Sinema, öncelikle bir hikaye anlatma sanatı; ve hikayenin nasıl anlatılacağı, hikayenin kendisinden daha önemli de olabiliyor çoğu zaman. Ercan Kesal’ın bugünlerde yeniden yayımlanan Evvel Zaman adlı kitabı, Nuri Bilge Ceylan’ın filmografisinde çok ayrı bir yerde duran Bir Zamanlar Anadolu’da’nın hikayesi ve senaryosunun nasıl ortaya çıktığını, okuru bir günce aracılığıyla filmin mutfağına sokarak anlatması açısından dikkat çekici.
2011 yapımı ve Cannes’da Jüri Büyük Ödülü dahil dünyada pek çok ödül almış Bir Zamanlar Anadolu’da’yı sinemamızda ayrıcalıklı kılan da, hikayenin orijinalliği dışında, gizemli bir polisiye hikayeyi, sanki bir Dostoyevski romanının içindeymişiz gibi anlatabilmesiydi. Belki de bu yüzden, edebiyatçılar ayrıca sevmişlerdir bu filmi. Karakterlerin sahiciliği ve hikayenin orijinalliği de, bizzat Ercan Kesal’ın Anadolu’da bir kasabada hekimlik yaparken başından geçen yaşanmış bir olaydan esinlenilmesiyle ilgili.
Ercan Kesal, 1984’te, Ankara’nın Keskin ilçesine hekim olarak tayin edilir. Bir köyün sağlık ocağında görevlendirilse de, Keskin ilçesinin devlet hastanesinde göreve başlar. Altı ay sonra kasabada bir cinayet işlenir. Katiller, cesedi kasabanın epey uzağında bir tarlaya gömmüşlerdir. Katiller yakalanmış ve suçlarını itiraf etmişlerdir ama, cesedin nereye gömüldüğü bilinmemektedir. Komiser, savcı ve diğer görevliler, zanlılarla birlikte cesedin bulunması için yola çıkarlar. Ercan Kesal da bir hekim olarak bu üç arabalık kafilenin içindedir. Sabaha kadar bozkırda yapılan bu yolculuk, Ercan Kesal için olağanüstü bir tecrübe olur. O günlerde şöyle yazar güncesine: “Kasabada hayat, bozkırda yapılan yolculuklara benzer. Her tepenin ardında ‘yeni ve farklı bir şey’ çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar.” Ercan Kesal’ın güncesine yazdığı bu satırlar bile, bir film için gerekli fikri işaret eder; bir yol filmi, gizem ve merak duygusu, taşranın ruhunu yansıtan bozkırın derinliklerine yolculuk…
Roman okuyormuşuz hissi
Bir film ya da roman için fikrin, illa felsefi ya da politik bir derinlik taşıması gerekmez. Fikir, öncelikle esin verir. Bir gazete haberi, tarihi bir olay, görülen bir rüya gibi pek çok kaynaktan film ya da roman için fikre ulaşmak mümkün. John Fowles, Yaratık romanının fikrini “hypnagogic” diye tabir edilen bir rüya deneyimiyle elde ettiğini yazmıştı. Tarantino, Rezervuar Köpekleri filminin, “hiç soygun sahnesi olmayan bir soygun filmi” fikrinden doğduğunu söylemişti.
Ama bir fikir, kendi başına hiçbir şeydir, o fikirden yola çıkarak hikayenin örülmesi, karakterlerin giydirilmesi, nasıl dramatize edileceğinin karar verilmesi; bakış açısının, hikayenin zamansal ve mekansal çerçevesinin, diyalogların, gerilim ve çatışma unsurlarının belirlenmesi gibi pek çok detay işin içine girer. Sinemanın roman yazmaktan en önemli farkı, kolektif bir üretim olmasıdır. Zaten Ercan Kesal da, öncelikle Nuri Bilge Ceylan’ı bu hikayeye ikna etmek için uğraşır. Yıllar sonra görev yaptığı o kasabaya döner, mekanları gezer, fotoğraflar çeker.
Nuri Bilge Ceylan, bu film fikrini beğendikten sonra hikaye üzerine çalışmaya başlanır. Ercan Kesal, bu fikri temellendirecek tema ve hipotezler belirler önce: “İnsanın toplumsal bir varlık olarak bilinmeyen ve görünmeyen yüzünü göstermek, onun sürekli güç talebini ortaya çıkarmak, aslında cinayetin kimsenin derdinde olmadığını ortaya koymak, kendini ve başkalarını kandırma kurnazlığını, olmayacak şeylere inandırma yeteneğini, bu dünyaya, bugüne, eşimize, dostumuza, çevremize yönelik bitmek bilmeyen hükmetme isteğimizi; ölüm, siyaset, iktidar, aldatmaca meselelerimizin hiç bitmemesini, sevme ve nefret duygularının gücünü, cinayetin etrafında gündelik hayat ilişkilerinin akıp gitmesini, insanın yine de her durumda ümit etme yeteneğinin devam etmesini; doktorun, komiserin ve şoförün katille olan ilişkileri üzerinden, herkesin kendi hikâyesinin peşinde olmasını, cesedin yalnızca bahane edilmesini, en küçük kıvrımlarımızı, gündelik hayatın en fark edilmeyen ayrıntılarını, herkesin bu cinayete bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunmasını; her şeye rağmen hâlâ inanmak istediğimizi ve içimizdeki derin karanlığı analtmalıydık.”
