Geçenlerde Kültür Bakanlığı’nın edebiyat projelerine maddi teşvik üzerine bir projesini okurken gözlerimi neşe içinde parıldamaktan alıkoyamadım.
Yönetmeliğe göre, Türk edebiyatı kapsamında özgün eserlerin yayımlanmasını özendirmek ve geliştirmek amacıyla bakanlık bütçesinden teşvik verilecek; projeler için maddî desteğin miktarı ise proje süresi ve özelliklerine göre belirlenecekmiş.
Tabi bizim ülkede sanat için sevinmek İkarus gibi uçmaya benzer: Ya kanatlarınız erir hemen, ya da yolda bir sinek dadanır, saadetinizi berbat eder. “Yazar ve Şair”lerimizden bir kısmı herhalde ömürlerinde meteliğe kurşun atmamış, sofrasında kuş sütü eksik olmamış olmasından kaynaklanacak hemen itiraz etmiş: Böyle iş mi olurmuş? En fazla basılmamış eserlere “ödül” verilirmişmiş... Sanki edebiyat tarihinde yazar ve yazar adayları yoksulluk sebebiyle yayınlanmamış projelerine hiç teşvik almamış, basılmamış kitaplarına karşılık karınlarını doyurabilmek için hiç senet imzalamamış, yazarların eserleri üzerine çalışabilmeleri için destek sağlayan edebiyat fonları kurulmamış gibi: Üstelik Stellovski, Dostoyevski’nin 1 Kasım 1866’dan önce hiçbir yerde çıkmamış bir roman teslim etmesini istiyor. Bu günü geçirirse, Dostoyevski bir para cezası ödemeyi kabulleniyor (Henri Troyat, “Dostoyevski”, İletişim, s.255). Allahtan bizim yaşlı Fyodor elinize düşmemiş; vesselam, sizin kafayla ikinci defa maphusa düşermiş. Tabi efendim, ne münasebet! Ben bir an Türkiye diye bir yerde yaşadığımız sanrısına düştüm. Halbuki Sir Thomas More’un Ütopyası, Yunanlıların gidip de göremediği Arcadia adasıdır Anadolu toprağı. Egzos kokuları mı? Hayır karıştırıyorsunuz, çam kokuları karışır sabah meltemine. Çamur kahvenin üzerindeki lekeleri mi sayıyorsunuz? Bence hayal görüyorsunuz. Seyhan ve Ceyhan’a, eski Sarus ve Pyramus’a da “cennetin nehirleri” dememiş miydi Achilles’in torunları? Yoksa siz kahvaltıda şarap nehirlerinin içinde yıkanmıyor musunuz? Yani tam gün yazmak istiyor, ama böyle yaparsanız aç mı kalıyorsunuz? İlahi...
Vallahi bizim selamet diyarları rahattır efendim, o yüzden siz kendi derdinize yanın. Ne toprağı sürmeye, ne de aç kalmamak için yoluyla, trafiğiyle, fazla mesaisiyle günde on dört saatimizi dışarıda geçirmeye ihtiyacımız var bizim. O yüzden malesef sizin gibi bir halkın sanatla uğraşmaya hakkı da yok. Zaten duyduğuma göre saygı da görmezmiş sizin oralarda bu işler. Gencin tiyatro sevenine “soytarı”, düşünenine “feylozof”, eline fırçasını alanına “boyacı” denirmiş. Çocukların sanata ektiği ilgi öfke ve hayal kırıklığı biçermiş, çünkü yoksulmuşsunuz. Ailenizin dediğine göre “ya sigortalı iş, ya da donsuz”muşsunuz. Hekimleriniz mühendisleriniz varmış. Ama bu beylerin ensesi paranın rahle-i tedrisinden geçer geçmez kalınlaşırmış. Haliyle hemen başlarlarmış halkın kültürsüzlüğünden dem vurmaya. Ancak o zaman bir romantizm girermiş kollarına bu kalın enseli beylerin. Bu aşktan peydahlanan çocuklarını ince yetiştirmek isterlermiş. Ülkede sanat dediğiniz şey de bu yavan aşktan doğan “ince”, karnı tok, sırtı pek, işkembesi geniş zümrenin tekelindeymiş. Prometyus misali bu burjuvazadelerin elinde her gün yeniden can verirmiş. Halbuki eskiler sanat kuramlarını gerçekliğin yansıması üzerine kurmamış mıydı? Bu beylerin bir gerçekliği var ama, Bertold Brecht gibi diyelim: Eve düşen yıldırımın da öyle!
