Kelebek şu aralar terapi koltuğuna merak sardı. Aynı zamanda sıkı bir Woody Allen hayranı da olduğu için, konuya “takıntılı” bir şekilde ani ilgisi çok da şaşırtmadı beni. Woody Allen demişken, onun belli bir perspektiften edebiyattaki ruh kardeşi sayılabilecek Philip Roth ve Roth’un unutulmaz Portnoy’un Feryadır omanı geldi tabii ilk olarak aklına. Kitabın histerik, kurnaz, korkak ancak bir o kadar da cazibeli kahramanı Portnoy, roman boyunca terapistine içini döker de döker. Roth ise kahramanının yer yer gerçekten çok komik olan bu iç döküşleri aracılığıyla asıl olarak “erkek” olmanın “dayanılmaz” hikayesini anlatır. Başka bir açıdan ise psikanalize yönelik hislerini yansıtır. Eh, söylemiştik ama Woody’nin ruh kardeşi olduğunu değil mi!
“Vay be! Amma sıkıntılı adammışım ben de yahu! Varlığından bile haberdar olmadığım nefret duygularıyla doluymuşum meğer! Bu, süreç mi oluyor Doktor, yoksa ‘malzeme’ dediğimiz şey mi? Tek yaptığım yakınmak, şikayetlerin dibini bulamayacağız anlaşılan, doğrusu merak etmeye başlıyorum yetmedi mi hâlâ diye. Törensel bir şekilde sızlanıp durmaktan alamaz oldum kendimi, kamuoyunda psikanalitik hastaların böyle kötü bir şöhret sahibi olmasının sebebi de bu galiba.” Doktorundan sıkılan ve hatta hızını alamayıp kaçıp giden en ünlü roman kahramanı ise kuşkusuz Italo Svevo’nun Zeno’nun Bilinci adlı yapıtının kahramanı Zeno’dur! Esasında 400 sayfalık romanın son 30 sayfası şu meşhur psikanaliz bölümüne ayrılmışsa da tüm romana ağırlığını koyar. Çünkü “yaşama illeti”nden mustarip hastası Zeno’nun psikanalize olan inancını yitirip kaçmasına fazlasıyla içerleyen doktorunun bir “öç projesi” olarak, ondan dinlemiş olduğu yaşamöyküsünü en ince detaylarına dek anlatmasıdır, aslında romanın bütünü. Kral çıplak!
Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inde ise bir Birinci Dünya Savaşı gazisi olan Septimus Warren ile karşılaşırız. Edebiyat tarihinde ve asıl olarak modern roman tarihinde savaş sonrası travması yaşayan ilk karakterlerden biri olarak ünlenecektir o. Çünkü Woolf, alışılmışın aksine onu bir kahraman olarak değil, savaş yüzünden zarar gören, acılar içinde kıvranan bir tür savaş kurbanı olarak resmeder. Pek çok açıdan bir ilktir Septimus Warren ve işin ilginci o da kendisinden sonra gelecek diğer roman kahramanları gibi doktorundan hiç hoşlanmayacaktır.
Bu temayla bir romanda daha karşılaşırız. Simone de Beauvoir bu kez bir psikoterapist kadın doktoru ana kahramanlarından biri yapacaktır ünlü romanı Mandarinler’de. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasıdır ve tüm dünyayı etkisi altına alan ümitsizlik ve depresyon, zamanın entelektüellerini de etkilemektedir. Bunlardan biri olan Anne (ki Beauvoir’ın kendi yansımasından başkası değildir) davetlisi olduğu bir kongre öncesi, dünyanın ve tüm insanlığın yaşadığı bu büyük travma sonrası yeni fikirler ve deneyimler öğrenmenin bir değeri olup olmadığını sorgulayacaktır.
Ama belki de hiçbir yazar, Jung’un ünlü Arketipler Teorisi ile Freud’un Oedipus Kompleksi ve tüm diğer belli başlı meselelerini Iris Murdoch gibi hallaç pamuğu misali oradan oraya fırlatıp içini dışını çıkarmakta Kesik Bir Baş’ta yaptığı kadar ileriye gitmeyecek ve bundan da bu denli zevk almayacaktır. Üç kadınla üç erkeğin çok eşli ilişkiler ağı aracılığıyla Murdoch; zina, ensest gibi pek çok moral değerin içini boşaltırken, asıl dalgasını kendi kız kardeşiyle ilişkisi olan bir psikoterapistle geçer. Psikoanalizin baş tacı yapıldığı yeni dünya düzeninin en önemli güç merkezi olan psikoterapistlerin tacını kafasından düşürüp adeta “Kral çıplak!” diye bağırır.
* Görsel: Onur Atay
Yeni yorum gönder