Televizyon dizilerinin altın çağında bir edebiyat profesörü, Nic Pizzolatto, 2014 yılının en çok ses getiren dizilerinden biri olan True Detective’i yarattı. Bu altın çağa damgasını vurmuş olan HBO kanalında gösterilen dizi, edebi kaynaklardan intihal tartışmaları yaratacak ölçüde besleniyor fakat ilham aldığı kaynakları popüler kültürün gündemine taşıyarak, Robert Chambers ve Thomas Ligotti gibi iki ustaya bir nevi itibar iadesi vazifesini de görüyor.
Dizinin ilk sezonunda, Louisiana’da cinayet masası dedektifleri Rust Cohle (Matthew McConaughey) ve Marty Hart (Woody Harrelson), 1995 yılında birlikte çalıştıkları bir davanın yeniden açılmasıyla bir araya geliyorlardı. Geçmişten gelen bir katilin peşinde kendi hayaletleriyle de başa çıkmaya uğraşan bu iki “eski” dost, ilk bakışta önemsiz görünen ama ruh için tahripkar gündelik hayat ritüellerinin dehşetinden kaçıp çözümsüz kalmış bir okült/ritüel cinayetin dehşetine sığınıyorlardı. Marty “normal” bir yaşantıyı sürdürmek için iyi ile kötünün, siyah ile beyaz gibi birbirinden ayrıldığı, tam da bu yüzden ikiyüzlü bir varoluşa mahkum olmayı seçiyor. Valinin kuzeni olan rahiple konuşurken, gücünü otomatik bir tekrara borçlu olduğu bir bakışta anlaşılan bir gülümseyişi de yüzünden eksik etmiyor. Rust ise basitçe diğer insanların nafile çabalarını gözlemlemek için hayatını devam ettirdiğini söylüyor. Benlik ve özgür irade gibi kavramların boş ve geçersiz olduğunu, hayatın bir tuzak, gündelik hayatın ise bir program olduğunu da yine Rust’ın ağzından duyuyoruz. Belki bu yüzden, yani gündelik hayatın ritüellerine; insanlar arasındaki kifayetsiz diyaloğun devamı için gerekli olan sembollerin sonsuz tekrarına bağlı bir varoluşa dışarıdan bakabilmesi yüzünden cinayetteki ritüeli de görür görmez tanıyan ve en iyi anlayan Rust oluyor.
Karamsar kurgu
Louisiana’nın bataklıkları ve sık bitki örtüsü, yani yuttuğu nesneyi gaibe hapseden doğal yapısı, anlamsız bir dünyaya hapsolmuş insanın kaderini felsefi bir karamsarlıkla yılgın sohbetlerinde ele alan Rust ile Marty’nin ait oldukları kurgusal evreni ayakta tutuyordu. Her iki karakter de, iyiye gitmesi mümkün olmayan bir dünyada, var olmaması gereken bir türün üyeleri olarak yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyorlardı. Bu varoluşsal sorun Rust Cohle’u soğukkanlı, ayık bir nihilizme sevk ederken, Marty’yi yalnızca sarhoş olmadığı anlarda ara verdiği, bitmek bilmez bir vicdan muhasebesine mecbur ediyordu. İlk sezonun dramatik çatısı, çoktan aşınmış, kendisini özellikle televizyonda tüketmiş sayılan polis draması/olay yeri inceleme türüne ait bir “katil kim/kim yaptı?” öyküsünden ibaret olmasına rağmen dizi başlangıcından itibaren hem sinematografisiyle hem de felsefesiyle izleyiciyi ekrana bağlamıştı. Diziye karşı yükselen olumsuz seslerin bir kısmı yaratılan dünyayı ve öyküyü bir maçoluk destanı olmakla itham ederken, eleştiriler ağırlıklı olarak dizinin tek yazarı ve yaratıcısı olan Nic Pizzolatto’da odaklanıyordu. En başta, yazarın diziyi tek başına yazıyor olması yadırgandı. Ardından dizinin edebi referanslarının intihal olarak görülmesi gerekip gerekmediği tartışıldı. Tür okurları, kült yazar Thomas Ligotti’nin A Conspiracy Against Human Race adlı, felsefi karamsarlığa övgü çalışmasında yer alan bazı pasajların Rust Cohle’un diyaloglarına dönüştürülmüş olmasını gündeme getirdiler. Halbuki, Pizzolatto’nun Ligotti’den çaldığını söylemek, Hitchcock’un montaj fikrini Eisenstein’dan çaldığını söylemeye benziyor. Çünkü Ligotti’den öğrendiğimiz ve Rust Cohle’dan duyduğumuz gibi, karamsarlık çok kuvvetli bir mantık silsilesine dayanan, düşünsel rakiplerinin tümünden daha tutarlı ve ahlaki açıdan daha kabul edilebilir bir “yöntem.” Yalnızca bir bakış açısı ya da felsefi bir arka plan değil, aynı zamanda bir kip, bir iş yapma biçimi; Philip K. Dick’in “paranoid kurgu”su gibi Ligotti’nin de “karamsar kurgu”sundan bahsetmek mümkün olabilirdi. Pizzolatto’nun edebi hırsları ise Ligotti’nin yeteneğiyle ve ince görüşüyle boy ölçüşemiyor; açıklayıcı diyaloglar, McConaughey ile Harrelson’ın performanslarıyla sırtlandıkları senaryo ve Marty’nin cinayet masası dedektiflerini kastederek dediği gibi “öyküyü arayan”ların finalde karşılaştıkları katilin hayal kırıklığından başka bir şey yaratmaması buna işaret. Yine de, insanların ele ele tutuşup tükenişe doğru yürümeyi kabullenmesi gerektiğini söyleyen bir karakter televizyonda her gün görülmediği için, True Detective’in ikinci sezonu ile ilgili beklentiler başından bu yana çok yüksekti.