Manzumeyi bir yana bırakalım. Aç karınla felsefe yapılmaz. Özellikle edebiyat fakültelerinin koridorlarını paspaslamış ve severek bu halvete iştirak etmiş gençler birazdan dediklerimi çok iyi anımsayacaktır: Üniversite yıllarındaydım. Ediyata, mesleğe ziyadesiyle yetenekli yakın bir arkadaşım var. Kaleminden gerektiğinde bal, gerektiğinde zehir akıyor. Sözünü sakınmıyor. O kadar tutkulu ki edebiyata, bir gün okumasam arayı açıyor. Sonra elime bir şeyler tutuşturuyor “Haydi git, oku şunları. Yarın dersten sonra tartışalım, bir mecmuaya yazı göndereceğim!” diye pişkin pişkin gülümsüyor. Pişkin, çünkü aramızda henüz, şiiri, öyküsü, eleştirisi yayınlanan bir tek o var. Ben de gülümseyerek omzuna indiriyorum şaplağı; ailesinin ne kadar yoksul olduğunu hammal babasını, evine yardımcı olmak amacıyla ek işler yaptığını bildiğimden acı acı gülümseyerek kinayeyi veriyorum, “İyi, alacağın ücretleri yarın Kadife Sokak’ta yeriz artık!”
Tabi, o zaman dostumun yayınları karşılığında sadece kuru bir teşekkür aldığından henüz haberim yok. Güya “entelektüel” bir mesleğin öğrencileriyiz ya, çoğunluk soldan yürüyor. Haliyle emeğin değeri var sanıyorum. Halbuki sektör romantik esintilerden nasibini alma adına tatlı su ırmağının solundan giden burjuvazadelerin istilasında. Arkadaşım dördüncü sınıfta bir gün öfke içinde gelip “formasyon”, yani öğretmenlik eğitimi alacağını söylüyor. Şok oluyorum haliyle. Biz değil miydik edebiyat fakültelerinin edebiyatçı yetiştirmesi gerektiğini söyleyen? Teslimiyet bayrağını mı çekecek şimdi? Üzerine gidince çıkışıyor: “Öykü gönderiyorum, teşekkür! Şiir gönderiyorum teşekkür! Eleştiri gönderiyorum teşekkür! Ekmek arasına koysunlar bari teşekkürü; akşam yemeğinde dergi ve kitap eklerinin yanında iyi gider!” Öfkeyle kalkıp uzaklaşıyor, Medusa’yı görmüş gibi kalakalıyorum. Yazdıkları yayınlanıyor. Hem de büyük gazetelerin kitap eklerinde, görece ünlü edebiyat dergilerinin şiir ve öykü sayfalarında; demeki ki iyi yazıyor. Peki öyleyse, neden emeğinin karşılığını alamıyor...? Tokat inince zihin açılıyor. Ama nefret ettirilmiş, yoksullukla perişan edilmiş, yeteneği katledilmiş arkadaşımın suların içinde kayboluşunun öfkesi bende kapanmıyor. Şairin dediği gibi: “Güzel hanımın ipekten giysilerinin arasından aniden çirkin ve yaşlı bir cadı çıkıyor”.
