James Baldwin’le ilgili bir bahis açıldığında ilk söylenen, onun siyah eşcinsel bir Amerikalı edebiyatçı olarak ayrımcılığı birkaç misliyle, birkaç katmanda deneyimlediğidir. Baldwin’in metinlerinden ilham alan belgesel Ben Senin Zencin Değilim (I Am Not Your Negro), bakışını doğrudan Baldwin’in yaşamına ya da edebiyatına çevirmese de, filmde Baldwin’in duygusal hafızasını bize açan bir taraf var ve oradan bu katmanlara doğru genişlemek mümkün. Raoul Peck’in uzunca bir süredir beklenen ve nihayet İstanbul Film Festivali’nde izleme şansı bulduğumuz belgeseli, Baldwin’in sesini ödünç alıyor ve onun aracılığıyla ABD’de siyahların yüzyıllar boyunca maruz kaldığı sömürü stratejilerine bakıyor.
Söz konusu olan “ses” yalnızca Samuel L. Jackson’ın Baldwin’in metinlerinden parçaları seslendirmesiyle oluşan bir titreşimler kümesinden ibaret değil. Yalnızca Baldwin’e ait bir ses de değil belki bu. Çoklu, çelişkilerden, açmazlardan azade olmayan ama bir ortak ton tutturarak gürleyen, çağıldayan, yüzyılların deneyimiyle birikmiş bir “ses”... Kişilerden bağımsız, kendi başına mevcudiyeti olan bir kelam... ABD tarihinde siyahların maruz kaldığı fiziksel ve duygusal şiddetin, sınıfsal baskılamanın tarihin farklı kesitlerinde Batılı güç odaklarınca birçok topluluğa uygulanan sömürü stratejilerinin bir uzantısı olduğunu söylüyor bu “ses.” Kelamının gücünü tarihsellikten alıyor. Ben Senin Zencin Değilim, Baldwin’in metinlerini çıkış noktası olarak alıp bu kelamın özgürce gürlemesine fırsat veriyor. Baldwin bu sesi kuşanıyor, kendi vurgularını, kendi sözcüklerini ona ekleyip, ödünç alacak başkalarına doğru uzatıyor.
İnat, sebat, yalnızlık ve kaygı
“Zenci”yi farklı coğrafyalarda ve farklı zaman dilimlerinde “zencileştirilen” topluluklara bağlayarak düşünüyor Baldwin. Belgesel boyunca, muhatabı olan beyaz Amerikalılara soruyor: Neden “zenci”lerin ne istediğini açıklamak zorunda olayım? “Zenci”yi siz yarattınız, onu neden yarattığınıza bakabilecek cesaretiniz var mı? Ona neden ihtiyacınız vardı? Esas soru bu. Bu soruyu sorabilecek, bu durumla yüzleşebilecek cesaretiniz var mı? Bu ülkenin geleceği buna bağlı.
Baldwin’in Remember This House adlı yarıda kalmış kitap projesinin temelinde bu duruş yatıyor. Otuz sayfaya yakın bir taslak halinde duran, kesik kesik notlar halinde ilerleyen bir metin bu. Remember This House’taki bu duruşu merkezine alan belgesel, ABD’de siyahlara karşı ayrımcılığın öyle çok uzak geçmişte değil, sadece elli atmış yıl öncesinde ne boyutlarda olduğunu ortaya koyan arşiv kayıtlarından, eylem fotoğraflarından, televizyon programlarından, FBI raporlarından, eski reklamlardan, gündelik hayata dair kesitlerden bir görüntüler kuşağı yaratıyor.
Baldwin, Remember This House adlı metni, tüm hayatını siyahların özgürleşmesine adamış olan ve henüz kırkını göremeden suikasta kurban giden üç politik figür için kaleme alıyor: Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King. Beş yıl içinde öldürülen bu üç adamın ölümle birlikte mitleşen varlıkları ve güçlü hitabetleri de Baldwin’in kelamının bir parçası oluyor. Belgeselin “ses”ine onlarınki de karışıyor. Sözcüklerinin vurgularını Baldwin’e ödünç veriyorlar.
