bu kısa yazıyı alıyorum buraya:

 

“Parasız Yatılı' ya da eskilerin deyimiyle 'leyli meccani'. Ki sonradan öğrendim, Ece Ayhan da Füruzan’la kitabın çıktığı yıl yaptığı bir konuşmada ‘bence leyli meccani’ diyor. Kendiliğinden, doğal olarak yan yana gelmiş sözcüklerin şiiridir belki de Türkçeyi bunca büyülü kılan. Bir de usta bir dokunuşla o sözcüklerden şiir ya da öykü yapılırsa, 'Yıldızın Parladığı Anlar'dan biri daha yaşanır. Sözcükler yoksullar içindir, yoksa 'yoksul' sözcüğü bu kadar 'zengin' durur muydu? Bunu bilenlerin başındaysa, şiirde Ece Ayhan, öyküde Füruzan, romanda Latife Tekin gelir. Onların elleri sözcüklere dokunduğu için, yoksulların yıldızının parladığı anlar da yaşandı bu ülkede. 35 yıl önce Füruzan'ın ilk öykü kitabı Parasız Yatılı (1971) ile yoksulların ne kadar zengin olduğunu da gördü Türkiye. Parasız Yatılı benim de 15 yaş kitabım. Parasız yatılı değildim ama henüz 15 yaşında, lise 1. sınıfta okurken Eskişehir'den Ankara'ya 'sürgün' 
edilmiş bir öğrenciydim ben de. Parasız Yatılı Ankara'da satın aldığım ilk kitaptır. Bilgi Yayınevi'nin dar, uzun tasarımıyla sunulan, kapağındaki kocaman gözün 35 yıldır kederle baktığı bir kitap. Ve Şahin'den habersiz aldığım ilk kitap. Ortaokuldaki üç yıl boyunca hayatta ve kitapta en yakın arkadaşım olan Şahin'le birlikte kitap alır, değişerek okurduk. Okul bitince onlar İstanbul'a göç etti ekonomik sebeplerle, benimse 12 Mart darbesinden payıma sürgünlük düştü. O yüzden hem buruk hem sevinçli bir öyküsü vardır bu kitabın. Buruk çünkü, artık okuduğumuz kitapların keyfini birlikte paylaşamayacaktık. Bir yandan da sevinçli, çünkü Şahin'le ilk görüştüğümüzde Füruzan diye bir öykücünün Parasız Yatılı'sıyla beni nasıl allak bullak ettiğini anlatacaktım ve onu 'yepyeni' bir yazarla tanıştıracaktım. Anılar bir kez sökün etmeye görsün... 
Şahin'le henüz görüşemeden peş peşe diğer kitapları da, anılar gibi diyelim, sökün etti Füruzan'ın, 1972'de Kuşatma, 1973'te Benim Sinemalarım. 'Su Ustası Miraç'tan 'Edirne'nin Köprüleri'ne, 'Kuşatma'dan 'Ah, Güzel İstanbul'a, 'Temizlik Kolu'ndan 'Seyyid'e, sevincim de anlatacaklarım da artıyordu. İkimiz de liseyi bitirmiştik, elimde Füruzan'ın üç kitabı, gittim Şahin'lerin Pendik'teki evlerine. Şahin benden hızlı davrandı ve heyecanla anlatmaya başladı: Füruzan'ın öykülerine ve bir Boşnak kızına âşık olmuştu! Aslında ikimiz de gizli gizli âşık olmuştuk Füruzan'a. O bir haftayı neredeyse her gün Füruzan'ın öykülerinden konuşarak geçirdik. Meğer üç yıl aradan sonra ilk ve dünyadaki son görüşmemiz olacakmış bu Şahin'le. 5-6 ay sonra Şirket-i Hayriye'den ilk maaşını aldığı arife günü bir banliyö treninin altında can verdi canım arkadaşım. Sonraları biraz sakinleyince 'İyi ki' diye düşündüm 'Füruzan'ı dünya gözüyle okudu.' Füruzan sevdalısı arkadaşım o sevdayı da bana emanet etti, biraz da onun yerine yazıyorum bu yazıyı, ve onun yerine de taşıyorum Füruzan sevdasını, keşke her sevdayı böyle taşısak diye. Hani 'Bir gün Füruzan'la tanışırsan benden söz etmeyi sakın unutma' demiş gibi bana, o 'Sevda Dolu Bir Yaz'ın sonunda. 
Füruzan'la uğurladım Şahin'i, öldüğü yıl olan 1974'te ise, en çok sevdiğimiz şairlerin kitapları yıldızlar gibi yağdı üstüne: Turgut Uyar Toplandılar, Ülkü Tamer Sıragöller, Edip Cansever Sonrası Kalır, Cemal Süreya Beni Öp Sonra Doğur Beni ve Ece Ayhan Devlet ve Tabiat adlı kitaplarını yayımladılar. Onları Şahin'in yerine de okudum. Tesadüf değil elbette Füruzan'dan söz ederken bu usta şairlerin de aklıma gelmesi. Yoksulların onurunu koruyan bir öykücü olan Füruzan, benim için aynı zamanda sözcüklerin de onurunu koruyan bir şairdir. Aykırı ve hırçın ustamız Ece Ayhan'ın "Füruzan hikâyeye saygınlık kazandırmıştır" demesi de boşuna değildir. Biri 'devlet dersinde öldürülen çocuklar'ın şairi, biri de hem parasız yatılı çocukların, hem de öykücülüğümüzün onurunu büyüten bir usta. Füruzan'ı da konuları, kaygıları ve yenilikçi tutumuyla en çok Ece Ayhan'a benzetiyorum. Sanki onun öyküdeki 'kız kardeşi'dir Füruzan. 
İki kere seviyorum Füruzan'ı, biri kendi adıma, biri de Şahin'in yerine. Ve ikimiz için de onu ilk tanıyıp, sevdiğimiz günlerdeyim hâlâ: Öyleyse Füruzan da tıpkı Parasız Yatılı 'sı gibi hep 35 yaşında.”