İktidarsız polisler
Pizzolatto’nun tek adamlığı ve edebiyat sevgisi(!), True Detective’in ikinci sezonunda farklı semptomlarla gün yüzüne çıkmış gibi görünüyor. Pizzolatto yazmak isteyip de yazamadığı büyük romanını dizi senaryosuna dönüştürmeyi denemiş ve televizyon yazarlığı ile imtihanının ikinci raundunda köşeye sıkışmış gibi görünüyor. Burada artık Louisiana’da değil Kaliforniya demeye bin şahit isteyen bir Kaliforniya’dayız. Kurgusal Vinci şehrinde, yeni yapılacak tren yolunun etrafının imara açılmasını, belediye başkanının ortadan kayboluşu izliyor. İlk bölümde kaybolan belediye başkanının evinde gördüğümüz Aziz Ölüm büstünden diğer okült sembollere, göze sokulan simgeler ve yine tüm kartları masaya yatıran açıklayıcı diyaloglar ama en çok 60 dakikalık sürenin 56. dakikasına dek öykünün kendisi yerine yeni “gerçek dedektifler” Ray Velcoro, Paul Woodrugh ve Antigone “Ani” Bezzerides’in arka planlarıyla ve pek şaşırtıcı olmayan motivasyonlarıyla iştigal edilmesi hayal kırıklığı yaratıyor. Mottosu “Yarına Doğru” olan Vinci şehri, David Lynch’in Twin Peaks’ini andıran, tüm yolların sanki merkeze çıktığı kendi içine kapalı bir sanayi şehri. Lynch göndermeleri Twin Peaks’i andıran atmosferle sınırlı değil, ölü bir adamı taşıyan arabayı Mulholland Yolu tabelasını takip ederken görüyoruz. Yollar bu ilk bölümün sinematografisinde nedense merkezi bir önem arz ediyor gibi. Sıkça tekrarlanan kadiri mutlak çekim açısının kadrajı illa ki kuşbakışı otobanlarla doldurduğuna bakılırsa, ya harika çocuk Cary Fukunaga’dan boşalan yönetmenlik koltuğuna ilk iki bölüm için oturan Justin Lin bize, Hızlı ve Öfkeli’ye doyamadığını anlatmaya çalışıyor ya da belki yollar, dizinin bu kez üçlenen ana karakterleri arasındaki mesafeleri simgeliyor. İlk sezon ile ikinci sezonu birbirinden ayıran belki de en ilgi çekici unsur, Marty ile Rust’ın Tanrıdan yoksun dünyasından üç arızalı polisin yaşamlarını her zaman her yerde olan bir bakışla izleyen bir Tanrının var olduğu ve herkesi gözetlediği yeni bir dünyaya geçilmiş olması. Öykünün en ilginç karakteri olması muhtemel Ani’nin babası, eski hippi yeni guru Elliot’un, “Tanrının gözüyle bakarsan yalnızca gerçeği görürsün ve dünyanın anlamsız olduğunu,” deyişinin altını çizmek ister gibi tekrarlanan kuşbakışı açı son karede, yine bir ritüel cinayeti çözmek üzere bir araya gelen, üçü de bir biçimde iktidarsız olan ana karakterleri iyice ufaltıp gözden kaybetmesiyle umut veriyor.
Pizzolatto, insanoğlunun dünyada varoluşuna dair büyük resme bakmayı tekrar deneyecek mi, yoksa True Detective’in felsefesine gönül verenleri, hiçbirimizin bir tanesine daha ihtiyaç duymadığı yavan bir polisiyeye mi mahkum edecek? William Friedkin’in ikinci sezon bölümlerinden birini yöneteceği söylenen dizinin akıbetini esasen düz bir çember olan zaman gösterecektir.
Yeni yorum gönder