Dünyamızı değiştiren teknoloji, iki yüzyıldır ivmesini artırmış durumda. Bir insan ömrüne sığabilen değişimler o kadar çoğaldı ki artık kanıksamış durumdayız, sanki her zaman bizim yaşadığımız oranda teknoloji değişirmiş gibi düşünüyoruz. Düşünsenize, otuz yıl önce sabit telefonları kullanmak bile halkın geniş kesimine mucize gibi gelirken, bugün saatlerimizden gözlüğümüze iletişimi giymemiz mümkün. Elli yıl önce kimlerin araba sahibi olduğunu mahallelerimizde tek tek bilmekteyken, şimdi her gün caddeleri tıkayan o makinelere dudak büküp geç tesis edilmiş metro ağlarına yöneliyoruz. Savaş hallerinde ölümün, elimizdeki demir-çelik keskinliğinden geldiği yılların yerini, uzaktan kumanda ile yönetilen bir drone’un mikro-bombalarından geldiği bir dönem aldı. Peki ivmesi azalmayacak, hayatın her alanını kaplayacak, yayıldıkça melezleşip en cüretkar bilimkurgu yazarını bile şaşırtan mucizeler sunacak bu teknoloji kime yarıyor, hayatın değişiklikleri kime kazandırıyor?
Geçtiğimiz aylarda, ülkemizdeki siyasi gerilimler esnasında, halihazırdaki iletişim kurumlarını kontrol altına alan büyük siyasi oluşumların (partilerin ya da paralellerinin) bireylerin oluşturduğu teknolojik iletişim ağlarını da kontrol altına alma, kullanma mücadelesine şahit olduk. Mikro-blog siteleri vasıtasıyla sesini duyurabilecek milyonların iradelerinin hiçe sayılarak, sadece bir iki başat kavganın aktörlerinin arzuları doğrultusunda bu mikro-blog sitelerinin erişime engellendiğini, işgal edildiğini ve etkisiz hale getirildiğini gördük. Bu tatsız gelişmeler, insanlığın kullanımına sunulmuş cihazlar ağının (sanal ağın) suistimali miydi, yoksa zaten bu ağ büyük kurumların (devletler, devletlerüstü organizasyonlar, devletlararası şirketler vs) inisiyatifiyle oluşturulmuş bir yapı değil miydi?
Rast geldiğim bir çalışma, Jaron Lanier’in Who Owns the Future? (Gelecek Kimin Olacak?), ilham verici bir açılım sağladı kafamdaki sorulara. Geçtiğimiz yıl yayımlanan çalışmasında, bilgisayar dehası Lanier, özellikle çok fazla sayıda cihazın kullanılmasıyla toplanan devasa verilerle ekonominin, toplumsal ilişkilerin ve hayatın nasıl şekilleneceğini irdeliyor.
Bir dehadan tavsiyeler
1960 doğumlu, Avrupa’daki Yahudi katliamlarından kaçmış ebeveyne sahip, annesini dokuz yaşında bir trafik kazasında kaybetmiş, babasıyla çadır-kentte yaşamış, ama 13 yaşında New Mexico Üniversitesi’nde ders almaya başlamış, Amerikan Ulusal Bilim Kurumu’ndan burs almış, henüz 19-20 yaşlarında bilim projeleri yönetmiş, Manhattan’da sanat okulunda okumuş, sıkılıp New Mexico’ya dönerek ebelik yapmış, California’da Richard Feynman gibi dehalarla tanışmış, 23 yaşında Atari’de çalışmaya başlamış, 80’lerin sonlarında sanal gerçeklik kavramı üzerine pek çok teknoloji geliştirmiş, 90’lardan bu yana internet ve özgürlük kavramları üzerine araştırmalar yapan, dersler veren, yazdığı kitaplarla yeni teknolojilerin açmazlarını, risklerini ortaya koyup okurları uyaran bir deha, Jaron Lanier.