 

Öyle tutkuluyduk Füruzan’a. Bilmiyorum yalnızca bir hikayeci olarak mı çok sevdik onu, muhtemelen en çok bu yüzdendir, çünkü şiir ve edebiyat sevgimiz her şeyden üstündü, ‘aşktan da üstün’ diyelim, arkadaşlığımızın en önemli bağı da bu sevgiydi zaten, hatta o yüzden bir edebiyat ve kültür dili olarak gördüğümüz Fransızca’yı öğrenmek için, ortaokulda herkes İngilizce ve Almanca dillerini seçerken biz Şahin’le Fransızca şubesine ayrılmıştık. Öteyandan yazar genç, güzel ve hoş bir kadındı ayrıca, bunun da yukarıdaki yazıda da biraz sözünü ettiğim gibi tutkumuzu çoğalttığına hiç kuşkum yok. Bir de tabii ‘mucize’lerin hala gerçekleşebilir olmasının da bunda payı vardır. Babasız bir kız çocuğu, yoksulluk içinde bir yaşam, yarım kalan öğrenimi, kendi kendini yetiştirmesi, tiyatrodan başlayarak sanatın diğer dallarına da ilgi duyması ve hepsinden de şahanesi, tabii bizim için, hikaye yazması ve bizim onları yalnızca birer hikaye olarak değil, ama lirizmin başyapıtları olarak da okuyuşumuz. Eh daha ne olsun, diyebilirsiniz. Bir de tabii o yıllarda Ece Ayhan’ın, onca sevdiğim bir şairin Füruzan için söz alması ve onu övmesi, benim de tutkulu bir Füruzan okuru olmam için yeterli sebeplerdi. Yıllar sonra okuduğum bir Julio Cortazar hikayesi, ki çok sevdiğim kitabı Mırıldandığım Öyküler’in (Çev: Tomris Uyar, Can Y.,1985) içindedir, “Glenda’ya Öyle Tutkunuz ki” öyküsündeki kadın oyuncu Glenda Garson’a tutkun bir grup gence benzettim kendimizi: “Hepimiz Glenda’yı kusursuzlaştırmanın bizleri ve dünyayı kusursuzlaştırmak anlamına geldiğine inanıyorduk”. Bizimki de biraz buna benzer bir şeydi ve tıpkı hikayedeki gencin “Biz Glenda Garson’a tutkunduk o kadar, bu özelliğimiz de bizi onu yalnızca sevenlerden ayırmaya yetiyordu” dediği gibiydik. Söylediğim gibi Şahin’in de mirasıyla tutkunun yoğunluğu iki katına çıktı, değerli bir emaneti değerli bir tutkuya yakışır kılmak gibi bir görevim vardı artık ve bunu ömrüm oldukça tutkuyla sürdürmek. 40 yıldır da bunu sürdürmeye çalışıyorum. 40 yıldır ‘Parasız Yatılı’yım.