Baldwin’in metinleri, yazarın çocukluğuna uzanan anekdotlarla başlıyor, onlardan doğru, siyaset arenasının, gündelik yaşamın, popüler kültürün her alanına sirayet etmiş ayrımcı söylemleri tespit ediyor. Böylelikle, tüm bunların Baldwin’de bıraktığı duygusal izlerden toplumsal yarıklara doğru açılıyoruz. Ben Senin Zencin Değilim Baldwin’in uzun uzadıya analiz ettiği fotoğraflardaki yüzleri, çocukluğunda hem büyülenip hem nefret ettiği Hollywood filmlerinden sahneleri perdeye aktarıyor. Böylelikle, perdede biriken sesler de Baldwin’in kelamına ekleniyor.
Dorothy Counts adlı 15 yaşındaki bir siyah kadının fotoğrafını yorumlarken, ödünç almış olduğu bu “ses”i kullanıyor Baldwin. Dorothy Counts, Kuzey Carolina’daki bir liseye kabul edilen ilk siyah öğrencilerden. Siyahlarla aynı okula gitmemek için pankartlar açan yüzlerce beyaz öğrencinin arasına, okul sıralarına tek başına oturduğunda onun yüzünde beliren inat, sebat, yalnızlık ve kaygı karışımı duyguyu dillendirirken bu kelamı, alçak bir tonda gürleyen o yüzlerce yıllık sabırlı öfkeyi, tarihin çağıldayan sesini kullanıyor Baldwin. Dorothy’nin yüzündeki ifade de o çağıldayan sese ekleniyor. Onu ödünç almak isteyen başka yüzleri bekliyor ses.
Baldwin’e mektup
Ahmet Güntan, günümüz Türkiye’sinden 59 yazarın hayatta olmayan yazarlara mektuplar gönderdiği Yeraltına Mektuplar projesinde, kendi mektubunu James Baldwin’e hitaben yazmayı seçmişti. Güntan, Baldwin’in metinlerinin onda nasıl bir kişisel kırılma yarattığın bahsediyordu mektubunda. Ben Senin Zencin Değilim’in ruhuna yaraşır bir şekilde, duygusal hafızasının derinliklerine dalıyor, oradan toplumsal fay hatlarına uzanıyordu. İkisinin ayrıştırılamazlığıydı, ikisi arasındaki geçişlerdi Baldwin’in yazdıklarında onu çarpan. Erkeklere âşık olan bir erkek olarak kendi benliğini özgürce kurabilmesi için gerekli olan yüzleşmenin, onu baskılayan, çeperde tutmaya çalışan bir topluma topyekun küsmek demek olmadığını Baldwin sayesinde öğrendiğini yazıyordu Güntan. Baldwin’in ödünç verdiği sesle, onun seçtiği sözcüklerin gücüyle kendi özgürlük tahayyülünün peşinden gidişini anlatıyordu mektupta. Nihayetinde özgürce âşık olabilmenin onun tüm hayatını değişime uğrattığından bahsediyordu. Bu potansiyele kendini bırakmak için bazen uzaktan ama çok tanıdık bir sesin kılavuzluğuna ihtiyaç olduğundan söz ediyordu Güntan. Baldwin’inki gibi bir edebiyatın bize ne eylediğini şöyle basitçe ve kusursuzca özetliyordu aynı mektupta: “Galiba işte edebiyat buydu, başına gelmeden başına gelmiş gibi seni eğiten şey.” (Yeraltına Mektuplar, haz. Murat Yalçın, YKY, 2013)
Baldwin’in sözcüklerinin böylesi bir gücü olduğundan söz edebiliriz; eğitme kaygısı gütmeden bir duygusal eğitim verdiğinden. Bir sözü ödünç alıp sonra o sözü bir başkasına zahmetsizce ödünç verebildiğinden... Bir bedenden diğerine bulaşan kelamın özgürleştirici potansiyeline inancımızı artıran bir yazar Baldwin.
Yeni yorum gönder