Son kitabında da bizi, birbirleriyle bağlanan cihazların yarattığı ağda dolaşan verileri toplayan ve gittikçe devleşen veri kurumlarının (Facebook’tan Twitter’a, Google’dan Apple’a) bir yandan insanların hayatlarında olumlu değişiklikler yaratacaklarını, ancak ne yazık ki bu değişikliklerden ve yeni ekonomiden ancak üst tabakadaki insanların yararlanacağını, orta sınıf kabul edilen ve mensuplarına güvenli ve düzenli hayat sürdürecek imkanlar sağlayan işlerin gitgide ortadan kalkarak yeni teknolojilerin kitleleri çok daha yoksul kılacağını söyleyerek uyarıyor. Özellikle 1960’larda, yazarın doğduğu dönemde gelişmiş Batı ülkelerinde en geniş boyutuna ulaşan orta sınıf konforunun, teknolojik devrimle otomasyona yer vermesi, peyderpey kitlesel üretim yapan ve kopyalamayı, dolayısıyla transferi kolaylaştıran teknolojilerin geliştirilmesiyle de malların insanlarla ilişkisinin koparılması gerçeğini gözler önüne seriyor, Lanier’in yazdıkları. Elbette bir zamanlar maddi üretim ve malların paylaşım sürecine katılmayan, dünyanın geri kalan ülkelerinin ve kıyıda köşede kalmış insanların ekonomiye katılmasını sağlayan büyük gelişmelerin yaşandığını da inkar etmiyor ama yeni teknolojilerin insanları büyük oranda yaratıcı yapmaya zorlaması ve dolayısıyla bir bakıma tükenmişliğe, yetersizliğe ve muazzam depresyonlara itmesinin dünyayı sinir krizinin eşiğinde insanlarla doldurduğuna işaret ediyor. Tüm bu gelişmelere rağmen neden daha işsiz, daha parasız ve daha umutsuz olduğumuzu bir nebze anlayabiliyoruz.
Tabii bu büyük veri toplaşmasının, en ufak bir detayın bile neredeyse dünya ölçeğinde kayda alınmasının, bedensel durumumuzdan düşünsel ifadelerimize, kimlerle iletişim kurduğumuzdan neler satın aldığımıza dair bilgilerin cihazlar üzerinden kurumların kullanımına sunulmasının pek çok başka riskini de anlatıyor Lanier. Bugün her şeyi cihazlarına aktaran insanların, önce güçlü şahıslar (Wikileaks), medya (Leveson) sonra da devletlerin istihbarat kurumlarının (Snowden) dinleme, gözleme mekanizmalarına yakalandıklarını öğrendiğimiz bir dönemde, Lanier gibilerinin sözlerine daha fazla dikkat kesilmemiz ve kişisel/kurumsal tedbirlerimizi almamız gerekiyor. Yasalara henüz yeni yeni yansımakta olan geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde filizlenmiş teknolojilerle ilgili deneyimlerimiz, önümüzdeki günlerde bizlerin tek tek davranışlarına “ayar” verecektir. Bazılarımız gönül rahatlığıyla şeffaflaşacak, yazdıklarının, söylediklerinin, yaptıklarının herhangi biri tarafından görünüp yorumlanmasından çekinmeyecek, ama bazılarımız, çifte hayatlarının gözler önüne serilmesinden oldukça utanacak, yara alacak ve sıkıntıya girecektir. Makinelerin saldırısından kurtulmak ve enformasyonunu kaptırmak istemeyenlere en kaba tavsiye, Battlestar Galactica mantığıdır: Kumandan Adama’nın gemideki bilgisayar teknolojisini Saylonlara enformasyon kaptırmama adına paylaşıma açmaması gibi, biz de mahremimizi cihazlara değil gene kağıtlara aktarmayı seçebiliriz.
* Görsel: Onur Atay
Yeni yorum gönder