 

Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal’i babamdan öğrenmiştim, onun bana aldığı kitaplarla okumuştum, beni ilk Devlet Ana’sıyla Kemal Tahir’le tanıştıran dayımdır, Orhan Kemal’i öğretmenlerimden, Aziz Nesin’i herkes gibi mizah hikayelerinden doğru tanıyıp sevmiştim. Ama Füruzan’ı kendim keşfetmiştim, kuşkusuz bunda o zamanki gazetelerde, dergilerde Parasız Yatılı hakkında çıkan yazıların, övgülerin de etkisi olmuştur, ve babama onu öğütleyen de ben oldum. Bir bakıma bu husustaki borcumu da fazlasıyla ödemiş oldum! Babam galiba sonraki yıllarda, sanıyorum bir kaç yıl Almanya’da çalışmış olmasının da etkisiyle Yeni Konuklar (1977) ve Berlin’in Nar Çiçeği (1988) kitaplarını kendisi alıp, üzerine de ‘Kel Hasan Ergülen’ diye elyazısıyla yazacaktır. Sonraları ben çok kitap almaya başlayınca babam kendi kitapları arada gitmesin diye sanırım böyle bir yönteme başvurmuştu. İyi ki öyle yapmış, şimdi kimi kitaplarda, onun, başına ‘kel’ini unutmadan adını yazdığı kitaplarla yeniden karşılaşmak bambaşka bir duygu veriyor insana. O günleri özlemle yeniden yaşatıyor adeta. Bu bir klişe ama, ne yapalım, klişelerin gerçeklik taşımadığını kim söyleyebilir?

 

Füruzan için, onun da saygıyla andığı çok önemli eleştirmenler, Memet Fuat’tan Mehmet H. Doğan’a çok önemli şeyler söylemişler, bir ‘Füruzan Olayı’nın farkına varmışlar, öyle de adlandırmışlar, Ama galiba Füruzan bundan daha fazlasını hakediyor gerek yaşamıyla, gerek yazdıklarıyla, gerek serüveniyle, yolculuğuyla, uğradığı konaklarla, inadıyla, koruduklarıyla, savundukları, sundukları, katkıda bulundukları ve evet hem yürüdüğü yolla hem de durduğu yerde. O yüzden de Faruk Şüyün’ün, 2008 TÜYAP İstanbul Kitap Fuarının ‘onur konuğu’ olması nedeniyle Füruzan için hazırlanan Füruzan Diye Bir Öykü (YKY, Nisan 2009) kitabında da belirttiği gibi, olaydır, öyküdür ama kesinlikle bir ‘mucize’dir Füruzan. Ece Ayhan 1971’de Yeni Gazete’de Füruzan’la Parasız Yatılı üstüne yaptığı söyleşide, onun ‘has hikaye’ yazdığını belirterek başlar sözlerine: Haslık, sahicilik, güzellik, duygu dengesi, ve ‘uzun gerçeklik’ der ki bir saptamasında da, hem ‘duygu dengesi’ hem de ‘uzun gerçekçilik’, bence bir şairin, elbette Ece Ayhan gibi bir büyük şairin, Füruzan öykücülüğü üzerine söyleyebileceği en sahici şeylerdir. Uzun bir gerçekliği, yani ‘sesi kendini hiç açıklamayan insanların hikayesi’ni, uzun bir gerçekçilikle yazar Füruzan, üstelik ‘duygu dengesi’ni de hep gözönünde tutarak, yitirmeden. Oysa bilhassa 68 sonrası o yıllarda hem çok kolay, hem beklenen hem de yadırganmayacak bir şeydir bu, üstelik başka pek çok öykücü tarafından sıklıkla, bile isteye yapılan bir şeydir ‘duygu dengesi’ni tarafında olduğumuz insanlar lehine bozuvermek. Füruzan o anlamda da bir ‘öncü’dür, bir avangard gibidir ama deyim yabancı olduğu için bundan ülkesine, insanına  uzaklık bildiren bir öncülük anlaşılmamalı, tam tersine, hikayeye getirdikleri, gerçekçilik anlayışını dönüştürdüğü, duygu dengesini iyi kurduğu, ayarladığı ve aynı zamanda bir ‘lirik kraliçe’ olarak da uzun gerçekliği, uzun bir kardeşlik halinde iki kızkardeş gibi şiirle hikaye arasında, ikisinin de birbirlerinin sınırlarını ihlal etmesine de asla izin vermeden, gezdirip dolaştırıp, bize ‘hissettirdiği’ için.