Ercan Kesal (solda) Bir Zamanlar Anadolu'da'nın oyuncularından Taner Birsel
ve yönetmen Nuri Bilge Ceylan'la Cannes'da kırmızı halıda
Bütün bu tema ve hipotezler, filme diyaloglarla, karakterlerin özellikleriyle, kemara açılarıyla kat kat giydirilmek zorundadır ki, senaryo yazımının incelikleri ve zorlukları da burada başlar. Hikaye eğer sağlamsa, senaryo yazımı da kolaylaşır. Filme dair yapılan yorumların çoğunda “katman katman açılan derinlik” gibi ifadelerin kullanılması, senaryo yazımı ve filmin çekiminde bütün bu hedeflerin başarıldığını gösteriyor. Ama bu başarının tesadüf olmadığı da, kitapta anlatıldığı gibi, saatlerce süren senaryo yazmayla ilgili toplantılar, araştırmalar, bitmek bilmeyen sorgulamalarla anlatılıyor.
Ercan Kesal, bütün bu süreci, tuttuğu günce aracılığıyla önümüze koyarken, aslında roman yazarken de olmazsa olmaz bir gerçeğin de altını çiziyor: Motivasyon. Bir hikayenin derinliklerine inmenize neden olacak bir motivasyon ve tutku olmaksızın, ortaya iyi bir eserin çıkması pek güç. Ercan Kesal’ın güncesinde, bu motivasyon ve tutkunun nasıl hayati bir öneme sahip olduğunu anlatırken, bir roman okuyormuşuz hissi de uyandırıyor; filmin çekimleri sırasında bir nehre girip çıktığı zaman aklından geçenleri dile getirmesinde olduğu gibi: “Geçmişim beni peşimden takip etmiş ve yıllar boyunca yün yumağı gibi sarılarak gelmişti. Şimdi neydi o zaman? Şimdi, geçmiş ve bugünün toplamıydı. O halde, geçmiş, yok olmuş bir şey değildi. Bugünün içinde duruyordu.”
Bozkırın ortasında bir ruhsal arayış
Kitabı okuduktan sonra filmi tekrar izlediğimde, aslında katman katman örülen bu hikayedeki fikir, tema, karakter ve olayların bir bütün olarak bozkırın ortasındaki bir ruhsal arayış olduğunu ve bunun başlangıçtaki bütün fikirleri aştığını düşündüm. Filmdeki hangi karaktere yönelsek, kendi başına bir film ya da roman olacak, birbirlerinden uzak ama bir o kadar yakın varoluşsal bir giz karşımıza çıkıyordu. Bozkırın, film boyunca sanki ruhumuzun derinliklerinde esiyormuş gibi eşlik eden o rüzgarın ve karanlık gecenin üzerimizdeki etkisi, söze dökülemeyecek, senaryoda anlatılamayacak bir şeydi ve sinemanın büyüsü de tam olarak bu özelliğinde gizliydi. Doğanın insan karşısındaki umursamazlığını hissetmek, Ercan Kesal’ın hikayeyi yazarken ortaya attığı bütün o tema ve hipotezleri, Nuri Bilge Ceylan’ın sinema diliyle başka bir bütünlükte anlama kavuşuyordu.
Deleuze’ün Hareket-İmge kitabında yazdıklarından yola çıkarak, Nuri Bilge Ceylan’ın o bozkırı, önceki filmlerinde de yaptığı gibi başlı başına bir anlatı haline getirdiği iddia edilebilir; bozkır, geçip gitmekte olan gerçekliğin bir ses-imgesine dönüşür. Filmdeki bütün figürler, yaratılan bu imgesel fonla bir anlama kavuşur; çünkü fonsuz figür olmaz. Elimizdeki bu günce, adım adım o fonun ve figürlerin nasıl yaratıldığına dair ipuçları barındırıyor. Ercan Kesal’ın güncesindeki bir film sahnesiyle ilgili aldığı not, filmin Dostoyevski romanlarına özgü atmosferine dair ipucu verir örneğin: “Savcı, celladını seçen mahkûm vaziyetinde. Savcıda Dostoyevski tarzı psikopatça bir iştah olsun, üstüne üstüne gitsin doktorun.”
Bir Zamanlar Anadolu’da, 1984 yılında yaşanmış bir olayla başlamıştı, imgesini çoğaltarak yoluna devam ediyor; tıpkı, bozkırda durmaksızın esen o rüzgar gibi…
Görseller: Bir Zamanlar Anadolu'da filminden
Yeni yorum gönder