Medeniyetin sulak yerlerde ortaya çıkması tesadüf değildir. Toprağın suya ihtiyacı olduğu gibi, sanatın ve sanatçının desteğe ihtiyacı vardır. Floransalı bir bey efendiye Duomo’nun önünde neredeyse sitem edercesine bu estetik bereketin sebebini sorduğumda gülümseyerek şöyle söylemişti: “Dünyadaki bir çok devletin aksine Floransa’nın efendileri herhalde bankacı olmalarından olsa gerek, siyasal yatırımlarını da bilgece seçtiler. Gerçek kudretin prestijden güce, hakiki prestijin de ölümsüzlüğe sanattan gebe kalacağını biliyorlardı.” Sanatı ve edebiyatı kendi bağlamından çıkarıp, nahoş bir empatiyle devletin gözünde siyasi bir araç gibi görsek; hatta daha ileri gidip Sovyet ideolojisiyle Konrad Wolf gibi “Kunst ist Waffe!”, yani “Sanat silahtır!” diyecek olsak bile; bu elem yaklaşım dahi bir bağlamda devletin sanata olan muhtaciyetini ortaya koyar.
Gerçeğin acı soğuğuyla yüzleşelim. Frankfurt Okulu’na selam edercesine Umberto Eco’nun “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın” sohbetinde ifade ettiği gibi; kültür ve sanatta bize “en iyi” diye sunulanlar esasında sadece seçim sürecini tekelinde bulunduran güçlerin bize uzattığı menüdeki tercihlerle sınırlıdır. Aristo’nun Poetika’sında “en iyiler” olarak sunulan trajediler günümüze ulaşmamıştır. Kim bilir İskenderiye Kütüphanesi’nde ne hazineler yanmıştır. Bugün “muhteşem” diye önümüze konulanlar, belki sansür, infaz ve yayıncılar sebebiyle önümüze ulaştırılamayan nicelerinin yanında solda sıfırdır. Verilen destek azaldıkça, menüdeki tercih sayısı da azalır ve böylece sanata dair her alanda kırılma ve yozlaşmalar baş gösterir. Okuyucular “edebiyat eleştirisi” diye kitap özetleri ya da klişelere mahkum olur. İnsanlar yayınevlerinin ucuza iş kapatma sevdasıyla İtalyanca-Almanca kitapları daha İngilizce’ye bile hakim olmayan “çevirmen”lere yaptırdığı, “çeviri” diye önlerine konulan hilkat garibelerine mahkum olur. Kaygısı estetiğinden ziyade satışı olan kitaplar böcekli fırınlardan servis edilir, sonrasında Nişantaşı’nda Creme Brulee’ler kaşıklarken halka “kitap okumuyorsunuz” diye üzerine bir de çemkirilir. Edep yahu! Tarih sanatı kötürüm edenleri, sanat da tarihi yargılayacaktır, edep!
Bir kaç idealist kurum müstesna; sözde destekçilerinin, dergilerin, gazetelerin, yayıncıların, televizyonların %90’ı bu ülkede sanatı ve edebiyatı sırtında vurdu. Hem de gül yapraklarının arasına sakladıkları hançerlerle. O yüzden Kültür Bakanlığı’na yürekten teşekkür etmeli, sözlerinden dönmesinler. Yoksulluk görmemişler bilmez, kuru ödüller guruldayan midelere şifa vermez! Gerekirse devlet, gerekirse ordu kim ederse etsin; ne kadar ederse etsin ama gençlere, idealistlere, edebiyat-sanat tutkunlarına, projesi, düşüncesi olanlara; bu işi tam zamanlı yapmak için bir fırsat bekleyenlere yardım etsin. Zaten bu yüce insanlar ev, araba beklemezler; kalemleri titremeyecek kadar karınları doysun kafi. Ve yoksul gençler, öğrenciler, tutkunlar da pes etmesin. Bu riyakarlığı eleştirsin, bağırsın, çağırsın dirensin, direnmenin estetiğini sergilesin. Daha ünlü yazarların biyoragfilerini bile okumamış; bir çok yazar ve yazar adayının tarihte avanslar, yardımlar, projeler ve teşviklerle yazdığını bilmeyen adamlar içinse bakın Gogol “Palto”sunda ne diyor: İnsanların en ezilmişi, en aşağıda olanı da insandır ve kendine senin kardeşin demektedir.” Musaların izindekilere yoldaşlık, sanat minvalindekilere kardeşlik etmiyorsanız varsın olsun. Bari gölge etmeyin, başka ihsan eylemez.
Yeni yorum gönder