 

Füruzan’ın bilhassa öykü kitaplarına baktığımız zaman, ki üçüncü kitabının adı da zaten Benim Sinemalarım’dır, hem kamerasını dolaştırdığını görürüz insanların arasında, yoksul mahallelerinde, göçmen evlerinde, sessizlerin, ıssızların, kimsesizlerin, öksüz ve yetimlerin, şehirde en fazla Sirkeci Cumhuriyetinin otellerinde geceleyebilecek olanların, Ece Ayhan’ın dizesiyle ‘ortaikiden ayrılan’ların, hem de eviçlerini gezer gibi yoksuliçlerini gezer o kızların, çocukların, annelerin, babaların. Yalnızca bir dış gözlemci değildir çünkü, hem diyalogları, hem de amatör bir psikolog olmaya soyunmadan dürüstçe tanımlamaya çalıştığı içleriyle karakterlerine can verir, onları sokaktan alır, yazıya yatırır, yeniden armağan eder okura, edebiyata ve kitaba. En çok da çocukları tabii, onları hiç unutmaz, çocukluklarını unutan büyüklerin dünyasında, o en çok da daha çocukken unutulanların, hatırdan düşülenlerin, gönülde yeri olmayanların, evsiz, anasız, babasız çocukların ablası gibi ellerinden tutar hikayede ve onları sanki bir bayramyerine, lunaparka götürür gibi nefes verir, dilleri olur, insan içine çıkarır bir bakıma.

 

Füruzan Diye Bir Öykü kitabına ben de uzun bir yazıyla katılmıştım, başlığı: “Füruzan’la ‘Sevda Dolu Bir Gençlik”, o yazıda başka bazı yazılarda da yaptığım gibi 10 saptama başlığı altında, “Benim Füruzan’ım”ı anlatmaya çalışmıştım. Oradaki 10 başlıktan bazıları şöyledir: “Füruzan ‘şiirin kızkardeşi’dir”, “Füruzan ‘yazar kibri’ne karşı yazmıştır”, “Füruzan, ‘Bizi Biz Yapan Hikayeler’in ustasıdır”, “Füruzan, iyi edebiyattan iyi sinema filmi yapmıştır”, “Çocuklar, kendilerini en çok anlatan yazarı, Füruzan’ı unutmaz!”, “Füruzan büyük bir vicdan duygusuyla söz alır.” Bunlar, herhangi bir Füruzan kitabını, herhangi bir yaşta okuyan herkesin hemen farkedebileceği ve ilk akıllarına gelen şeylerdir kuşkusuz, ben yalnızca bir araya getirdim onları, bir bakıma ortak duygularımızın bazılarını toplayıp yazdım Füruzan mucizesi için.

 

Benim için de bir ‘karasevda’ olan sinema, Füruzan’ın hem hikayelerinin konusu, hem de doğrusu Türk sinemasının seçkin yapıtlarından Benim Sinemalarım da onun yapıtı. Bir kaç yıl öncesine değin, özellikle film festivali haftalarında, yani baharda, sık sık filmden filme karşılaşırdık Füruzan’la, bazen aynı filmden çıkmış olurduk, bazen iki ayrı filmden, kısacık konuşurduk filmler üstüne. Sonra galiba bir festivalde onu hiç göremeyince, meraklanmış, gazetedeki bir yazımda söz etmiştim bundan. Onun üzerine bir haber göndermişti: İyiyim, merak etmesin, diye.

 

Geçen yıl kızım Nar’la tanıştılar, Nar’a vaktiyle Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerden aldığı pek çok küçük oyuncak armağan etti. Nar onun okur adaylarından, çünkü ‘büyük yazarımız’ olduğunu biliyor Füruzan’ın. Benim de yazı yazdığımı anlayınca, bilgisayar başında görünce şöyle dedi: ‘Baba sen de büyük yazarımız gibi yazar mı olmak istiyorsun?” Nar’ın ilk tanıdığı büyük yazar Füruzan. Kızım ne kadar şanslı. Edebiyata Füruzan okuyarak başlayacak ve bunun ne büyük bir mutluluk olduğunu o zaman anlayacak! Türkçe de Füruzan o dille yazdığı için en şanslı ve mutlu dillerden biri olmalı. Sözcükler de Füruzan’ın kızları sayılır bir bakıma, kimi göçmen, kimi yerleşik, ama hepsi sahici!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.