Hangi kitapların okunacağı, nelerin beğenilmesi gerektiği ya da kimlerin yazar olabileceğine dair zaman zaman çeşitli tartışmalar çıkar. Bu sorular, bir ‘danışma’ ya da ‘tartışma’ / ‘yol gösterme’ ekseninde olduğunda sorun yok ama ‘dayatma’ / ‘karar verici olma’ / ‘okuduğun - beğendiğin - yazdığın kitaptan dolayı’ aşağılamaya kadar varınca… İşte bende o zaman ters tepiyor (Bilemiyorum, belki de ters bir karga olduğum içindir!)
Eskiden; her mahallede kitaplığı olan evlerin az olduğu, okumak denilince akla daha çok ders kitabı gelen, bilgiye ulaşmak için kütüphaneye gidilen, roman denildiğinde beyaz dizilerin akla geldiği, bu kadar çok kitabın basılmadığı yıllarda da aynı sıkıntı belli bir türle ilgili yaratılırdı. O zamanki sıkıntı daha çok yetişkinler (Ebeveynler ve öğretmenler) ve gençler arasındaydı.
Şimdi çizgi roman denilince daha bir sempati ile yaklaşılıyor ama (türe adını da veren) Tommiks-Teksas dediğimde anlarsın sanırım! Yararsız bulunduğundan, okuyana binbir çile çektiriliyordu. Ders kitabının içine koyarak okumaktan, evlerin bodrumunda saklamaya kadar çeşitli badirelerle ancak okunabiliyordu.
Oysa önce okumayı sevmek gerekiyor, sonra zaten seçerek okumayı ya da neler okuman gerektiğini öğrenirsin.
İstediğini okursun. Beğenmediğin yerde bırakırsın. Okumak illa bir şeyler öğrenmek için olmak zorunda değil. Hoşuna gittiği için de okursun! Kapağı ilgini çeker, okursun! Konusunu beğenirsin, okursun! Herkes okuyordur (ah nerede!) okursun! Sevdiğin biri okuyordur, okursun! Okumak için sebep çok… Sadece kimsenin beğenilerine, zevklerine müdahale etmesine izin vermemelisin!
Konuyla ilgili 2000 yılında kaybettiğimiz yazar, filolog, çevirmen, güzel insan Mina Urgan’ın Yapı Kredi Yayınevi’nden çıkan Bir Dinozorun Anıları kitabında anlattıkları en güzel örnek olacaktır sanırım:
“Çocukluğumdan beri tek değişmeyen yanım kitap okumamdır. Okumak bir çeşit organik gereksinimdir bende. Günde hiç olmazsa iki üç saat okumayınca, afyondan kesilmiş bir bağımlıya döner, bir yoksunluk nöbeti geçiririm. Acayiplik dönemimde çok garip pozisyonlarda, yere yüzükoyun yatıp, bir elimle de ayak bileklerimin birini tutarak okurmuşum. Yatılı okulda, gündüzleri yeterince okuyamayınca, geceleri battaniyelerin altında el feneriyle gizlice okurdum.
Az ömrüm kaldığı için, kitapları seçerek, çok özenle seçerek okuyorum artık. Kısıtlı vaktimi yeni ama değersiz bir kitaba harcayacağıma, daha önce birkaç kez okuduğum ve sevdiğim kitapları yeniden okumayı yeğ tutuyorum. Başladığım kitabı, kötü de olsa bitirmek huyundan Fethi Naci’nin bir sözü sayesinde kurtuldum: “Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu?” demiş Fethi Naci.
Çocukluğumda bulduğum her kitabı okurdum. Evimiz kitap doluydu zaten. Flaubert’leri, Zola’ları, Tolstoy’ları, Napoleon ile birlikte Sainte-Helene adasına giden Las Cases’ın anılarını, Baudelaire’i, Parnasse şairlerini, Oscar Wilde’ı, yani elime geçeni okurdum. “Şunu okuma, bunu oku” diye bana hiç karışmazlardı. Ama Oscar Wilde’i okurken, aile dostumuz Hamdullah Suphi bunu yapmaya kalktı. Kitabı elimden alıp, anneme “o rezil adamı öz oğulları bile reddetti. Bu çocuğun böyle kitaplarla zehirlenmesine nasıl müsaade edersiniz hanımefendi?” dedi. Hamasi nutuklarını verdiği dramatik tonla sormuştu bunu. Ama hiç etkileyemedi beni. Hamdullah Suphi’nin üstüne yürüyüp, kitabımı elinden kaptım “Ben Oscar Wilde’ın kızı olsaydım, övünürdüm bununla” dedim. Annem de benden yana çıktı…”
Yeni yorum gönder