İnsanlık dünya var olduğundan beri türlü felaketlerle karşı karşıya. Bazı topraklar, coğrafya kaderdir sözünü doğrularcasına yüzyıllardır tekrarlayan doğa olaylarının acısını çekiyor. Depremler, heyelanlar, kasırgalar bu toprakların kimliği haline gelmiş. İnsanlar yaşamlarını coğrafi olaylar doğrultusunda düzenlemek zorunda kalıyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, her sene çeşitli kuvvetlerde yaşadığı kasırgalara günler öncesinden hazırlanıyor, gıda stoku, sığınak gibi tedbirlerle yaklaşmakta olanı bekliyor. Yine deprem ülkesi olan Japonya, binalarını hasar almayacak biçimde inşa ederek depremin modern hayat düzenini bozmasına izin vermiyor, hayatı doğaya uyduruyor. Böylece insan aklı doğayı kontrol altına almayı ve doğal olanın yıkıcılığını en aza indirgemeyi amaçlıyor.
İnsanın gücü yettiğince alt etmeye çalıştığı felaketlerin bir kısmı doğal olsa da giderek artan bir kısmı da bizzat kendi eseri. Küresel ısınma ve iklim değişikliği olarak adlandırdığımız olay, insanın doğayı kendi eliyle mahvetmesinin bir sonucu. İklimlerin şekil değiştirmesi, canlı türlerinin hızla yok olması, su ve gıda krizinin baş göstermesinin yanında doğal felaketlerin yıkıcılığı solda sıfır kalıyor. Bilim insanlarının uyarılarına rağmen hükümetler çapında harekete geçilmedikçe önlenemeyecek sona doğru gidiliyor. Bu durumda insan kadim sorusunu soruyor? Ne için yaşıyorum ve nasıl ayakta kalacağım?
Tek bir mısır tohumu...
Çağdaş Çin edebiyatının önemli isimlerinden Yan Lianke’nin Türkçede yeni yayımlanan romanı Günler Aylar Yıllar bu iki soruya kendince cevaplar veriyor. Büyük bir kuraklığın vurduğu Balou Sıradağları’ndaki köylerini terk eden insanlar, su ve yiyecek bulabilecekleri verimli topraklara doğru göç ederler. Evlerini, tarlalarını, düzenlerini bırakırlar. Fakat bu geri dönmemecesine bir gidiş değildir. Mevsim değiştiğinde, yağmurlar yağıp toprak canlandığında yurtlarına döneceklerdir. Köylüler arasında sadece yaşlı adam ile kör köpeği terk etmez köyü. Aslında yaşlı adam da yola koyulan son kafilenin içindedir. Ancak ihtiyacını gidermek için son bir kez tarlasına gittiğinde, ektiği mısır tohumlarından birinin filizlendiğini görür ve gitmekten vazgeçer. Küçücük bir mısır tohumu umut olmuştur ona ve yolundan dönmesine yetmiştir.
Güneşin gözlerini kavurduğu köpek bırakmaz ihtiyarı, can yoldaşı olur yanına. Hem tüm köyün ekinini hem de köpeğinin gözlerini alan güneşe lanetler okur yaşlı adam, sopasıyla döver güneşin ışığını. Yine de doğanın sözü üzerine diyecek bir şey yoktur. Tek çare yaşamaya inadına direnmektir. Dost bir nefesin yanında tek ihtiyaçları ayakta kalacak kadar su ve besindir. İhtiyar ve köpek ıssız toprağın ortasında başbaşalardır. “Kör, dedi ihtiyar, ikimiz birlikte yaşamalıyız, ne dersin ha? Biriyle birlikte yaşayınca hayatın tadı da bir başka oluyor be”.
Roman boyunca yaşlı adamın direncini diri tutan ana motiv filizlenen mısır tohumudur. Kuraklığın ortasında tek umudu tohumun sıcağa rağmen gelişmesi, boy atmasıdır. Tek bir yaprağının çıkması bile yüzünü güldürmeye yeter. İhtiyar bin bir zahmetle tohum için su bulmaya çabalar, adeta taşın suyunu çıkarırcasına azimle çalışır. Hem karınlarını doyurmak hem de kuraklık bittiğinde yaşamın kaldığı yerden devam ettiğini göstermek için mısıra tutunur. Giderek kaybolan zaman algısını bile mısırın gelişim süreci ile tekrar bulur.
Yeni yorum gönder